31 Ekim 2008 Cuma

Bir Güz Masalı

Çocuğa oyuncaklarına veda edip okula başlamak da okul kapısında annesinden ayrılmak da zor geldi. Bir sınıf dolusu kendi yaşında çocukla başbaşa kaldığı o an dünyalara başına yıkılır gibi oldu. Koridorlarda annesinin peşinden koştu. Annesinin eteğine her yapışışında öğretmeni onu annesinde ayırdı. Çocuğu, yaşıtlarının olduğu o sınıfa geri götürdüler. O günden sonra çocuk her sabah, doğru, çalışkan, yasasının büyüklerini sayıp küçüklerini korumak olduğunu, kendi bir örneklerinin varlığına armağan edeceğine dair ant içeceği sınıfa geri döndü. Yeminler ettikçe boyu uzadı, sonunda göğe erdi. Yurdunu, ulusunu, büyüklerini seviyordu, dünyanın adil bir yer olduğunu, ideallerinin uğruna var olabileceğini sanıyordu. Ülkesini çok seviyordu, neden sevdiğini bilmiyordu. Ülkesi ise onunla doğduğu andan beri oynuyor, onu habire kategorize ediyordu. Ona isimler koyuyorlar, karkatürleştiriyorlardı. Ama o ülkesini seviyor, her sabah ilk gün korkarak ve istemeden girdiği o sınıfa geri dönüyordu.

Seneler geçti. Büyümesini öğrendi, ideallerini unuttu çocuk. Hayat sanki bir matematik denklemi gibi üzerine geliyordu. Kurallar her gün değişiyor bir ay önce aldığı not bir ay sonra girdiği sınavdan geçmesine yetmiyordu. Kuralları ile onu matematikleştiryordu sevgili ülkesi, çarpıyori bölüyor, toplayıp, çıkartıyor istediği şekle sokuyordu çocuğu. Çocuk genç bir adam olduğumu farkedemedi o ülkesini seviyordu.

Çocuğun ülkesinde kavgalar bitmiyordu, her gelen bir başka yöne çekiyordu Doğru bildikleri yanlış oluyor, yanlış bildikleri öve öve bitirilemiyordu. Ana kutsaldı onun ülkesinde. Ama kadınlara tecavüz ediyorlar, sonra tecavüzcüyü serbest bırakıyorlardı. Reşit olmaktan uzak kıza koca koca sakallı adamlar uçkur çözüyor, kızcağız travma geçirmediği için hapisten azad ediliyordu. Hapisten çıkan pisliğin suratında şeytandan ödünç alma sırıtış oluyordu.

Çocuk büyüyor, büyüdükçe özgürlüğünden uzaklaşıyordu. Çocuğun elinden oyuncaklarını alıyorlardı o ne yapacağını bilmiyordu. O ülkesini seviyordu ama ülkesi giderek bambaşka bir şeye dönüşüyordu. Sıkıştırıp tıkıştırıyorlardı çocuğu, depolaştırıyorları. Duyguları yok oluyordu, yüreği nasırlaşmasın istiyordu, demoralize olmasın diye yalvarıyordu, depolitik olmamak için uğraşıyordu, illegalize olmasın diye uğraşıyordu ama sevgisi ile yaranamıyordu ülkesine. Ama yine de sevmiyordu ülkesi onu. Her fırsatta onun önüne nefret etmesi için yüzlerce sebep sürüyordu. Çocuk ülkesini çok seviyordu, yalnız ve güzel ülkesi için şarkı söylüyordu dili döndüğünce.

beni kategorize etme, benle oynama
yaftayı yapıştırıp bana isim koyma
karikatürleştirme beni, ilahlaştırma
tabulaştırma sakın, tapulaştırma

ben seni öyle sevdim, öyle sevdim
ben seni öyle sevdim, böyle mi sevdim

matematikleştirme beni, çarpma, bölme
toplama, çıkartma sakın beni hesaplaştırma
mekanikleştirme beni otomatikleştirme
yarıştırma sakın onla bunla karşılaştırma

ben seni öyle sevdim, öyle sevdim
ben seni öyle sevdim, böyle mi sevdim

sıkıştırıp tıkıştırma beni depolaştırma
duygularım yok oldu, yüreğimi nasırlaştırma
beni demoralize etme, depolitize etme
her işten kaçar oldum, illegalize etme

Ey Dijitürk efendi yaptığın reva mıdır? Sen kalk git diyarbakır'da ağırşığını kullan mahrum et binlerce insanı serbest kürsülerinden, mahrum et onları "iletişim özgürlüklerini" kullanmaktan. Sonra ayıbın ortaya çıkınca "yok lan hata mı ettik bu bizim uzun vadede nefret edilip pazar payımızı kaybetmemize neden olmasın sakın" diye düşünüp tekrar fors kullanıp açtırt beş gün önce kapattırttığın yerleri. Yazıklar olsun Dijitürk, esefle teessüf ederim.

23 Ekim 2008 Perşembe

Operadaki Atalet

Aydın Uştuk isimli bir tenor var İzmir’de, sesi, sesi üzerindeki hakimiyeti, hangi dilde söylerse söylesin türkçe aksanından iz taşımaması, opera içi ayak oyunlarından uzak durması, sanatını icra anında ucuz numaralara bel bağlamaması ile alışıldık türk tenorlarından farklı, yani hayli kaliteli, ses rengi ve performansı çok iyi. Avustralya, İspanya ve İtalya’daki sahnelerden de zaman zaman davetler alıp orada başarılı performanslar sergiliyor. Pavarotti’nin hocasından yıllarca ders almış, eski İtalyanca aksanına hakim.

Salı akşamı İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin Elhamra Sahnesinde sergilediği Romeo ve Juliette operasını izlemeye gittim. Aydın Uştuk o gece sahneye çıkmadı. Onun yerine yenilerden birini çıkarmışlar. Devlet Operası değil mi torpil sahnede bile tıkır tıkır işliyor. Biz Aydın Bey’i izlemeye gelmiştik halbuki… Juliette rolünü oynayan kızcağızın bu karakterle uzaktan benzerliği yok. Daha çok Juliette’in annesi rolünü başarı ile canlandırabilir kanısı uyanıyor bende. Opera sahnelemek çok zahmetli bir iş. Özellikle sanatçıların emeğine saygı duymak lazım. Ancak giysilerin hazırlanmasından, dekorların hazırlanmasına, orkestra şefi, orkestra elemanları, koristler, başroldekiler, sahneye koyan, ışık düzenlemesini yapanların ayrı ayrı emek sarfetmesi gerekiyor. Ancak bunların arasındaki koordinasyom yeterince yerli yerine oturmadıysa oyunda havada kalan noktalar oluyor. Ve bilhassa benim izlediğim gece olduğu gibi başroldeki iki karakter rollerine tam oturmamış, sesleri de başrol için henüz hazır olmayınca oyun hitap ettiği kitleye yani izleyicisine sıkıntı verici gelmeye başlıyor. Hal böyle olunca ben de oyunun yanı sıra ufak tefek teferruatla alakadar olmaya başladım.

Öncelikle korodaki kadınların yaş skalası da erkeklerin yaş skalası da hayli geniş tutulmuş. Yaşı ileri kadın sanatçıların göbek ve göğüsleri hayli iri, yüzlerinde keder dolu ifadeler var, finalde “iki genç” ölecek onu biliyoruz ama daha ilk balo sahnesinde bu keder nerden geliyor diye düşünmeden edemedim. Erkek koristler de hayli kerli ferli, göbekleri büyük, yüzlerindeki kirli sakalları beyazlamış, saçları uzun ve bu saçlar yağlı yüzlerine yapışmış, görüntü hoş değil. Bıkkın bir ifade ile genç koristlere bakıyorlar. Genç koristlerin yüzünde tuhaf bir neşe hakim, salonun olur olmaz yerlerine yöneltikleri gözleri fırıldak misali dönüyor, gülmemek için kendilerini zor tutuyorlar, sanırım akılları bir karış kadar havada. Hava deyince gözlerim havaya takılıyor, metin Fransızca olduğu için üstten yazı geçiyor, olduk olmadık yerde lütfen telefonları kapayınız yazısı beliriyor, neşeli sahnede kederli sözler geçiyor bu işte var bir karışıklık. Tepedeki yazıdan gözlerimi ayırınca gözüm aşağılara kayıyor en ön sırada oturunca orkestra çukuruna gözü ilişiyor insanın. Çukurdakiler sanki ilelebet orada yaşamaya hüküm giymişçesine, çok sıkılmışlar. Üflemeli çalgı ustalarının yüzünde “Üfff” diyen bir ifade, harpist eli boş kaldıkça kürdanla dişlerini karıştırıyor. Orkestra şefinin alnı sahnenin tabanı, çukurun tavanına çarpıyor arada. Bunu görmemek için tavanlara bakıyorum, rutubet yüzünden el süslemeleri kendi aralarında birbirlerine “kalk gidelim” diye sesleniyorlar. Duvarlardaki çok güzel tabloların renkleri solmuş ama içindeki insanların gözleri sanki canlıymışçasına seyircilere bakıyor. İçim ürperiyor, tablolardan gözlerimi kaçırıyorum. Oturduğum yerden “Allahım kaç perde bu?” diye inat edip bekliyorum. Yanıt gecikmiyor, üç perdeymiş. Perde son kez açılıyor, ne jülyet ne de Romeo ölmek bilmiyor.

