31 Aralık 2008 Çarşamba

Bir Dilek

Dünya bir turunu daha tamamladı güneşin etrafında. Bir yıl daha bitti. Bu seferki diğerlerinden biraz daha uzun sürmüş bir turdu, artık yıl hesabıyla. Her biten yıl yeni şeyler öğretiyor insanlara, her insanın o yıldan kazanımı bir başka. Ben yavaşlamayı öğreniyorum artık; ağırlaşmayı, bağırmadan konuşmayı, fısıldamayı, huzuru arttıracak eylemleri bağrıma basmayı, iki kere düşünmeyi, bir kaç kere yutkunmayı, zamanın akıp gidişini seyretmeyi. Bunları öğrenmenin yolunda telaşa yer yok, hep ağır ağır.

Bu yıl yanımdan geçenler, ben geçerken dokunduklarım, yanımdan geçerken rüzgarı yanağımda iz bırakanlar nelerdi? Hatırlaması bile güç.

Biraz temizlik yaptım bu yıl. Dostu düşmanı tanıdım, hala insanlara hakettiklerinden fazla değer veriyor olduğum için kendime kızdım, hala değer verdiğim kimseler bana aynı ölçüde değer vermiyor diye üzüldüm, bunlara üzüldüğüm için kendime kızdım. Çıkardım içimden attım, temizledim biraz daha. Böyle böyle mi ıssız oluyor insan? Hiç sanmam, böyle böyle kafasında yer işgal edenlerden kurtuluyor, daha zenginleşiyor, kendisine, yapmak istediklerine daha geniş zaman ayırıyor.

Sanal dünyadan insanlar tanıdım, gerçek dünyadakilerden daha yakın hissettiklerim oldu. Şöyle sohbet ortamında oturduğumuzda bir on sene harcarsak işitebileceklerimizi tez elden paylaştık. Zaman biraz daha hızlı aktı blog dünyasında. Dünyanın dört bir yanından, ülkemden arkadaşlarım oldu. Onları, düşüncelerini, dünyaya bakışlarını, hayatta bırakmaya çalıştıkları izlerini gördüm. Onlara kelimlerle dansedenler ismini verdim. Çünkü onlar kelimeleri aldılar, türlü şekillere sokup, birbirlerine ekleyip cümleler kurdular. Bu cümleleri kurarken uykusuz kaldılar, geç kaldılar, soluklarını tuttular, olmadı silipp yeniden yazdılar, yazdıklarını beğenmeyip bir kenara kaldırdılar. Sonra o kelimeleri bizlerle paylaştılar. Bazen kavga eder gibi, bazen bir martının çığlığı gibi, ama illaki dans eder gibi.

Sevgili kelimelerle dansedenler;
Aydan Atlayan Kedi, Çınar, Abi, Nily, Arzu, Barış, Melih, Ferhanca, Kutup Zencisi, Nightologist, Haccecan, Burcuca, Sem, 7. Oda, Hayatta Giderken, Krem Ali ve Annesi, Sanana Aki Bana Ne San, Kültür Portakalı, Böcek, Karōshi, Petunya ve Egzotica, Bir Garip Vampir, Ege Mavisi, Kırmızı Gün(lük), Ters Meditasyon, Hayattan ve Masallardan Biraz, Gizli Bahçe, Erhan Bey, Burcu Sezer, Delikanlı, Voodoo Girl, American Dreamscapes, Nomadic Joe, Mystery Of Riley, Sufi Saja, Gregor Samsa'nın Notları, Gay Kedi, Nahnu, Alice in Wonderland, Bareng Blog, İzmir Blog, Persona Non Grata, Teyzen Teyfik, Güray Önok, Zodyak, Ama Amaaan, Tekme Tokat, Yazar Ne Yazar Ne Yazamaz, Yalnızca Soytarı, Kandan Adam, Kördüğüm, Liberter Kedi, Bir Dilim Sohbet, Mavi Gibi, Fabrika, A Soviet Poster A Day, Spiritus Libertatis Dımtıs Dımtıs, 6:45 Yayınları Bedava Kitap Blogu, Bay Dikkatsiz ve Rehavet

Sizleri tanıdığım için kendimi çok iyi hissediyorum. Yazdıklarınızı okuyor, yazacaklarınızı merakla bekliyorum, iyi ki varsınız. Bu gece İzmir'in semalarında da havai fişekler parlayacak, herbiriniz için birer tane, bir an için, çok kısa bir süre, karanlığın içinde, bir ışık kümesi apaydınlık ve sımsıcak yanacak. Sizler için bir dilek tuttum: Yeni yılın sizlere güzellikler getirmesini diliyorum, 2009 ileride yüzünüzde tatlı bir gülümseme ile hatırlayacağınız bir yıl olsun.


