26 Mart 2008 Çarşamba

Güneşli Şarkılar

İş gününde her sabah aynı saatte kalkmak ağır gelir çoğu insana, zorunlulukların çoğu gibi.. Her sabah aynı saatte çalan cep telefonu alarmının çalmasından bir dakika önce uyanıp, yine de çalacak alarmı beklemek, alarm çalınca bir tuşa basıp "5 dakika sonra" demek. Bunu beşer dakika, beşer dakika daha uzatıp olabilecek son saniyeye kadar zaman kazanmak aslında kendi zamanımızdan çalmaktır. Çoğumuz fark etmeyiz bunu. Rahat rahat giyinerek, kahvaltı edip, iş için hazırlanıp evden çıkacağımıza, yarım saat kırkbeş dakikalık hazırlanma faslını on, bilemedin beş dakikalara indirmek çoğu insanın alışkanlığı haline gelmiş ne yazık ki.


Halbuki uyanır uyanmaz, alarmı beklemeden kalkıp, camı açıp temiz havayı içine çekmek, tuvalet, temizlik, kahvaltı, giyinme faslını kısıtlı dakikalara sığdırmaktansa yataktan zamanında kalkmak insana daha bir zindelik veriyor.

Sabah kalkınca müziğin sesine basanlardanım ben. CD playerın içinde önceden hazırladığım karışık bir cd mutlaka bulunur. Güneşli şarkılar çalarım hep, insanın içini aydınlatan, dudaklarına gülümseme yerleştiren. Yataktan kalkar, bir beş dakika kadar müzik eşliğinde egzersiz yaparım. Hava güneşliyse değmeyin keyfime. Sonra banyoya geçer hazırlanırım. Banyodan çıkınca siyah üzerine beyaz çizgili yakalı robdöşambrımı giyer, taze sıkılmış greyfurt suyu, kızarmış ekmek, peynir, yağ, reçel ve bir fincan çaydan ibaret kahvaltı sofrasına geçerim. Kahvaltımı ederken biraz televizyonda gazete başlıklarını okuyan programlara bakarım, biraz dergi, biraz da kitap karıştırırım. Eğer hava güzelse canım İzmir’in körfez manzarasına dalar giderim. Kahvaltı bitince üzerimi değiştirip dışarıya çıkarım. Hiç acele etmem. Aheste aheste yürürken dudaklarımda bir ıslık mutlaka olur. Köşedeki bakkala “Günaydın” der, köşeyi döner geçerim. Erken saatlerde böyle rahat rahat yayıla yayıla bir zaman geçirince güne çok mutlu başlıyorum.

Gördüğünüz gibi sabahları iyi değerlendirmek için ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyorum. Ama “ah keşke” diyorum çünkü yukarıdakiler bir hayalden ibaret. O “beş dakika dahacılardanım”. İlk önce “Beş dakika daha uyuyayım sonra kalkarım” derim. O beş dakikalık alarm aralarında, sabahları yayıla yayıla hazırlandığımı hayal ederim. Bir beş dakika daha, sonra bir tane daha, ta ki son iki beş dakikam kalıncaya kadar. Nasıl giyindiğimi bilmeden evden kendimi dışarıya yaka paça dar dar atarım. Şanslıysam mutfağın önünden geçerken ağzıma bir lokma bir şey atabilirsem ne ala, yoksa aç bilaç yollarda gitmek ne demek bilir misiniz siz? Ardından bir stres bir stres. Köşede bakkal olduğunu bile geçen gün fark ettim. “Kim açmış bunu buraya?”

Üzerime varmayın benim.

Ben stresli adamım.

24 Mart 2008 Pazartesi

Bir An

Bir an...

Parmağın denklanşöre dokunması ile "Klik" diye bir ses.

Bir fotoğraf makinesi flaşının patlaması, ardından ışığın karşıdaki cama çarpıp fotoğraf makinesinin objektifine geri dönmesi.

Bir an.

Bir anın fotoğrafı böyle çekilir.