Koro, içinde morte kelimesi geçen bir şarkı terennüm ediyor. “Mort olmaları yakın, bunların” diye içimden sevinç çığlıkları boğazıma kadar yükseliyor, ağzıma naneli strip atıp çığlıkları mı bastırıyorum. Yanımdaki arkadaşıma “bunlar gidici” diyorum, siniri bozulup gülmeye başlıyor. “Rica ederim gülme, koroya rezil ediyorsun beni” diyorum. Daha çok gülüyor. Bu durum koronun umurunda değil haliyle, onlar mesai tamamlıyorlar. En öndeki 50 yaşlarındaki sarı saçlı göbekli, kırmızı, yakaları kalkık, göbek kısmı inik olmalıyken kalkık entarili kıdemli korist ile göz göze geliyoruz. Kadının şarkı söylemeye de orada olmaya da mecali yok sanki. Kadın belli ki "Binbir Gece" ya da "Yaprak Dökümü"nü izlemek istiyor gibi o anda. “Şu kadına özgürlüğünü verin” diye bağırasım geliyor, arkadaşım tarçınlı strip uzatıyor. Haykırışlarımı sineme gerisin geriye gömüyorum. O anda operaya Romeo ve Jüliyet’ten daha uygun bir isim buluyorum “Kaknem Kadınlar Orotoryosu”. Bunu arkadaşlarıma söylersem anıra anıra güleceğimi hissediyorum. Cebimden bir kağıt çıkartıp üstüne bu ismi yazıp yanımdakine veriyorum. Kağıdın üstünü okuyan iptal oluyor. Ön sıra bir eğleniyoruz. Sarışın korist beğenmez beğenmez bizi süzüyor. “Atacaklar sizin yüzünüzden bizi” diyorum yanımdakine, onun yanındakine de “rezil ettiniz cümlemizi operaya” diyorum. Daha bir gülüyorlar.

Daha ölemedi bunlar bir türlü. Sahnenin ortasındaki yatağın önünde yerde yüzelli kiloluk Romeo, yatağın yanındaki yüz kiloluk Juliette’e kavuşmaya çalışıyor. İkisi birbirlerine doğru şarkı söyleye söyleye vasıl olma telaşındayken aklıma balinaların çiftleşme mevsiminde çıkarttıkları sesler geliyor. Bu espriyi yanımdakilere söyleyip ortamı daha fazla cıvıtmamak için içime atıyorum. Son sahne hakikatten gereğinden fazla uzun tutlmuş ya da sahnede ki yerleşim planı ile ilgili bir problem var. Romeo bahtsız sevgilisine doğru son bir hamle daha edeyim ederken yakın coğrafyasından şüpheli bir “cırt” sesi duyuluyor. Günahını almıyayım ama tenorun ya pantolon gitti ya da gaz çıkarıp hafifleme telaşına düştü. Bu Romeo’nun son çırpınışı, derken ikisi de ölüyor. Bittiği için seviniyoruz. Koronun bir kısmı bise çıkmıyor, sayıyorum yarısı yok. Göz göze geldiğim geçkin sarışın terk edenler arasında.

Biz de salonu terk ediyoruz, geride duvarlardaki tablolardan dışarıya bakan gözler kalıyor.


Not: Bu yazının ilk başlığı Operadaki Rezalet'ti, "Operdaki Hayalet" ile ilgili bir ases oyununu hedeflemiştim, Rezalet kelimesinin çok ağır kaçtığını uzun süre sonra farkedip atalet ile değiştirdim. Bu sayfayı olaki seneler sonra ziyaret edip başlığı değişmiş görürseniz, nedeni budur. (Nisan 2011)

Gençliğe Elveda

Arkadaş evi arıyorsunuzdur. İlk kez gittiğiniz bir muhittir. Ona sor, buna sor en nihayetinde bir apartmana gelirsiniz. Elinizdeki adreste, "Ankara" apartmanı yazmakta, önünde durduğunuz apartmanın tabelasında "Angora" yazmaktadır. Kısa bir müddetliğine "hönnnk" olursunuz. Hava da sıcaktır. Basıp gidesi gelir insanın. Zillerde kapı numarası ve isim de yoktur. Sadece bir zilde kimlik belirten ibare olarak kapıcı kelimesi yazılıdır.

Basarsınız zile. Bekle bekle. Bir reaksiyon yaratamadığınız için bu sefer daha kuvvetle basarsınız. Kapı otomatiğinden kaynaklanan "Tırrrrakkktadank" sesi ile kulaklarınız tırmalanır. Kapıyı iter ve girersiniz. Zemin kattan bir kapı usulca açılır. Kapıcı dairesinden iki kuşku dolu göz sahibesi bir kadının kafasının yarısını dışarıya uzanır. Kuşkuyla bakan gözler sizi büyük bir ilgisizlikle tartmaktadır. Sorarsınız "Hödene töodene zödene adreste madreste angora nankara viııyinn?"

Kadın az düşünür. Öz cevap verir:

- Ben bilmem beyim bilir.

Az evvel kuşkuyla açtığı kapıyı tereddüt etmeksizin "Dirrrrannktadanak" kapatır üzerinize. Kalakalırsınız orada. O ses kafanızda yankılanmaya devan eder:

- Ben bilmem beyim bilir.

- Ben bilmem beyim bilir.

- Ben bilmem beyim bilir.

Bu cümle ile lafa bir yöresinden dalmış insan formundaki süzme kişi ile hayatında ilk kez karşılaşan türk gencinin, önce başı ufaktan ufaktan döner, gövdesi öne arkaya hafif sallanır, bayılmamak için en yakınındaki kapının pervazına tutunur, pervaz bulamazsa duvarlara yaslanır, rüya olmadığını anlamak için kendini çimcirir. "Ben bunu işitiyor olamam bu anı yaşamıyorum, doğru duymuş olamam" cümlesinin versiyonlarını içinden tekrarlar. Doğru duymuştur. Doğru duyduğunu idrak ettiği an delikanlının ya da genç kızın dumur anıdır. Gerçi asla ilk duyulduğu andaki kadar tesirli değildir. İlkinden sonra tekrarı çok gelir, ömür boyu duyulur. Bu cümleyi kanıksadığınızda dönüşümünüz tamamlanmıştır, genç değilsinizdir artık.


Resimde Mona Rıza Hanımefendiyi yüzyıllar ötesinden kendisine bakan insan kitlelerini kuşku ile süzerken görüyorsunuz. Dudaklarında gizlenmiş masum gülümsemeye ve ellerin kavuşturuluşundaki müstehzi havaya hatta arkadaki ağaçların arasından yankılanan fantazi müziğimizin ölümsüz örneklerinden "Sabah vakti taviz verdim sevdiceğime" isimli eserin sözlerindeki, gizemli vaadlerle yüklü samimiyete ayrıyeten dikkat lütfen !!!

19 Ekim 2008 Pazar

Serüven Başlıyor

Blog tutma defterimi 2007 yılında kapattığıma karar verdikten bir kaç ay sonra, aslında net olarak bir tarih vermek gerekirse, bundan tam, bir yıl, bir gün önce blogspota bir nevi ısrar üzerine girmiştim. İlk blogumda çok fazla telden çalmış, bir ondan, bir bundan, biraz da şundan diyerek genelde saçmalamıştım. Orada çok güzel bir arkadaş grubumuz olmuştu, her gün birimizin blogunu ziyaret edip, sanki chat yapar gibi alta yorumları sıralardık. Bazen yazdığım yazılardan daha enteresan yorumlar çıkardı ortaya, sayfalarca. Blogspotta başladıktan bir kaç ay sonra, netlarusta 2006 yılında açmış olduğum tüm yazıların silinip, sitenin iptal olduğunu gördüm. Yazılarımı, oradaki arkadaşlarımın yorumlarını kaybetmeye fazlaca üzülmüştüm.

İlk gün "Vladimir'i Takdimimdir" başlıklı yazımı, ikinci gün ise "Terazinin dengeye yaklaştığı anlar" başlıklı yazımı yazmıştım,


Blog aleminde yazmanın yanısıra, okumayı da çok fazla seviyorum. Farklı insanların sayfalarını ziyaret edip okumayı, bazen onlara yorumlar bırakmayı bazen sevdiğim bir yazının yanından sessizce, en ufak bir tıkırtı çıkarmadan uzaklaşmayı seviyorum. Bazen o kadar güzel yazılarla karşılaşıyorum ki altına ne yazsam boş kaçacak. Sesizce ziyarete dip okuyup çıktığım sayfalar var aylardır. Bir gün ülkemizde fazlaca bilinmeyen fantastik roman, Gormenghast ile ilgili yazı yazmak istedim, internette dolaşırken bir blog gördüm; adam bu üçleme hakkında o kadar güzel bir inceleme yazmış ki, inanılır gibi değil. Yine filmlerle ilgili o kadar güzel yorumlar yapan arkadaşlar var ki her ay o kadar para verip satın aldığımız sinema dergilerinden çok daha iyi gözlemler yapıyor. Neşeli ve kederli bloglar var. Hepsinin ortak yanı samimi oluşları. Numaradan uzak, kendisi gibi. Bir kaç kez yolum düşenleri ise yan tarafa sevdiklerimin arasına alıyorum. Listem bir yılda nasıl da dolmuş. Şimdi herhangi bir silinme ihtimaline karşı yazılarımı kendi bilgisayarımda yedekli tutuyorum.