Fotoğraf www.vampircik.com dan bir arkadaşın abisi Özgür Özdemir'e ait, bu güzel resmi çektiği için kendisine teşekkür ediyorum.

23 Aralık 2008 Salı

Özür

Bir özür bile dilemedi?

Neden dilesin ki?

Kalbimi kırdı benim, çok rencide oldum. Dilesin özür benden.

Böyledir değil mi, kalp kırarsınız, bir dangalaklık edersiniz sonra özür dilersiniz. Özür dileyince… Hepsi geçer mi? Unutulur mu? Geriye tortusu kalmaz mı kalp kırılmasının? Kimisi yapar yapar sonra karşısındakine boca eder yaptıklarının sorumluluğunu, karşısındakinden bekler ilk adımı, inatçidir, özür dilemezse burnundan fitil fitil getirir. Özür dilemek insanın içinden gelir, ama anlamsız bir fiildir eğer özür dilemeye konu eylemi bilerek, sonuçlarının ne olacağını tartarak yaptıysa. Kimi insan da özür konusunda yalama olmuştur, yaptığı her şey için özür diler. Ezilir, sıkılır, büzülür, utanır, omzu düşmüş biçimde köpek yavrusu gibi kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, son nefesini verircesine özür diler, kıyamaz affedersiniz. Sonra bildiğini okur, bildiğini okumaktan asla vazgeçmez. Döner dolaşır aynı densizliği ısrarla yapar, bilerek kalp kırar, bilerek kısmi felaketlere, sinir krizlerine, insanları kayıplara uğramasına sebebiyet verir. Sonra gelir özür diler. Özür dilemek insani bir eylem değildir bilerek yapılmış eylemlerden sonra. Her insanın özür dilemek için bir nedeni var elbette. Ben bu özür işine sıcak bakmıyorum. Şu var ki insan kendi yapmış oldukları için özür diler, kendi kontrolünde olmayan kimselerin yaptıkları için özür dilemez.

Ama ben özür dilemek istiyorum. Özür dilemem gerekiyor çünkü;

Haçlı seferleri sırasında yüzlerce yıl boyunca zulmedilmiş insanlardan özür diliyorum.

Nüfusunun yok edilişine tüm dünya seyirci olduğu için eski Yugoslavya’da yıllar boyunca katliama uğratılmış müslümanlardan özür diliyorum.

60’lı yılların başında, Paris’in orta yerinde Seine nehri kıyısında katledilmiş Cezayir göçmenlerinden özür diliyorum.

Tunus’ta İngilizler tarafından katledilmiş 1500 esir edilmiş Osmanlı askerinden özür diliyorum.

Dünyanın bir ucundan gelmiş kendilerinden üstün teçhizata sahip Avustralyalılar ile çıplak elleri ile savaşırken öldürülmüş Osmanlı askerlerinden özür diliyorum.

Ben Bulgaristan da boğazı kesilerek öldürülmüş Türklerden özür diliyorum.

Ben Kıbrıs’ta katledilmiş Türklerden özür diliyorum.

Ben Azerbeycan’da öldükten sonra kesik başı ile futbol oynanmış kadından özür diliyorum.

Kore’ye savaşa gitmiş ve orada ölmüş türklerden oraya gönderildikleri için özür diliyorum.

Bunlardan özür dilemek istiyorum çünkü onların hepsi öldü. O ölenlerin ruhları huzur bulsun istiyorum çünkü onlardan asla özür dilenmedi. Ben daha önce hiç dilenmemiş ve özür dilenmesi fikri akıllardan geçmemiş kimselerden özür diliyorum. Bu özürler daha önce dilenmedi.

Ayrıca; Japon’ya da ilk atom bombası ile yanan bedenlerden de özür diliyorum. Güney ve Kuzey Amerika’da katledilmiş yerlilerden özür diliyorum. Katledildikleri yetmez gibi yıllarca vahşi, saldırgan gösterildikleri için onlardan iki kere özür diliyorum.