Seneler önce ölmüş bir çocuğun, ruhunun vücudunu terkedişi gibi masum, basit bir ölümün resmi bu. Ruhu uzun yıllardır bedenini terkedememiş taki ölü çocuğun resmine bir flaşın patlayışına kadar ruhu resminin içinde hapsolmuş.

SORULAR:
Ölmüş çocukların ruhu huzur bulabilir mi?
Çocuk ölümlerinden sorumlu olanların elleri temiz kalır mı?
Çocuğa tecavüz ettikten sonra onu arkadaşlarına peşkeş çeken hacı amcanın vicdanı hep mi tertemizdi?
Kasabanın eşrafının ikram ettiği çocuk yaştaki çocuğun bedeni çok mu gÜzeldi? Haz mı verdi sana? Şehvetli miydi? Zevk mi aldı salyalarından?
Ondört yaşındaki çocuk 8 yaşındaki erkek çocuğuna tecavüz edip, kabahatını örtbas etmek için onu öldürmekle masumiyetini kayıp mı etti?
Ölmüş çocukların ruhları neden huzur bulmaz?
Ağladığı için evladının kemiklerini kıran anneni ayakları altında mıdır cennet?
Ağladığı için dayak yiyen çocuklar neden dayak yediğini biliyor mu?
Afrikadaki çocuklar niye ağlıyor?

ÖĞRETMENİM, İSTEDİĞİMİZ SORUDAN BAŞLAYABİLİR MİYİZ?
"Yaz evladım, canının çektiğinden başla, ağlama sakın sinirlerim perişan kırarım bir tarafını."

Dünyanın kardeş olduğu, insanların eşit olduğuna dair iyimser masallar çocukluk yıllarımızda kaldı.

Sonra büyüdük....

"İnsan Kalbini Haritası" isimli bir film, veremli bir eskimo bir çocuğun gözünden aşkı bulmayı, savaşı ve sevdiklerini kaybetmeyi anlatır. Çocuğun bulduğu aşkın tanımı içinde; uçma aşkı ve karşı cinsten birine bir ömür sürecek - karşılıksız mı yoksa karşılıklı mı olduğu hep şüpheli - tutkulu aşk bir vardır. Kolayca melodrama dönüşecek bu film çocuğun mutluluklarını ve acılarını anlatır. Çocuk o soğuk kuzey ülkesinde kalsa soğukların içindeki herkesin kaderini paylaşacaktır, gitmesi hayrına olacaktır, ama giderse aklı arkada kalacaktır, aklı arkada kalmasın diye son akarabası sırf çocuğun geleceği için kendini çocuğun gözleri önünde buzullar içindeki suya bırakır. Suyun içinde son kez bakarken gözleriyle "git" demektedir. Eskimo çocuklarını pek bilmiyoruz ama çetin şartlar içinde yetiştiklerini böyle filmlerden, bazen de belgesellerden biliyoruz.

Afrikalı çocukların, aç, ölümle cebelleşen cılız fotoğrafları bunca yıldır gözümüzün önünde. İlgisiz kalmak mümkün mü? Benim gözümde canlanan afrika çocukları parazitlerle dolu suların içinde geçen bir kaç yıldan sonra bacak damarlarına yerleşmiş beyaz kurdumsu canlılarla yaşamak zorunda olanlardan. Bazen damarlarında delikler açıp bu kurtları dışarıya çıkarmak için çabalıyorlar. Aç bedenleri bu kurtların yiyeceği olmuş.

Kızılderililer ve afrikadaki bazı kabilelerin üyeleri fotoğrafları çekildiğinde ruhlarının bendenlerini terkederek o çirkin görünümlü siyah kutunun içine hapsolacağını ve bir daha asla huzuru bulamayacaklarını düşünürlerdi.