Buraya başladığım ilk bir kaç ay boyunca konu bulmakta zorlanmıştım. Ancak sonra bana aniden bir şey oldu, resimlerin bana ilham verdiğini, ya da ilham lafı az kalır, içimde sanki gizli bir kapıyı açtığı farkettim. Ocak ayından beri bir resim görüyorum ve ona bakarken, aniden o gizli kapı açılıyor ve içinden öyküler, insanlar, hayvanlar, böcekler, çiçekler bazen birer birer, bazen de kalabalık halinde dışarıya çıkıyorlar. Bu kadar uzun süre yazacağıma ihtimal vermemiştim. Yazdıklarımın içinde Çiçek İsimli Kadınlar, Her Hakı Mahfuzdur etiketli yazılar ile bazı anılarım o kadar çok büyüdüler ki buraya aktaramıyorum, bloga sığamayacak kadar çok yazı birikti. Özellikle Çiçek isimli kadınlarda üç çiçek kafa kafaya verdiler ve birbirleri ile iyi anlaştılar, yalanlar ve gerçeklerin dünyasında kendi yollarına devam ediyorlar, üşenmeyip tamamlayabilirsem roman olabilir. Her Hakkı Mahfuzdur daki Hakkı'nın öyküsü de aldı başını gitti, ölümden sonra hayata dair uzun bir yazıya dönüştü. Bir de her ayın birinci günü bir cümle seçip altına bir öykü oturttuğumuz çalışmadan ilhamla ben her aklıma estikçe kitaplığımdan bir kitap çekip bir cümle beğeniyor ve onun altına, blogum için biriktirdiğim resim dosyamdaki resimlere baka baka geçmişi hatırlıyor. Geçmiş, gelecek, şu anın karıştığı daha çok anı ağırlıklı yazılarımı yazıyorum. Şurası bir gerçek ki yazmak; bir serüven, kendi içimize tuttuğumuz ayna, üzerinde yaşadığımız dünyaya ve kendimize karşı duyarlı olma eylemi. Blog tutarak bu işe bir ucundan bulaşmış bir çok insan var. Bu satırları okuyan sen de bunlardan birisin. Bu serüvenin sonu yok, hepimiz için daha yeni başlıyor. Lütfen bırakmayalım, hep beraber devam edelim.

Bugün bilgisayarın başına kendi doğum günüm için sevdiklerim, sevmediklerim başlıklı bir yazı yazmak üzere oturmuştum ama yukarıdakiler çıktı. Neye niyet neye kısmet?

Bir de bugün, bu yazıyı yayınladıktan hemen sonra Abi'nin blogunda beni etkileyen bir yazı gördüm, ayna fantazisi.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Eğleniyor musun Sevgilim?

Bu laf eski türk filmlerinde sıkça eğlenilen laflardandır. Filmde duygusal entrikanın doruğa çıktığı anlarda pek bir sıklıkla kullanılır.

Olay bir villada geçmektedir, geniş bir salon vardır, salonun merdivenlerle bitişik duvarında ebabil kuşu resimleri nakşedilmiştir. Evde mühüm bir parti tertip edilmiştir. Fonda bir alay zibidi görünümlü, kadınlı erkekli grup, ağızları bir karış açık, çalan müzikle ilgisiz biçimde hoplayıp zıplamaktadır. Bu gürültü patırtının önünde baş kadın aktrist erkeğe somurtarak bakmakta zihninde elmaslarının kırat hesabını yapmaktadır. İçten pazarlıklı bir hali vardır. Dokunsan ağlayacak gibidir. Sevgilisi de arkadaki zibidiler kadar kaptırmış hoplarken kadına aniden pür neşe ve merak içinde sorar;

"Eğleniyor musun sevgilim?"

Zaten içinde fırtınalar kopmakta olan kadın soruyu duyar duymaz, ki zaten kıskançlık krizinin eşiğinde olduğunu takma kirpiklerini asabi biçimde oynatarak belli etmektedir. Aniden ağlayarak ve de çarpık çarpık koşarak setten uzaklaşır. Bu koşturma stilinde Hülya Koçyiğit çok başarılıdır. İç dünyasını arka plan çekimde eller vücudun iki yanında ayaklar kıçına çarparak koşarken tüm netliği ile belli eder.


Hande Yener'in Romeo şarkısını pek bir sevmiştim geçen sene, video klibinin başındaki yürürken, yürüyemezken ki hallerini pek bir tutuyordum, izlerken nedense aklıma hep o türk filmlerindeki soru, ve o soruya yanıt olarak kadının kös kös koşarak seti terkedişi geliyordu. Yazdım. Bir rahat ettim anlatamam.

17 Ekim 2008 Cuma

Kedi İşte, Ne Bilsin

Geçen gün, Ege'nin incisi İzmir'in en mutena semtlerinden olan Alsancak'ta, çok mühim bir sebeple avare avare dolanıyordum ki, yolun kenarından "vikvik" tarzı bir ses yükselince tüm dikkatim dağıldı. Sesin geldiği yöne hafiften sallana sallan bakınca ne göreyim beğenirsiniz, minik bir kedi yavrusu durmuyor mu? Kedi, aç ve yorgundu. Belli ki anne ve kardeşlerinden ayrı düşmüştü. Onları arıyor ve bulamıyordu. O an nasıl üzüldüm, dünyalar başıma yıkılır gibi oldu. Hayvanın aç olacağını düşündüm. Resmen empati denen şey bu işte. Hemen en yakın Burger King'e gidip kendisine bir hamburger aldım. Ona sormaya vakit bulamadım ama, beğenmeyeceğini düşünerek hamburgerinin içine hardal, ketçap, mayonez ve soğan koydurtmadım. Kedi olsam Burger King'den çıkmazdım sanırım. Bu da arızalı empati işte.

Kediye acıdım. Hamburgeri verdim karnını güzelce doyurdum. Kendisini kapısı gösterişli, zengin görünümlü bir evin bahçesine terkettim. Azcık daha yürüsem kilise avlusuna da bırakabilirdim ama canım istemedi. Hem sıkılmıştım. Bu sorumluluğu daha fazla taşıyamazdım. Terkettim. Yürüdüm gittim. Arkama döndüğümde kedinin çimenlerin üstünde bir yere rahatça kıvrılıp kendini temizzilemeye başladığını gördüm.

Morâlmanlarım Gaza Geldi

Seneler önce katıldığım iki günlük bir seminerin son gününde konuyu aktaran kişi yirmi katılımcının olduğu sınıfa ince uzun şerit gibi bir kağıt dağıttı. Her bir kağıdın en tepesinde bir kursiyerin ismi yazılıydı. Kağıtlar u masa düzeninde yerleşmiş insanların arasında yazılıp, katlanarak elden ele dolaştı. Önümüze her yeni gelen kağıda en tepede ismi yazan kişi hakkındaki düşüncelerimizi yazdık. Tur tamamlanınca eğitimci kağıtları isim sahiplerine verdi. Herkes kendi kağıdını içinden okudu. Okumayı bitirenlerin yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. Eğitimci "Bu kağıtları saklayın, moraliniz bozulduğunda çıkarıp okuyun, göreceksiniz moraliniz yerine gelip, yüzünüz gülecek" dedi. Bir seminerden sonra her zaman tuttuğum notlara varıncaya kadar herşeyi atarım. Bu kez öyle olmadı.

Ondokuz kişinin benim ile ilgili yazdığı o kağıt parçasını cüzdanımda saklıyorum. En üstünde ismim yazıyor, ve altında yer alan her bir satır bana mutlu olmam gerektiğini hatırlatıyor, bozuk olan moralim düzeliyor, işlerin en sarpa sardığı, dünyanın tepe taklak olduğu anlarda bile "haydi Vladimir" diyorum, gaza geliyorum.

16 Ekim 2008 Perşembe

Solistler Geçidi: Beraber Ve Solo Tırışkadan Nağmeler

Netlarus’ta “Hepbanahepben” adı ile yazarken Nadim Naim adında bir karakter yaratmıştım. Bazı yazılarımı bu isimle etiketlemiştim. Nadim Naim, ellisini devirmiş, müzikten zerre kadar anlamayan, albümleri şarkıcılarını saç ve giysi modellerine bakıp değerlendiren, bir yazısında eleştirdiği şarkıcı için bir diğer yazısında övgüler döşenen, şirret, agresif, yalancı, bir kitap yazmaya çalışan, yazılarını başkalarından çalan tamamen uydurmasyon bir karakterdi. Sanırım şu aralar hayata dönmeye çalışıyor. Benim yarattığım hayal ürünü nadim karakter şimdi yaşıyor olsaydı köşesinde şunları yazardı kesin:


Serdar Ortaç, sürekli olarak yirmili yaşlardaki hallerini devam ettirmeye mahkum olmuş, bunalım takılan, ona buna haddini bildiren, uydur uydur yaz makamından şarkıları acele tarafından üreten, emekliliğe çoktan hak kazanmış ama bunu fark edememiş türk pop müziği cıstaklamacısı. Sesinin rengine, enginliğine, derinliğine değinemiyorum çünkü yok böyle bir şey.


Deniz Seki, geçtiğimiz günlerde sahici isimli bir albüm çıkartmış, albümünü de sahici aşklara adamıştır. Ağdalı, ağlamaklı, yapmacıklı, veremli kız modunda yorumladığı şarkılarında son derece içten pazarlıklı bir hali vardır. Hal böyle sahtelikler üstü mertebedeyken sahici isimli albüm çıkartması anlamsız kaçmıştır.


Hilal Cebeci, sesinin yetersizliğini elbisesinin dekoltesi ile gizlemeye çalışan, dekoltesi büyüdükçe vücudunu gizleyemeyen meşhur bir kadındır. Demek ki bir şeyi gizlemeye çalışırken başka bir şeyi gizleyemiyormuşuz. Yani ya sesi gizli tutacağız, ya da vücudu. Ayriyeten, bu hanım bir dönem Doğuş isimli ayrı bir vaka-i pop’un belalısı olmaya niyetlenmesi ile basını hayli meşgul etmişti.