Çok özür diliyorum ben, özür kelimesinin anlamı kalmayıncaya kadar özür dileyebilirim bunlardan. Ama Ermenilerden özür dilemem. Benimle aynı dili konuşup yıllarca aynı topraklarda yaşayan, Osmanlı halkına mensup olup da savaş esnasında taraf değiştiren hainlerden, yüzyıllar boyunca misafir oldukları topraklarda vatan hainliği yapıp da misafiri oldukları ülke vatandaşlarını camilerde toplayıp yakan bir insan grubundan, hamile kadınların karnından süngü ile bebeğini çıkaran insanlardan özür dilemem.

Bir ulus, kendini oluşturan bireylerden oluşuyor, her bir ferdin de ortak ulusal geçmişine sahip çıkması bekleniyor. Ait olduğu topluluğa ait gururunu ve ulusal şuurunu yitirmiş olanların geçmişte olanları geçmişte o anda olan fotoğrafın içine yerleştirmek aciz biçimde sırf kendilerini besleyen eli memnun etmeyi hayatta tek gailesi haline getirmiş bir canlı gibi ermenilerden özür dilemesini hayretle karşılıyorum. Piyon haline getirildiklerinin farkına varamayışlarına şaşırıyorum insanların. Gururdan bu derece arınmanın sonu nedir? Gurur nedir?

Sırada ne var?


Nightologist blogundaki yazıyı okuyanları mimlemiş, okumanızı öneririm.

16 Aralık 2008 Salı

Klişe

İnsanlar işi epeydir otomatiğe bağladı, zaten günlük hayatta 300 küsur kelime ile kendini ifade eden türk vatandaşı o kelimeleri de kendiliğinden bir araya getirmiyor. Hazır yapılmış bazı cümleler var onları kullanıp hissiyatını, düşüncesini konserve biçimde dile getiriyor. Otuz yıl önce edilmiş lafları ediyoruz, dinliyoruz, okuyoruz gazetelerde, duyuyoruz aptal kutusunda özellikle dur durak tanımaksızın konuşan kimi kaşâr beşerden, şaşmıyoruz ne var ki duyduklarımıza. Konuşmasa da biliyoruz meramlarını. Duymaktan bıktık sadece. Diyorlar ki;

Benim anne tarafım saraylarda büyümüş. Dede tarafım Selanik göçmeni. Ben erkeğin beynine önem veririm, önemli olan iç güzelliği. Küçükken saçlarım sapsarıymış, sesim çok güzelmiş, ağlarken notalı ağlarmışım. Odanın bir köşesinden öbür köşesine uçan kelebeğin kanat çırpışının notasını ezbere bilirmişim bu yüzden üç yaşında sahneye çıkmışım. O yüzden hayatta sadece üç şeye önem veririm. Batıda herkes kitap okuyor, trende, plajda, kafeteryada, ama kitap okumaya vaktim yok, olsa hepsini okurum. Hem adam gibi adam kalmadı.


Gündeme bomba gibi düştü, listeleri altüst etti.


Benim nerem seksi? Beni sizler varettiniz.


Ben namusumla para kazanıyorum valla Savaş ağbi. Bu halk var ya onlar herşeyi biliyorlar, şıp diye anlıyorlar Seda Abla.


Haydi alkış.


Benim reklama ihityacım yok İbrahim Ağbi, sen imparatorsun halimden bir sen anlarsan anlarsın, gerisi yalan anlar.


Haydi alkış, elleri göreyim elleri.


Seviyeli bir ilişkimiz var ama ağzı olan konuşuyor. Bana yargısız infaz yapıyorlar söyleyin yapmasınlar.


Seyirci bunu istiyor, sadece arkadaşız. Fotomontaj bu, kuzenim o benim. Ekmek çarpsın ki. Yetmiş milyonun önünde açtırmayın benim bayramlık ağzımı şimdi.


Abla sus RTÜK kapatacak bir tarafımızı.


Yeni bir aşka yelken açmadım ben.



Güleceğiz ağlanacak halimize.


Ay çok güldük sonra ağlayacağız.


Nataşaların hepsi üniversite mezunu, akademik kariyerleri nah böyle.


Örf ve adetlerimize hiç uygun değil. Esefle kınıyorum.


Yılların eskitemediği sanatçı,dostlarıyla eğlendi, felekten bir gece çaldı, alkollü araba kullanıp ehliyetini kaptıran ünlüler kervanına katıldı.