Ve bizler türkiyede geçen çocukluğumuzda kovboyculuk oynardık, iyi kovboylar ve kötü kalpli kızılderililer. Kızılderililer çok kötüydü hep kovboyları öldürürlerdi. Hiç insafları yoktu, öldürmek yetmezdi onlara, kafa derilerini de yüzerlerdi.

Üzgünüm, yalanla tanışmamız çocukluk yıllarımıza denk düşüyor.

Sonra o bir an geldi......

Kış zor geçmişti, gökyüzü hep kapkaraydı. Nihayet bahar geldiğinde o kara bulutlar dağıldı. Pamuk helva tadındaki bulutlar gökyüzünde gezmeye başladı.

Küçük kız annesinin elbisini ve pabuçlarını giyerek kırlarda koşmaya başladı. Güneşli ılık bahar gününde neşe içinde koşarken zıplasa bulutları yakalayacak gibiydi. Mutluluktan kalbi duracak gibi oluyordu. Kahkahalar atarak kendini kırdaki otların üzerine bıraktı.

Bir an, sadece bir an gökyüzündeki o yüce varlığa çok yakınlaştığını hissetti.

Bir fotoğraf makinesinin flaşı patladı.

Kızcağızın ruhu vücudundan havalanıp, fotoğraf makinesinin içine doğru bir kelebek misali süzülüp gitti.
Ve ardından her şey tekrar kapkara oldu.
Sevgili Ege Mavisi, mim için teşekkür ederim aldın götürdün beni. Ve Sevgili Gülçin aklıma uyup da bu nefis fotoğrafı direktifler silsilesi altında üstelik sinirin bir nebze olsun bozulmadan çektiğin için teşekkür ederim, senin yazından ve Ege Mavisinin yazısından etkilenince bunlar dökülüverdi.

Kaldı Dört...

Bizim evin beklenmedik misafirlerinden gri olanı çok çabuk ayrıldı aramızdan. Anne kedi çok üzüldü. Kedinin öldüğünü anlayınca tüylerini yalayarak hayata döndürmeyi denedi, ama yavru kediyi parktaki yolculuğuna gönderince hemen unuttu. Siyah kediye çok sini roluyordum sürekli tiz sesiyle vara yoğa miyavlıyordu.
Bir hafta sonra gözleri açıldı, veteriner gözlerine antibiyotikli bir merhem sürmemi önerdi yoksa gözleri enfeksiyon kapıyormuş. Bizimkiler enfeksiyonsuzdular, artık bir ismi hakediyorlardı. Beyazı Whitey, siyahı Blackie ve turuncusu Ginger oldular.
İki ay sonra kediler çok hareketli biçimde oradan oraya koşuyor, aniden oturduğum koltuğa tırmanıp bana oyunlar yapmayı seviyorlardı. Umulmadık anda aniden önüme çıkıp ayaklarımın altından koşuyorlardı. Birine birşey olmasından korkuyordum - ki korktuğum başıma gelmekte gecikmedi. Mayıs başıydı, balkonda kitap okumaya çıkıyordum bir elimde kitap öbür elimde çay, adımımı atmamla yumuşak bir şeyi ayaklarımın altında hissetmem bir oldu.
Turuncu kediydi bu. Çok kötü miyavlıyordu. Bir yastığın üzerine yatırdım. Acısı dinmiyordu. Beyaz kedinin de anne kedinin de umurunda değildi ama, siyah kedi, turuncu kedinin yanına yatıp onun gözlerinin içine baka baka sanki acı çeken kendisiymiş gibi miyavlamaya başladı.
Turuncu kediyi veterinere götürdüm. Bacağı kırılmıştı, bir metal takılması gerekiyordu. Ameliyatını ertesi gün yaptılar. Başarılı bir ameliyat olmuştu ancak üç hafta veterinerde kalması gerekiyordu. Veteriner; anne kedi ve diğer kedilerin eve dönüşte turuncu kediyi kabul etmeyeceklerini düşünüyordu. Dönüş günü yaklaştıkça beni bir endişe aldı.

21 Mart 2008 Cuma

Hüzünlü ve Güzel Şarkılar...