Neco, müziğe yıllarca emek vermiş ama istediği yere gelememiş hırçın yaradılışlı bir sanatçı izlenimi veriyor ve nedense müzikte uzun yıllar harcayan herkesin en üst mertebede olması gibi bir şartı olduğunu zannediyor. Ama müzik memuriyet gibi değil ki, mesai yetmez, doğru kararlar verip doğru şarkıları seslendirmek gerekir. Zamanında ilgi çekip hızla popüler olabilmek için palyaço kıyafetleri ile şarkılar söyleyen Neco Bey uzun süre palyaço şarkıcı olarak halkın aklında yer tutmuştur. Defalarca ısrarla eurovision şarkı yarışmasına katılarak "şöhrete bari buradan ulaşayım" demişse de ülkemizi temsilen “Hani" isimli şarkı ile yarışıp orada da muvaffakiyete erişememiştir. Olmamıştır, olamamıştır. Leman Sam ile bir dönem enteresan sahne showlarına kalkışmış, pek fazla albüm çıkaramamış en son yayınlanan yeni eseri "hafif hafif" ismini taşıyan dört şarkılık bir single olmuştur.

Kayahan, geldik en önemlisine, bu bestekârımıza olan hislerimi yaklaşık bir yıl kadar önce alenen beyan etmiştim. Ben bu eski pop müzik ikonunun en çok İzmir’de bir Sezen Aksu konserinin ortasında bembeyaz yüzü takriben 150 kg çeken gövdesi ve yerden bitme badik boyuyla bir canlı cenaze gibi sahneye çıkartılmasına o sahnede de sanki Hindistan’dan gelen ve o ülkede kutsal addedilen bir varlıkmış gibi muamele görmesine hasta olmuştum. Adamı elinden tuta tuta sahneye iteklediler, bu da yetmedi adam “bir aşk hikayesi” denen şiiirimsi şarkıyı okudu tam 15 dakika. Sayesinde Sezen Aksu'ya olan sevgim azaldı bir müddetliğine – ki ben çok pis bir Sezen Aksu fanatiğiyimdir. Fanatikliğim azaldı resmen.

Ayşe Hatun Önal, 2008 yılında yeniden bir albüm yapmıştır. Şimdi bu sanatçımız albümünden çıkan ilk video klibinde uzaylı kılığına girmiş bir ufaklığı taytaylayıp onu gezegenine göndermeye çalışan, elbisesi bir çöl için hayli şıkırtılı kaçmış, tırnaklarındaki ojelerini kendi kendine yemiş bitirememiş iyiliksever dünyalı kızceğiz rolünde kendi kendini kendiliğinden aşmıştır. Ben albümden “Marslı” isimli şarkısını dinledim, bu sene Tuğğğbaaaağaa Ekinci'nin çıkarttığı şeyden daha iğrenç bir şarkı çıkamıyacağı yönündeki teorim de bu sayede güme gitti malesef. Üstelik şarkıyı tavladaki doğa hadisesi mars sanma saflığını göstermişim, değilmiş. Bildiğin Mars’mış meğer, marslının hislerinden bana ne, orda hayat yok, his ne gezer? Albümdeki ekip sıkı yalnız, kadının sesini sileceksin albümden geride nefis bir altyapı var. Ayşe’cim sildim seni kusuruma bakma.

Tuba Ekinci, Bu sene çıkarTTığı albümünün ilk üç şarkısını aşağıda albümdeki sırasıyla sıralıyorum, müzik ve sözleri siz uyduruverin artık:
1 - Kondom
2 - Yoksa
3 - Vermem

Yeşim Salkım hanımefendinin sesi beni hep irite edegelmiştir. Benim çok subjektif kıstaslarıma göre hayli kötü sesli türk pop müziği sanatçısı olduğunu iddia etme cüretinde bulunabilirim. Dünya evine dört kez girmiştir, sanırım bir tesadüften ibaret olmalı, evlendiği kişilerin hepsi de ekonomik yönden güçlüdür. Son eşinin ex aşkına nazire olsun, kılçık versin diye kendisi, bir dönem kendi kendisini "ben evlenilecek kadınım gezilecek kadın değilim" sözleri ile ifade etmiştir. Seslendirdiği şarkılardan bazıları şunlardır: Son Bir Sigara, Ben Yoldan Gönüllü Çıktım, Deli Mavi, (sezen aksu'nun) Tutuklu. Kral TV ödüllerine bir dönem şike karıştırdığını hiç utanmadan sakınmadan dile getirmiş, Hilal Cebeci’ye nefretini kusarken kendini de şikeler üstü bir konuma konuşlandırmıştır.

Şu özlü söz öbeklerinin sahibesidir; "Biliyor musun, beni en çok kadınlar yalnız bıraktı. Allah’ım, ne çok ne çok düşmanım varmış benim. Sabah altıda ayağa kalkıyor, gazeteler benim için ne yazdılar diye titreyerek bekliyordum. Çoğu iddianın hesabını verebilirdim ve verdim. O astronomik kredi kartları benim değildi mesela. Ama... Özellikle köşe yazarı kadınların bana yaptıklarını unutabilmem mümkün değil. Neydi bu nefretlerinin sebebi allah aşkına? Para mı, şöhret mi, fiziğim mi? nedir?... Yeniden kurmaya çalıştığım hayatımda da derin ve onarılamaz yaralara sebep oldular. En çok kadınlar taşladı beni. Gözümden iplik gibi akıyordu yaşlar, o nefret akan yazılarını okurken... Dedikodularını o ciddi sütunlarında haber diye yazdılar..."

Şöhreti azaldıkça, saldırganlığı artan, internet sitelerine, köşe yazarlarına, mankenlere hadddini bildirmek uğruna komik duruma düşen, ona, buna, şuna haşin sözler sarf etmekte beis görmeyen sanatçımız oynadığı ve edindiği altın portakallı filmdeki repliği "Ben şarkıcıyım şarkıcı" cümlelemesini hatırlayıp ona göre demeçler verse otursa oturduğu yerde pek iyi olacak. Kendisi bu sene yine yeni albüm çıkartıp, bu sefer balkanlarda tutmuş pop şarkılarına söz yazdırtarak liste başı hayalleri kurmaya başlamıştır. Henüz hiç bir şarkısı kulağıma çalınmadığına göre ya gerçekten kötü ya da radyo ve tvlerin o denli antipatisini kazandı ki kimsenin canı bunun şarkılarını çalmak istemiyor.

Vay be amma da yazarmış ha... Nadim'cim hadi gene iyi tarafıma denk geldi seni hayata döndürmeye karar verdim.

Müzik dünyasındaki haller böyleyse, medyadan gözüme çarpa gelenleri de ben yazayım, elime mi yapışır;

Şenay Düdek, profesyonel dedikodu maker da denilebilecek, kimin elin kimin cebindedir mevzularına hakim maskulen görünümlü kadın kişi. Uzmanlık dalı olan gündemde yer tutan dedikodusal materyallere hakimiyeti güçlüdür. Ana branşı magazin olmasına rağmen kendisini her tür konuda otorite zanneden kimsedir. TVden bir ara Müge Anlı gibi bir diğer güzide magazin şahsiyeti ile sabahın köründe naklen “o ne dedi”, “bu ne dedi”, “şu ne cevap verdi”, “bak sen şu hadsize” konularında ahkamlar kesmekte, arada jüri üyeliği yapmaktadır.

Tan Sağtürk, evini sponsorlara dekore ettiren, görünümü güzel diye köpek edinen ama köpek bakmak sorumluluk duygusu olan insan işi olduğundan hayvancağızı derhal sokağa salan, burnuna kamera ve mikrofonlar dayatılıp da "Tan Bey bu hayvanceğizi niye aldınız, derken ne oldu da attınız sokaklara?” sorusuna, kendisi “hık mık” edince yanıtını ancak Berguzar Korel isimli dünyanın en şahane dizi film oyuncusu ve o dönemki “love interest”inin, sanki üzerine vazifeymiş gibi zorlanarak, zorlayarak, zorlukla uydurabilip "kendisi çok meşgul o sebeplen" diyerek savunmaya çabaladığı adamdır. Fransa'nın en baş baletler üstü bir şeysi olduğu söyleniyordu, Türkiye'ye baleyi kurtarmaya gelmişmiş falan. Yok ya bu kiloyla mı? Evinde evci hayvan beslemek konusunda sorumluluk sahibi bir insan gibi davranmamayı tercih ettiğini öğrenmiştik. Kendisi dansla ilgili, açıkgöz bir de, ülkemiz gibi yerlerde ancak insanları bir müddetliğine kandırıp oyalayabilir o kadar.

Ayşe Arman, "Siyah tangamı giydim sevgilimle sevişmeye gidiyorum" mevzulu yazılarından sonra da "Ay ben ne kadar iyi anneyim" yazılara geçiş yapmış, bu geçişle sığlıktan, yüzeysellikten kurtularak vasat blog yazarı seviyesine terfi etmiştir. Yazılarını ilgi ve derin alaka ile takip etmekteyiz efenim.

Sema Çelebi, jüri üyesi olarak adını duyurmuş, sosyetik soslu, profesyonel istakoz satıcısı kadın. Vücudundaki botox takviye seviyesine dair halkın kuşkuları o denli yüksektir ki, izleyicinin gözlerinin önünde her an ama her an patlamaya hazır bomba gibi durmaktadır. Kendi aleyhine sarfedildiğini düşündüğü her laf için anında infilak etmekte ve oracıkta ağız dalaşına girmekte beis görmemektedir. Çok kibar pozlar falan takınmasına rağmen türkiyenin en görgüsüz insanlarından birisi ilan ediyorum efendim kendisini.