Meşhur oldu bizi unuttu.


Önemli olan bu yarışmaya katılmak. Dostluk kazansın.Sağlık olsun. Avrupa Avrupa duy sesimizi.


Bayramda yollar var ya, yine kan gölüne döndü. trafik canavarı bu bayram gene iş başındaydı.


Bunların hepsi komplo. Birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğumuz günlerde, Türkiye kara teslim oldu. Türkiye bağrına sıkılan bir kurşunla sarsıldı. Uzmanlar uyarıyor, isviçreli bilim adamları yırtım yırtım yırtınıyor: "Türkiye üzerine kötü oyunlar oynanıyor" Asacaksın bunlardan taksim meydanına 500 tane bak bir daha yapıyorlar mı? Asmayalım da besleyelim mi? Bizler sizlere hizmet için burdayız. Enkaz devraldık, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirtmem ben.


En kötü şakasını yaptı. Hep güldürdü hep güldürdü ama bu sefer ağlattı.


Sanatçılar bizim baş tacımız.



Televizyonun yakınına gitmeden, uzaktan kapatıyoruz. Kumandayı sehpanın üzerine bırakıp can havliyle dışarıya atıyoruz kendimizi. Yollarda gezerken klişelere takılmamak mümkün mü? Allah nazardan saklasın, kazasız belasız geri dönsek şanslı sayıyoruz kendimiz. Sesler, yüzler, sokaklar geçiyoruz. Sokaklar ve yüzler geride bırakıyoruz sesler beynimizin içinde yankılanmaya devam ediyor.

Gözlere bak gözlere, gözler tıpkı anası, burun babaya benziyor.


Ah ne şirin, yerim ben onu.


İçindeki çocuğu çıkar gitsin.


Hiç pozitif elektrik almadım bundan.


Abi köpek ısırır mı?




Hallederiz abi. Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Bu iş ekip işi, Yaparız abi sen merak etme.


Vallahi yok, olsa dükkan senin.



AB bizi istemiyor. Biz adam olmayız. Bir kulağımızın arkası kaldı.Vallahi istemiyor bizi AB.

Herkesin elindeki kendine.

Ebat değil işlev önemli bence.

Açılın ben doktorum. Öndeki arabayı takip edin çabuk.



Ailecek beğeni ile izliyoruz. Akşam baban gelsin söyliyeceğim, artık canıma yetti. Yersin terliği. Hiç unutmam buna hamileyim bir gün canım ayva çekti.

Su derin mi, yoksa serin mi?
Nejla gel burası boyu geçmiyor.

Ehliyeti bakkaldan almış ayı.

Üstüme varmayın rezalet çıkartırım.

İçinde varmış onun içinde. Herkese vere vere buralara geldi.

Buraları eskiden dutluktu. Buraları eskiden dedeme vermişler, ama o istememiş. Buraya çöp döken eşŞşektir.

Domateslerin de eski tadı kalmadı. Elma gibi ısıra ısıra yerdik.

Kart hamili yakınîmdir. Vladimir bey toplantıda bir notunuz varsa alayım efenim. Vallahi EFT bekliyorum, gelsin söz hemen ödiycem. Arkadaşlar sizinle çok güzel bir sinerji oluşturduk.

Etlerimiz İslami usullere uygun kesilmiştir.Bakın bunu sınavda sorarım. İstediğimiz sorudan başlayabilir miyiz hocam?


Oturup iki kelam ediyoruz eş dostla, kendi aramızda muhabbetin incesinden giriyor, enteline dalıyor, ister istemez eşeğinden çıkıyoruz.


Tam, ben de seni arayacaktım. Sen arayıverdin. Kalp kalbe karşı derler.

Feciiiii trafik vardı.

Su içsem yarıyor. Pazartesi rejime başlıyorum. Şişman değilim ben kemiklerim iri.

Şişman değilsin balık etisin sen balık eti.

Siz beni gençken görecektiniz. Dal gibiydim dal.

Palmiye dalı gibi miydiniz?

Bak şu terbiyesize.

Ölümü öp, allaşkına bak ben ödiycem, burada senin paran geçmez. Ne acelesi vardı? Sonra verirdin.

O var ya o, gösteriyormuş, vermiyormuş.

Ne o sana da mı gösterdi?

Görenlerin yalancısıyım.