Geçenlerde uzun zaman önce adını duyduğum bir lokantaya iş yerindeki arkadaşlar ile birlikte öğlen yemeği yemek için gittik. Adını uzun süre önce Gülçin'den duyup benim burnumun dibindeki lokantanın ismini ben bilmem de başka şehirden birisi nasıl bilir diye için için içerlediğimi de gizleyecek değilim. Çalışma arkadaşlarım da duymuş bu lokantanın ismini ama henüz hiç biri gitmemiş. Hep beraber döküldük yola Kervan Lokantasını arıyoruz.
Lokantayı, Alsancak Camii'nin karşısında elimizle koymuş gibi bulduk. Siparişlerimizi verdik oturduk. Etrafı inceliyoruz. "Kervan yazısı sanki biraz tuhaf duruyor" yorumunda bulunuyorum. Yazı daha çok bitişikteki kuruyemişçiye ait gibi. Evet, Kervan Kuruyemişçinin adı. Kafamızı kaldırıyoruz, "Gül Büfe" yazıyor. Getirdikleri amerikan servislerin üstünde ise "feşmekan köfte" yazısı var. Garsona soruyoruz, öğreniyoruz ki lokantanın ismi Gül Büfeymiş. Yemekleri temiz ve lezzetli, iskenderi harika yapıyorlar. Kalabalığın içinde bir sima hiç yabancı gelmiyor. "acaba blog komşumuz Abi'mi" diye düşünürken adam köşeyi dönüp yütüyüp gidiyor.
Kalktığımızda, yoldaki bir taksinin 34 plakalı oldupu gözümden kaçmıyor, arkasındaki "Dünya Malı, Benim Değil" yazısı beynimin kıvrımlarında kıpırtılara sebep oluyor. "Doğru ya" diyorum içimden, "herşey dünyada kalacak, kim götürebilir ki öbür dünyaya?"
Bugün İzmir yağmurlu. Orta okul yıllarımdan beri yağmurlu havada, gündüz vakti, yağmur damlalarını dinleyerek uyuyup, keyif yapmayı isterim bir kez kısmet olmadı ya da fırsat bulamadım. Bugün mesela, hemen şimdi şöyle yatıp uyumak isterdim. Bak işte böyle bir şeyi yapsam bu dünya malı olarak kalmaz bunu yanımda götürebilirim.
Bugün Gülçin ile telefonda konuştuk, bir taksinin arkasında gördüğü yazıyı söyledi bana. "Dünya Malı, Benim Değil" yazılıymış. Dünya küçük. Hoş tesadüfler, hatta hüzünlü güzel şarkılar, çığlık çığlığa martılar var.
Geçen yıl bir ara el attığım radyo macerasına Nisan ayından itibaren yine devam edeceğim, günleri henüz belli değil. Salı akşamı aniden deneme yayınına çağrılınca elim ayağıma nasıl dolandı anlatamam. (Anlatırım tabi de belki başka zaman). O akşamdan beri beni aldı hummalı bir telaş, yeni jingle-lar, mevcut şarkılara kendimce remiksler yapmakla haşır neşirim bir kaç gündür. Dün gece "Söz&Müzik Teoman" albümündeki İzel&Teoman şarkısını remixledim, Eros Ramazotti'nin "Adesso Tu" şarkısının yeni versiyonundaki gitarları alıp şarkıya ekleyince inanılmaz bir sonuç elde ettim. Sabah işe gelirken başa alıp alıp dinledim. Programımı dinleyenlere farklı bir şeyler sunmayı istiyorum hep. Aklımda bir kaç fikir daha var onları bu hafta sonu bir araya getirirsem heyecanımı biraz yatıştırabilirim diye tahmin ediyorum.
Geçen Cumartesi günü DVD playerı hallettiğim için geçen hafta müzik ve okumaya ayıracak zamanım oldu.
Ama yine de ben şöyle kıvrılılıp, bir güzel uyumak istiyorum, yağmur dinmeden
Bakar mısınız güzelliğe lütfen...