Medyum Memiş, Keto ile katıldığı bir canlı yayında Keto bu beyefendinin etekli, makyajlı ve uzun saçlı resmini kameralara gösterip zarla ve de zorla konuşarak; "O kadar erkeğim, şöyleyim böyleyim diye kasılıyorsun madem erkeksin bu kılık ne?" diye sorunca sinirlenip ketonun üstünde zıplamış cinci insan kişisi. Adamı Allah yarattı demeden dövdü be kardeşim ya.

Vladimir Zokyakta; Yedi Burç, Sekiz Kadın

Burçlarla ilgili bir sürü şeyler yazılır, söylenir. Bir ara burç kitaplarına ben de dadanmıştım. Elime burçlarla ilgili kitap aldım mı, hemen terazi burcunun sayfasını çevirir, okur, “anlatılanlar benim huylarıma ne kadar da benziyor” diye dünya üzerindeki tüm terazi burçlarına sempati duyardım. Terazi Burcuna ilişkin bölüm bitince diğer burçları okur, o burçların özelliklerinde de kendime benzeyen noktalar görünce ayrı bir sevinirdim. Tüm burçlar beni anlatıyor diye önce mutlu olur sonra, “Allahım bu nasıl pespaye bir kişiliktir? Her telden çalıyorum” diyerek eseflenirdim.

Hayatımda bazı dönemler önemli yerleri olmuş kadınların özelliklerine bakarak tamamen kişisel gözlem ve deneyimlerime dayanarak sonunda burç dünyasına da el attım. İşte 7 kadın;

Akrep Burcu Kadını: Hayatınıza giren bir akrep kadınını o istemedikçe çıkarmanız mümkün değildir. Bitti ve gitti diye on yıl düşünebilirsiniz. Ama bu safiyane bir erkek yaklaşımı olur, tamamen zavallılık tabii. Ancak o sizi izlemeyi asla bırakmaz. Gerekirse on yıl boyunca zayıf anınızı bekler. O an akrep kadınının hayatınızdan çıkmadığını ve hep sizi izlediği öğrenirsiniz. Bu kadınların on yıl sonra son sözünü söyleme potansiyeli vardır.

Balık Burcu Kadını: Bizim yaşadığımızdan apayrı bir dünyada yaşarlar. Kendi hisleri ile çepeçevre kuşatmışlardır kendilerini. Duyguları hayattaki her şeyden önde gelir. Hayatının gidişatını duygularına ve o andaki altıncı hissinin emirlerine göre belirler. İç dünyasında acı çekmekten aleni bir zevk duyarlar, eğer çok sevmiyorsanız bunlara sinir olmak çok kolaydır.

Başak Burcu Kadını: Mükemmeliyetçi olduğunu ilk bakışta anlarsınız, temiz, zarif, tertipli, yedi gün, yirmi dört saat, her dakika. Bu kadar planlı olmak, ertesi gün atılacak adımları bilmek, hayattaki heyecan faktörünü sıfıra indirmek demektir. Heyecansız hayat her babayiğidin harcı değildir.

İkizler Burcu Kadını: Terazi ve kova burcu mensupları ile iyi arkadaşlık ederler. neşeli ve zeki tiplerdir. Her konuda anlatacak hikayeleri vardır, asla güvenemezsiniz, sizden sıkıldığı anda sizi satarlar. İlişkide fazla şey beklememek en doğrusu olur.

Kova Burcu Kadını: Ne istediğini çok iyi bilir. Karşısındakinin de niyetini “şıp” diye anlar. Frapan ve rengarenk giyim tarzı, insanlarla çok çabuk iletişim kurabilme özellikleri ile bu hava grubu kadını kolaylıkla farkedersiniz. İkizler ve terazi burçları kadın ve erkekleri ile iyi dost olurlar.

Boğa Burcu Kadını: Ne olduğu gibi görünürler, ne de olmak istedikleri gibidirler. Bu dengeyi oluşturmadıkları için hayatlarında hep bir noksanlık hissi vardır. Noksanlıkların başkası tarafından tamamlanmasını beklerler. Sevdiği erkek için fedakarlık etmeyi ve bu fedakarlığı ikide birde erkeğinin başına kakmayı severler.

Terazi Burcu Kadını: Tatlı gıda maddeleri ile araları iyidir, çok ince bir zevkleri vardır, girdikleri bir ortamda kendilerine bakılsın isterler, bundan haz duyar ama farkında değil gibi davranırlar. Çok iyi dost olurlar, dostlarını sonuna kadar bırakmazlar. Çok söylenirler ama büyük bir kazık yemedikçe insanları hayatlarından kolay kolay atmazlar. Eğlence insanıdırlar. Etrafındaki insanlara gerçek iç dünyalarını kolay yansıtmazlar, en kederli anında eğleniyor gibi görünmeyi başarırlar.

Bu kadar ciddiyet yeter, eğlencelik niyetine bonus olarak gelsin sekizinci kadın... yani Sapık Kadın:



Ben "Sapık Kadın"ı bir film ismi olarak gazetenin TV sayfalarında gördüğüm gün o gece ne yapıp edip izlemeye karar vermiştim. O akşam arkadaşlarla buluşacaktım. Ancak "Adaaaaam sen de, nasılsa hep buluşuyoruz sonra nasılsa gene buluşuruz" diyerek onları ekmeye karar verdim. İçinde sapık kelimesi geçen filmler ilgimi çeker. Sanırım bende de var bir miktar sapıklık potansiyeli. Sapık kadın o gece benimle olan randevusuna tam zamanında geldi; TV de bir film ilk kez önceden belirtilen saatinde başlıyordu.

Bu Sapık Kadın, bir 1988 yılı türk filmi faciası, başlıca rollerinde sarı peruklu Perihan Savaş, bıyıklı Tarık Tarcan, yarı çıplak Bahar Öztan boy göstermekte. Senaryoyu Safa Önal yazmış, Orhan Elmas da yönetmiş. Konu bildiğiniz Fatal Attraction (öldüren cazibe) filminden apartma. Tarık Tarcan Ahmet adında genç, yakışıklı, alımlı, kaslı, yapılı, seksi mi seksi, kadınların başını döndüren başarılı, evli bir erkek güzelidir. Bir gören bir daha dönüp bakmaktadır. Güzel, seksi, zeki, iri göğüslü, dudakları yarı aralık ve nemli gezinen eşi Nevin (Bahar Öztan) ve minik kızları ile düzeyli bir evliliği sürdürmekte. Gerektiğinde karısının üzerine titremektedir. Nevin kocasının kendisini aldatabileceğine ihtimal bile vermeyecek denli salak bir kadındır. Ahmet bir davada, savunduğu müvekkili hakkında kıçından yalan haber uyduran gazeteci güzeli Tülay’ı (Perihan Savaş) mahkemeye vermiştir. Tülay sarışın ve zeki, sarışın ve seksi, gerektiğinde cilveli ve sarışın, gerektiğinde cıvık ve sarışın, gerektiğinde ateşli ve sarışın, her nabza göre şerbet vermekten kaçınmayan bir güzeller güzeli sarışındır, peruğunun altından bazen siyah saç demetleri gözükse de Allah'ına kadar sarışındır anlıycağın. Nevin, aldatılacağından haberi olmadığı için masum kızı ile birlikte ailesini ziyarete gider.


Ahmet bir toplantıda tanıştığı Tülay ile önce tartışır, sonra uzlaşırlar ve birbirlerinden hoşlanırlar, ardından cilveleşmeye başlarlar. Tülay, güzel ve sarışın, tutkulu ve sarışın bir kadındır. Sonunda Ahmet zaaflarına yenik düşerek seyirciyi hayretler içerisinde bırakır ve sarışın mı sarışın Tülay’la birlikte olur. Sevişirlerken yakın çekimde Tülay sarışındır. Karısı eve dönünce Ahmet, Tülay’la ilişkisini noktalamak ister. Tülay ise sarışın olduğu için Ahmet ile ilişkisini noktalamamakta ısrar eder. Tülay Ahmet’e iyice bağlanmış ondan kopmak istemeyen bir sarışın olmuştur. Adamceğizi her dakka sarışın bahaneler üreterek iş yerinden telefonla vırt zırt aramaktadır. Yanıt alamadıksıra hırslanmakta, hırslandıkça hem hırslı bir sarışına dönüşmekte hem de aramalarının sayısını arttırmaktadır. Kadın saplantılı çıkmıştır giderek filmin afişindeki gibi sapıklaşır. Tutkusu o kadar artar o kadar artar ki o kadar olsun. Tutkusundan napacağını bilemediği bir an sarışınlığına yenik düşüp intihara yeltenir. Bu yetmez, senaryo bu ya güya Ahmet onun yanına gelir. Tülay kendisine ayrılığı kabul etmiş süsü vermekte hiç bir beis görmez. Sonra nasıl olduysa birden adamceğizin masum kalmış ama sarışın olamamış karısını telefonla arayıp rahatsız etmeye başlar. Bahar Öztan ne olduğunu tam anlamadığı için dudakları yarı aralık, gözleri kısılı olarak ufku seyreder. Allah sizi inandırsın sapık kadın bununla da kalmaz, Ahmet’i her şeyi Nevin’e anlatmakla tehdit eder. Ahmet’i sahiplenmek uğruna onu kendisinden başkasına yar etmemek için onu öldürmeyi bile düşünmektedir. Bir ara bunu dener ama başaramaz. Böyle olunca filmin geri kalanını izlemek mecburiyetinde kalırız.


Derken nedense Ahmet Tülay hakkında bilgi toplamaya başlar. Ve onun gerçekte bir sarışın olmadığını aynı zamanda tehlikeli bir ruh hastası olduğunu öğrenir. Durumu polise bildirir. Polis ona inanmaz. Artık mutluluktan eser kalmamış yuvasına geri döndüğünde Tülay’ı eşi Nevin’le salonda samimi, senli benli vaziyette oturup, çene yarıştırır hatta yapacak başka işleri yokmuş gibi birbirlerine yalandan kek tarifi verirken bulur, aniden dehşete kapılır. Bu dehşeti yansıtabilmek için kamera adamın yüzüne yaklaşır yaklaşır, gözleri kocaman kocaman açılmıştır. Yönetmen bunu dehşeti yansıttığını sanmaktadır, ama adam düpediz salak gibi göRükmektedir. Meğersem Tülay kendisini adamın karısına onun sarışın bir müvekkiliymiş süsü vermemiş mi beğenirsiniz. Sonra aniden seyirci ne olduğunu anlayamadan - e tabi seyirci de salağa döndü sonunda - Ahmet Nevin’e olanları anlatır. Bu arada Tülay hain bir planını sinsice hayata geçirmeye karar verir. Ahmet’in kızını okul çıkışında sanki onun sarışın bir teyzesi imiş gibi alır ve evine götürür. Çocuğu öldürmek maksadıyla kaçırmıştır. Fakat eli varmaz, küçük kızı geri götürür. Sonra durduk yerde bir gece ansızın Ahmet’in evine gelir. Elindeki ip-iri bıçakla Nevin’e saldırır. Nevin kendisine saldırıldığı için çığlıklar içerisinde yeri göğü inletmektedir. Derken Ahmet yetişir,Nevin’i kurtarır. Tülay kavgada ölür. Ahmet ve ailesi için kabus dolu günler sona ermiştir... Seyirci rahatlar. Film biter.


Elde böyle bir araklama senaryo olunca orijinalin kare kare taklidinden ibaret bir film var karşımızda. Sarı saçlı bir Perihan Savaş izlemek ve de ocakta haşlanan evin tavşanı sahnesi görmek istiyorsanız arada sırada hala TVde rastlamanız mümkün. Orijinalindeki korkutucu banyo sahnesi bizim versiyonda yarı çıplak kadınların kapıştığı komedi sahnesine dönüşmüş. Her tür fanteziye gebe bir mizansen yaratılmış, kasten olduğunu sanmıyorum ama olmuş işte. Filmdeki sapık kadının burcunu bilmiyorum, yalnız yükseleninde önemli bir arıza olduğuna eminim.


15 Ekim 2008 Çarşamba

Kapısı Kapalı İnsanlar

Elimizden alınanlar, bizden uzaklaştırılanlar sadece hatırlar gibi olduğumuzda hüzün veriyor.

Büyük şehirlerde dilenciler geziyor, avuç açıp acıklı sözlerle insanlardan para istiyorlar. Onlara para ve paranın yanında acıma duygularımızın bir bölümünü veriyoruz. Çünkü büyük şehirlerde dilenciler profesyonel, gezdikleri yerler parsellenmiş. Hava parasını ödeyip elde ettikleri alanlarda profesyonel biçimde işe çıkıyorlar. İzmir'de başörtülü bir kadın on yıldır farklı semtlerde geziyor, 30'lu yaşlarındaydı ilk rastladığımda şimdi 40'larını sürüyor, yüzünde aynı acıklı ifade, sesinde aynı yakınma ile üç ayda bir bölgesini değiştirip dileniyor, yoldan geçenlere avucunu açıp uzatıyor, kapattığı avucu pardesüsünün cebine giriyor. İzmirde 10 yıldır bir başka kadın, saçları kazınmış çocuğu ile dileniyor. Kah Konak Vapur İskelesi önünde, kah Üçkuyular'da, kah Bostanlı'da Cuma günleri caminin önünde. Çocuk kanser hastası, dilenmeye ilk başladıklarında beş altı yaşlarındaydı yıllar geçtikçe büyüdü, kocaman gözleri masumiyetini yitirdi, ağzını kapalı tutan bir tülbent var hala. Pijamaları ile annesinin önündeki kilime uzanmış, gözleri hesaplı bakıyor. Hastalık bunca yıldır onu eritemedi, ilk kez görenlerin içi acıyor, cüzdanlarına davranıyorlar. Çok görenler onun hasta olmadığına inanıyor. Dilenciler profesyonel, hava parası ile tuttukları yerden vicdanını rahat etttirmek isteyen insanların paralarına el uzatıyor. Kazara aralarından gerçekten yoksul, yaşayabilmek için bir dilim ekmeğe muhtaç, yaşlı, eleri titreyen bir insan geçse hakaretlerine uğruyor. Korkuyor yaşlılar, yoksullar, bir daha parsellenmiş dilenme alanlarına gelemiyorlar.

Küçük şehirlerde, dilenciler, küçük kasabalara, yöresel pazarların kurulduğu günlerde gidiyorlar. Akşamüstü evlerine dönmeden önce bankalarına uğrayıp mangizlerini yatırıyorlar. Paraları bankadayken rahat uyuyorlar. Ertesi sabah erkenden kalkıp, yoksulluğu giyiniyorlar. Yoksulluğu profesyonel olarak giyinmiş insanlar, gerçek insanların merhamet duygularını çalıp çırpıyorlar, onların gerçek yoksullara inancını çalıp götürüyorlar.


Seneler önce güney amerika ülkelerinden birisinde, ülkede ne kadar yoksul insan olduğunu tespit etmek için anket düzenlendi, birebir insanlarla görüşüldü. Rakamlar ortaya çıkmaya başladığında, anketin düzenlendiği merkezdeki bir kadın oturduğu masada başını eline dayayarak "gerçek yoksullar kapısı kapalı olanlar" dedi. Anketi düzenleyenler gerçek yoksullara ulaşamadılar. Gerçek yoksullar, yoksunlukları gösteremeyecek kadar gururluydular.


Gerçek yoksullarla aramızda engeller var.


Dünyanın üretebildiği gıda malzemeleri tüm insanlara yetebilecek düzeydeyken, ağırıklı olarak zengin ülkelerde tüketiliyor, üçüncü dünya ülkelerine gıda malzemelerinin ulaştırılması kısıtlı miktarlarda kalıyor. Gelişmiş ülkeler üçüncü dünya ülkelerine kısıtlı miktarda gıda yardımını son derece gösterişli biçimde ulaştırıyor ancak ulaştırılan miktar sadece görüntüye girenlerin ellerine değiyor. Midelerine girip girmediğini bilemiyoruz. Gelişmiş ülkelere, gelişmeye uzaktan bakan ülkelerdeki fikir, din, dil, ırk ayrımlarından büyük düşmanlıklar yaratmaya çalışıyorlar. Böylece gelişememiş ülkelere silah, mayın, bomba satıyorlar. Bu ülkelerdeki insanların yaşamasına değil ölmelerine ihtiyaçları var. Silahlar gıda malzemelerinde daha pahalı, daha çok kar getiriyor. Büyük ülkelerin amaçları arasında yoksul insanlara yardım etmek yer almıyor.

Yoksul rolü yapanlar, sıradan insanların içindeki vicdanı köreltmek için uğraşıyorlar, büyük ülkeler yoksul ülkelerin manipüle edilebilir ayrılıkları üzerine kartlarını sürüyorlar. Bahisler kapandığında kaybeden her zaman yoksul insan grupları oluyor.


Yoksulluğu şu anda içinde olduğumuz düzende gidermemizin imkanı asla yok. Çünkü gücü ellerinde bulunduranların yoksulluğu gidermek gibi kazancı az bir girişime ayıracakları zaman ve emekleri malesef, asla olmayacak.

Karamsarım, kesinlikle ümitli değilim.


14 Ekim 2008 Salı

Düttürü Dünya

Yoksulluk konusundaki blog hareketine dair bilgiyi aldığımdan bir türlü yazı yazamıyorum. Neşeli bir yazı yazmak için oturuyorum ama parmaklarımdan hep hüzünlü öykülerin başlangıçları dökülüyor. Neşeli bir şeyler yazmak istiyorum ama zorlamayla olmuyor, yine de bugün fena halde saçmalayasım var.

Saçmalamak deyince en önce saçmalayanlardan başlayalım. Benim için kendini olduğundan önemli göstermeye çalışanlar ya da kendini çok ama çok önemli zannedenler saçmalamaktadır. Saçmalamak deyince kendimi yollara atasım var, şehirler arası bir otobüse binip buralardan kaçasım var.

Yollar, yolculuklar,
Şehirlerarası yolculukların dilimize kazandırdığı şirin mi saçma mı karar veremediğim birkaç ifade var var. Bunlardan bir tanesi bayan yanı denilen, otobüs içi coğrafyaya dair bir ifadedir. Bayan yanı adeta kutsal bir yerdir. Eğer yalnız seyahat eden bir erkekseniz oraya ölseniz geberseniz oturamazsınız. Oturabilmeniz için bayan olmalısınız ya da yanı boş olan bayan ile beraber seyahat ediyor olmalısınız. Kaldı ki, bayanla seyahat ediyorsanız yanının boş olması için terminale giden yolda hayli bir kapışmanız gerekebilir. Zaten çok tartıştıysanız beraber seyahat edeceğiniz bayan sizi yanında görmek istemez o zaman boş bir bayan yanı yaratmakta başarılı oldunuz demektir. Diyelim ki tartışmadınız yanına oturmaya hak kazandınız, sakın ha yolda giderken kendisi ile tartışmayınız. Seyahat ettiği bayanla ağız münakaşası yaşayıp da kazanan bir erkeğin olması ihtimali sıfıra yakın olduğu için böyle bir duruma yol açarsanız zaten, hepten, toptan, baştan kaybeden olursunuz - ki bu artık hem bir kısır döngünün başlangıcı hem de iflah olmaz kronik açmaza on derste girişin ilk öğretilerindendir. Hayır, ben şunu anlamıyorum; pencere yanında gideceğimiz vakit bileti kesen görevli "pencere kenarı" diyor da, kenarında gidilme olasılığı olan yer bir bayanın kenarındaysa neden bayan kenarı denmiyor? Neyse alıştık artık bu da eskisi kadar bet gelmiyor kulağıma. Bayan kenarı dedikçe bana ören bayan lafı fena halde çağrışım yapıyor. Ama o da ayrı bir konu.