18 Mart 2008 Salı

Dönmeyecek

Dönmeyecek, İzmir'de bir apartımanın ismi, Karataş'tan Güzelyalı yönüne Mithatpaşa Caddesi üzerinde ilerlerken sağınızda göreceksiniz. Eski ve hüzünlü bir apartımandır. Hüznü isminden mi yoksa binanın altmışlı yıllarda moda olmuş özellikleri taşıyan mimarisinden mi geliyor karar vermek zor. Bir insan bir apartmana neden bu ismi verir onu düşünmek lazım.
Kimdir o dönmeyecek olan;
zamansız ölmüş bir evlat,
aniden kaybedilmiş bir sevgili,
erken ölmüş bir eş,
alıp başını gitmiş bir hayalperest.
Hangisi?
Apartımana o ismi veren kaç defa geçti o geniş cümle kapısından?
Yoksa apartımana o ismi verdikten sonra kendisi mi gitme kararı aldı, giderken gerisinde gidişinin koskoca hüzün dolu anıtını bırakarak?
Gitmiş olanın, dönmeyecek oluşunun, bir anıt gibi, bir mezar taşı gibi göğe yükselmesi bu ev.
Önünden her geçişte insanın içini acıtan bir kabulleniş gizli o apartmanın isminde.
O durakta otobüsten inip de soracak zamanım hiç olmadı. Durup da ilgilenilmeyen o kadar çok şeyle dolu ki hayat. Bu da onlardan bir tanesi sadece.


12 Mart 2008 Çarşamba

Üç Ahbap Çavuş

Dört yıl önce bugünlerde...


Genellikle evimizin önündeki parkta dolanan, bazı akşamlar da apartmanın cümle kapısı önünde yiyecek bekleyen hamile bir tekir kediye çok acıyordum. Bir gece geç saatlerde yolu buz tutmuş parktan geçerek eve dönerken, kedi peşime takıldı. Apartmanın cümle kapısına kadar beni izledi. Kapıyı açtım, kapatırken dışarıya baktım. Oturmuş beni izliyordu. Havada çok soğuktu. “İçeri gelir misin kedicik?” diye sordum. Yavaşça içeri girdi. Kendini garantiye alınca “miyav” cevabını verdi. Sanırım bu evet demekti.

Asansöre benimle girdi. Dairemin kapısını açarken mırıldanmaya başlamıştı, patileri ile yeri ezmeye yoğurmaya çalışıyordu. Kapıyı açınca benimle bir içeriye girdi girerken biraz yükselip dizlerime adeta omuz attı.

Eski bir dört köşeli plastik leğenin içine temzilikçi kadının kullandığı çaput kıvamındaki bezlerden doldurup, alaturka tuvaletin içne yerleştirdim. Kedi bana baktı, tekrar “miyav” dedi, ben “ gir içine yat bakalım” dedim. Böyle deyince hoplayıp leğenin içine kuruldu. Önce gerinip, ardından yusyuvarlak kıvrıldı. “Hava çok soğuk bu gece kalır sabaha yollarım sokağa” diye düşündüm.

Ben de odama gidip uyudum. Sabah ezanında kedinin miyavlamasına uyandım. Sesi yankılı yankılı, arada çok tiz geliyordu. Yok yok bu bir değil birkaç kediydi. Hemen tuvalete girdim. Kedinin etrafında karalı grili, pembemsi renkli yumaklar vardı, kedi histerik biçimde onları yalıyordu. İnanılmaz bir şey eve aldığım gece, güvenli, sıcak yeri bulunca kedi yavrulayıvermiş. Tam dört kedi yavrusu, gri, siyah, siyah beyaz ve turuncu renklerde ve hepsi de “miyk miyk” sesler çıkartıyordu. O kadar gürültüye rağmen gözlerinin kapalı olduğunu görerek hayrete düşmüştüm.

Ne yapacağımı bilemedim.