Şehirlerarası yolda arkadaşlarınızla arabanızda gidiyorsunuzdur. Arkada oturan kadınlardan biri "azcık dursanıza biz çiçek toplayacağız" der. Akşam karanlığı çökmek üzeredir, "Ne bu çiçek merakı akşam vakti akşam vakti" diye içinizden söylenirsiniz. Sonra jeton aniden düşer, çiçek toplamak bir koddur, şifreli kelamdır, işemek, su dökmek manalarına gelmektedir. Bu sefer içinizden başka türlü söylenirsiniz "akşam akşam bekleyemediniz bir güzide benzin istasyonuna kadar".

Şimdi anlatacağım otobüs, vapur, bilimum toplu taşıma aracında görülen bir hadisedir. Yüzlerinde hüzüne benzer hülyalı bir bakış ile uzaklara dalmış adamlar vardır. Parmaklarından bir tanesi kendi burun deliklerinden bir tanesinin içinde sanki beyin loblarından bir tanesine erişmeye çalışırcasına, dünya ile ilişkisini tümden kesmiş biçimde, bir elmas madeninden en yüksek karatlı elması çıkaratıverecekmiş gibi kendinden geçmiş halde faaliyet göstermektedir. Bu kimseler başarıya ulaştığında burunlarının içinden çıkardıkları kuru bir sümük parçası ile birlikte gerçek dünyaya dönerler. Yüzlerinde muzaffer bir eda ile ellerindeki ganimete bakarlar. Sonra onu top yapıp atarlar. Parmak burun içinde geçirdikleri bu mutlu zaman dilimine ise olayın izleyici faniler ise dolma yapmak derler. Bu tür ulu orta dolma yapılmasını saçma bulurum.

Hayvanlar:

Hayvana insan ismi verilmesini saçma buluyorum, her şey bir tarafa insan isimli hayvana seslenirken bir tuhaf olur Kişi. Mesela etrafınızda; Köpeğine "Betül kızım rica ederim çıkma sehpanın üzerine evladım, gel buraya misafirlerimize ayıp oluyor" diye yalvaran, kedisine "Hulusi yavrum çıksana saklandığın yerden, yedin bitirdin kendini, tırmalama o halıyı kar leoparım benim" diye yalvaran insanlar olduğunu düşünün. İsim insan ismi de hayvancağızın bakışı hep masum ve tepkisizdir. Hayvan işte ne bilsin. Ama bu duruma şahit olmak benim diyen adamın sinirlerini bozup delimsirek kahkahalar atmasına yol açıyor.

Bir de hayvanlarla ilgili anlamadığım, sevgilisine, kızına prensesim diye seslenen adamlar var, işyerlerinde de evlerindeki prenses isimli kedinin maceralarını anlat anlat bitiremezler. Prenses diye seslendikleri kadınlar acaba adamın kedisini sever gibi kendilerine seslenmesi için ne düşünürler hem saçma gelir hem de merak ederim.

Düzeyli ilişkiler,

Hayatlarını boyalı basına malzeme olmaya adamış manken ve medya önü maymunlarının yaşadıkları bir gecelik cinsel ilişkileri düzeyli bir ilişki diye adlandırmasına kahkahalarla gülüyorum, tabi geriden. Gerçekten düzeyli ilişkilere ne leke sürüyorsunuz be kardeşim.

Ben böyle olsun istememiştim,

Yerinde kullanıldığında acı verici olabilir ama berberinin aklına uyup saç modeli denemiş erkeğe aynadan kendi ensesini gösterdikleri an ağzından pişmanlık, şaşkınlık, keder, gördüklerine inanmama, yılgınlık yüklü biçimde döküldüğü vakit komik olur. “Ya nasıl olsun istemiştin cici beyim”

Oğlum göster amcalara pipini,

Erkek çocuklarına zaman zaman söylenir. Ama çocuğun ileri vadede bu konuda alışkanlık kazanmamasına dikkat etmek de bir ebeveynin görevi olmalıdır. Çocuk çok alışırsa göstermeden duramaz. İleri yaşlarda sorun çıkabilir. Sorun çıkabilir ne kelime sorunsuz kalınmaz.

İçi geçmek,

İşte bu lafa da çok gülerim. İş yerinde yaşça büyük bir arkadaş vardı, hep içi geçerdi. Alay konusu olurdu. Meğersem şeker hastası olduğu için böyle uyuyakalırmış, olduk olmadık yerde. Adamın asansör yolculuğunda bile içi geçiyordu. Zemine gelince dürtüyorduk ki uyansın. Bir gün akıl verdim, "Abi senin kravatının düğüm noktasına toplu iğne gizleyelim, senin için geçince çenen düşüyor, iğne batar uyanırsın" Bu fikri tuttu bizimkisi. Uyguladı da. İçi geçtiği vakit "ah" diye bağrışırdı. Biri müddet sonra acıya alıştı, öğleden sonraları vampir gibi çenesi kanlı gezdiğini farketmesi biraz zaman aldı. Efendim şeker hastalarının da içi pek bir geçer. Ama ben işyerinden bu mazideki ağır ağabeyi ve onun iç geçmelerinianımsadıkça gülerim


Ayaklı gazete,

Hayatını neşriyata, birinden duyduğunu mutlaka öbürüne aktarmaya, hatta bu aktarma hadisesi esnasında kendinden de katmaya, gece gündüz dinlemeden havadis yaymaya adamış kimseleri anlatan bu ifadeye de çok gülerim.

Şarkılar,

Çav Bela, artık bar marşı haline dönüşerek taşıdığı anlamdan uzaklaşmış bir şarkı olmuştur. Alkol seviyesi yükseklerde seyreden bir grup insan bu şarkı çalmaya başladığında tezahürata başlar, bir göbek atmadıkları kalır. Özellikle şarkı sözlerinde yer alan "her yanı işgal altındaki" yurt ile uzaktan yakından alakası bulunmayan bir garip ruh hali içinde çalkalanıp eğlenirler.

Odalarda Işıksızım, Kayahan Bey, bu şarkıyı yazabilmek için kendisini evinin bir odasına kapatıp kapkara perdeleri çekerek kararttığını bir tv programında anlatmıştır. Bunu öğrendikten sonra bu şarkı bana manasız, hatta çok saçma geldi. Sen odayı karart, ışıkları kapat sonra “odalarda ışıksız kaldım” diye nakarat döşen. Mübarek duyan mahpuslara düştü sanır. Perdeyi açsaydın, lambayı yaksaydın, falan filan, ayıp olmuyor mu Kayahan abi?

Kolonya ikramına aşırı tepki vermek,

Ülkemizde kolonyayı içindeki alkolden dolayı günah olduğu gerekçesi ile kullanmayan insanlar bulunmaktadır. Bilmeden bunlara kolonya tutayım dersiniz, üzerlerine kutsal su dökülmüş şeytan gibi irkilirler, tısssslarlar. "hissssstemememmm" diye ciyaklarlar. Aman kolonya ikram edeceğiniz insanı dikkatli seçiniz. Mazallah alacağınız tepki travmalardan travma beğenmenize neden olabilir. Halbuki adam gibi güzel güzel söylesin kolonya serpilmesine karşı olduğunu değil mi? Yok, genelde aşırırı tepki verip sizi rezil rüsva etmek sureti ile haddinizi bildirmek daha kolay gelir o anda.

Yamuluyorsam düzeltin..

12 Ekim 2008 Pazar

Blog Hareket Günü

15 Ekim “Blog Hareket Günü”nde dünyadaki tüm blog yazarlarının, podcast ve videocast yayıncılarının aynı konuda birleşerek, farklı görüş ve fikirlere odaklanarak, çözüm önerileri bulması amaçlanıyor.

“Blog Hareket Günü”ne katılımcı olmak isteyen kullanıcıların öncelikle web sitesi ya da blogunu 15 Ekim tarihine kadar http://blogactionday.org/TR sitesine kayıt ettirmesi gerekiyor.

Ben kayıt olmadan 15 EKim günü kendi çözüm önerimi içeren bir yazımı kendi blogumda yayınlayacağım, yazımı yayınladığımda bu entry silinmiş olacak.


Detayı buradan öğrenebilirsiniz.


8 Ekim 2008 Çarşamba

Kıbleyi Nerde Buldum?

Israr kültürel bünyemizde var, maalesef bu böyle. Bünye alışkın olunca ısrar eylemi, genelde ısrar edenin başarısı ile sonuçlanıyor. Örnek mi, en sık rastlanılanı aşağıda, buyurun;

- Allaşkına şu börekten de al
- Tokum
- Bak ant verdim
- Vallahi yiyemem, çok fena doydum.
- Olmaz, katiyen olmaz, ölümü öp
- Peki alim madem
- Hatır için çiğ tavuk yenirmiş, hah şöyle, yarasınnnn!!
- Hönnnnkk!!!

Böreğe tok başarıya aç bir ulusun bireyleriyiz, böyle ufak başarılar, özellikle ev hanımlarının göz pınarlarında mutluluk nemlerinin birikmesine yol açıyor. Tok olana ise hele akşam sofrası ise, yemek sonrasında kabusların en şerefsizini gösteriyor. Uyumak haram oluyor o gece eğer mide fesadına uğranmadıysa, karabasan, kabus Allah ne verdiyse geliyor geceyarısını çok geçmeden ziyaretinize.

Benim en güldüğüm ısrar türü din konusunda olanı. Özellikle ateist insanları dine, imana döndürme çabası içindeki insanların halleri. Adamı rahat bırakın canının istediği şeye inansın, inanmasın. Karşına alıp yarım saat konuştun diye bir ömür dolusu birikimin onu getirip oturttuğu köşedeki inancını değiştirecek değilsin ya. Hem sana ne? Rahat bırak, kendi inancı kendine.

Ateist insanı öncelikle doğru yola çevirmek için ona diller dökerler, sonra da uğraşıları beyhude çıktığın için ona acırlar. “Allah ıslah etsin” falan derler. Ateiste acımak bir kere, en duygusuzca duygulardandır. Her şey bir yana hesaplı, planlı, kendi ellerini temizlemeye yöneliktir. Beş yüz yıl kadar geride kalmış olması gereken duygudur. Farklı olanı anlayamayan insan öncelikle kendine acıyıp kafayı tez elden çalıştırmayı seçmelidir. Ateiste boş yere dil dökenleri görünce ben de işi dalgaya dökerim. “Hocam, geçen gün yolda bir ateist gördüm, önce ne gördüğümü anlamadım. Derken anladım ki ateistmiş, allah karetmesin bir acıdım kendisine, şaşarsınız mirim. Hatta kendisine " Allah şaşırtmasın” diyecektim ki zor çark ettim.” derim. Sonra da sorarım, “hocam ateiste saat sormak günah mı?” diye. Bu dumura uğratan sorulardandır, cevap alamam genelde. O zaman kendi cevabımı kendim veririm. “Bence, eğer saatin kaç olduğunu bilmiyorsak, etrafta saati soracağımız başkası yoksa, bir tek ateist varsa ona saati sorabiliriz. Ama saatin yelkovanının kıbleyi göstermesine dikkat etmeliyiz yoksa yanlış bir şey yaptığımız korkusuna kapılırız” Hala daha yaşam belirtisi gösteriyorsa karşımdaki ona içinden atesit geçen isim/sıfat tamlamaları üretirim: “Dünyanın en güzel ateisti, Besle ateisti oysun cemaati, Ateistle yatan şaşı kalkar, Usta ortaya bir ateist karışık olsun, Ateistin gör dediği, Şoför bey şu ateisti takip eder misin?, Ateistin oyu çobanın oyuyla bir mi? Sakla ateisti kimse görmesin, Nescafe bile üçü bir arada bir tek ateist yalnız, şu ateisti sarımsaklasak da mı saklasak ne yapsak?” Bu tür cümle girişimlerinde alay sezerlerse de pek bir söz etmezler, suskun kalmayı yeğlerler.

Hem bana ne oluyor ki, o ateisti değiştiremeyeceğine göre ben de onu değiştiremem, boşa çene tüketip klavyede gezinen parmaklarımı yoruyorum.

Bu arada geçen sene, Ankara’da, bir hafta kadar konaklamıştım bir iş için. Kaldığım otelde odama çıkınca, eşyalarımı yerleştiriyordum. Çamaşırlarımı koymak için çekmeceyi açtım. Bir de ne göreyim beğenirsiniz? Çekmecenin içinde yeşil bir ok, eğilmeden bükülmeden dosdoğru bir yöne işaret ediyor. Okun önünde “kıble” yazılı, yanında da Arapçası var. Diyelim seyahate çıktınız, kıbleyi bulmak için kafa patlatmanıza gerek yok, öncelikle açın çekmeceleri bakın. Kıblenin yönü oralarda bir yerlerde gizli. Mutlaka bulursunuz.

5 Ekim 2008 Pazar

Gökkuşağının Üzerinde Bir Yerlerde, Odamda Gezinirken..

Odamdaydım, internette geziyordum şöyle bir site buldum, hayallere dair bir mim dolanıyordu geçtiğimiz günlerde blog camiasının kuzey kanadında, tam da bunun üzerine hayallere dair bir site bulmuş oldum, her işimizin çalıntı olduğunu müzik başlayınca bir kez daha anladım. Müziği dinleyip resimlere bakarak hayale dalayım derken...



Bir başka site buldum, MP3 rocket denilen bir programı bedavadan dağıtıyordu. İnternet, bedavadan.???. İşte buna!!!.... İşte bedavaysa!!!... Balıklama atlanır elbette. Jennifer Hudson'ın geçen hafta çıkan albümünü, Queen Latifah diye tanıdığımız Dana Owens'ın albümlerini başka türlü nerden edinirdim bu puslu pazar gününde. İndirdiğim müzikleri dinlerken internette gezineyim dedim biraz, gezerken.....



Bir site buldum, resimlere baka baka karakter tahlili yapıyorlarmış meğerse. Çıka çıka ne çıksam beğenirim;



Keyif düşkünü,
Firari,
Part-Time Aşık,
İşbitirici,



Üçüncü satıra takıldı kafam, Stevie Wonder'ın seksenli yıllar faciası part time lover isimli garabeti dilime takılacak diye korkuyla çevirdim sayfaları kendimi okudum;



Sevgili Vladimir, (bu hitabı kendim ekledim, tüm sevimliliğim üzerimde şu satırları yazarken)

Ruh halin işbitirici, Zevk seçimin biraz tembellik ve miskinlik sinyalleri veriyor.. Kıvrılıp yatmak ve gözlerini kapamak .. İşte en mutlu olduğun an. Serinkanlı ve huzurlu bir yapın var. Çevreyi keşfetmek sana özgürlük hissi veriyor. Hatıraların canlandığı yerleri ziyaret etmekten sıkılmıyorsun. Romantik , tutkulu ve ince zevklere sahip bir müzikseversin. Canlı performansın yerini hiçbir şey tutamaz! Sanat sana göre sokaklardan fışkırabilir. Kesinlikle açık fikirlisin ve direk iletişimden yanasın.

Eğlence Firari, Tatil, gündelik hayatında vakit bulamadığın ama hep aklının bir yerinde kalan farklı dünyaları keşfetmek, heyecanlı aktivitelerde bulunmak için bulunmaz bir fırsat. Tutkularının sana yön vermesini seviyorsun. Muhtemelen yalnız vakit geçirmekten zevk alıyorsun, içgüdülerin ve merakın seni bütün dünyayı keşfetmeye zorluyor. Basit şeylerle mutlu olmayı tercih ediyorsun, bazen, gevşemekten daha iyi bir şey olamaz. Boş zamanlarını şarj olarak değerlendiriyorsun. Seni rahatsız eden nedir? Alışılmadık, marjinal görünüş ve tavırlardan rahatsız oluyorsun. Doğal bir görüntüyü her zaman tercih edersin.

Alışkanlıklar, Keyif Düşkünü, İlgiye, alakaya, insanları etkilemek için uğraşmaya asla doymuyorsun. Tek yönlü olduğun söylenebilir.. Konuşmaktan çok aksiyona inanıyorsun. Evinde gelenekselsin : Tarih ve kaliteye yatırım yapıyorsun. Evinin de senin kadar tarz olmasını istersin
Bir bardak şarap belki de iki.. Hiçbir şeyle mukayese edilemez. Uzun bir günün arkasından rahatlamak için bire bir.

Aşk, Part-Time Aşık, Aşk senin için uzun bir bağlılık demek. Kendini adamak, fedakarlık ve sevecenlik.. Senin için özgürlük büyük şehrin fırsatları demek. Hırsların arzuların şekil bulabildiği, insanların kim olmak istediğine kendisinin karar verdiği yer..

Aman Tanrım beni, kuzeninin Cosmopalitan dergisinde çözdüğü anketlerle dalga geçen beni ilk defa biri anladı ve o da bilgisayardaki ruhsuz bir anket kesinlikle onarılamaz psikolojik vakaya dönüştüm demek ki. Nerede, ne zaman bu hale geldim ben? Yok kendimi tahlile yeltenmeyeceğim bunu kesin internette birileri anket haline getirmiştir bir gün görürsem anlarım o vakte kadar gezinmeye devam. Benim ihtiyacım ulan ufacık bir sihir, ufak bir mucize, aklımdan geçenleri bir okusun istiyorum. Ama hayret verici bir "anket parçası" bana dair herşeyi anladı. Ben bile şehirde yaşamayı ve gürültülü ortamlarda yaşamayı sevdiğimi anlayalı çok uzun zaman olmamıştı henüz.


Artık bayram da bitti. Ne sihirdir ne keramet diyorum sözü David Copperfield'e bırakıyorum. Resimler konuşsun.

Aşağıda 6 farklı iskambil kağıdı var. Birini seç, onu düşün, seçtiğin kağıda dokunma, üzerine klikleme, tutttuğun kağıdı bulacağım.

Şimdi doğruca gözlerimin içine bakıp seçtiğin ardı düşün.

Seni tanımıyorum, seçmiş olduğun kartı göremem, ancak aklında hangi kağıdın olduğunu biliyorum.

Bak işte!! Tuttuğun kart uçtu gitti !!!