Ben kadının beynine önem veririm.

En az beş posta.

Biri gider biri gelir.


Bugün olmaz başım ağrıyor.



Japonlar yaptı mı yapıyor.

Yeni yıla nasıl girilirse bütün sene öyle geçermiş.

Şu an üstünde ne var? Ben üstüme rahat bir şeyler alıp geliyorum. Sonra pul koleksiyonumu seyrederiz.

Bir oturuşta bir büyük içerdim.

Ne iyi ettik de geldik. Ah bir eğlendik bir eğlendik. Buranın ambiyansına bitiyorum.

Pazartesi sigarayı bırakacağım.

Ufak at da civcivler yesin..

Televizyonda bir tek belgesel izliyorum. Güneydoğuda petrol doluymuş ama Amerika çıkartmamıza izin vermiyormuş.

Sana ne sen mi kurtaracaksın bu devleti?

Hoca taktı bana.


Ben oynamasını hiç bilmem.
Olsun abi, kalede durursun.

Sırf dilde mi klişe. Klişe biçimde eğleniyoruz. Bıktım yıllarca aynı şarkıların kulağıma bağırılmasından. Faraza, “Hotel California”nın ilk tınısını duyduğum anda tüylerim diken diken oluyor. Sanki o oteldeki laneti kemiklerime kadar, vücudumun her zerresi ile duyumsuyorum. O döküntü amerikan gotiği oteli terk etmek istiyor ama tüm çabama rağmen bir türlü çıkış yapamıyorum. Keza; Çav Bella, Unchain My Heart, Do You Really Want To Heart Me? In The Army Now. Bıktık kardeşim çalmayın şunları.


Şimdi gidelim başka yere. Yok çok ötelere gitmeyelim, yüksek volümlü kakafoniyi takip edelim azıcık. Bir yerlerde düğün, dernek, saçma sapan bir eğlentimi var illaki sloganlı şarkılardan çalınıp göbek atılacak. O göbek atılanların arasında bir erkek göğüslerini omuzlarını titrete titrete, gerdan kıra, hoplata hoplata değme dansöze taş çıkartma yarışına girecek. Ordan bir başka sulu zırtlak ona eşli edecek, ederken arada bir banknotu hevesli amatör dansa gelince zenne, sahneden inince maçonun alnına basacak. Göbekler atılıp kurtlar dökülünce arkasında sanat müziği başlayacak, hani kuşlar ağaçlar binbir renkli çiçekler, eski dostlar, dönülmez akşamın ufku, inleyen nağmeler illaki çalacak. Bunlar bitince Samanyolu, Sev kardeşim mutlaka çalacak artık nedense tüm eğlenceler illaki ve illaki cd playerda dönen Doğlu Kardeşler versiyonu ile 10. Yıl Marşı ile sonlanacak. O ana kadar akıl sağlığı yerinde kalıp da sıkıntıdan dan patlanmadıysa en yakındaki helaya gidilip parmak genize sokulup kusulacak, kustukça klişeler akacak üzerine sifonu çekeceğiz.

Ah, nereden buluyorsun bunları?

Ah, bulmuyorum ki bunları. Hayat seçmece olaylar ile üzerime üzerime geliyor. Tüm secmeşinazlığı ile üstüme geldikçe ben kalkanlarımı açıyorum. Durumu az zararla atlatmak için kirpileşiyorum, kaplumbağalaşıyorum, tespih böcekleşiyorum. İttiriyorum ıvır zıvırı öteye. İttirdikçe birkaç gıdım geriliyorlar. Geriledikçe; kalkanların altından, kenarından köşesinden, ötesinden berisinden benim tarafa sirayet ediyor hayat. Benim tarafa geçen kalıntılar işte bu klişeler. Klişeleri kafamdan silemiyorum, edemiyorum, bilmem anlatabiliyor muyum?

7 Aralık 2008 Pazar

Bayram

Gece ne güzel değil mi?

Gece çok güzel.

Gecenin karanlığı içindeki her bir ışığın ayrı bir öyküsünün olduğunu bilmek de güzel. Acı öyküler ve tatlı öyküler, her bir öykü gece gibi dağılıyor. Öyküler hem gece hem de ışıklara benziyor. Öykülerin gücü de ışıkların ki gibi uzaklaştıkça, azalıyor. Sabah olunca öyküler bitiyor, ışığın değdiği yerlerde öykülerdeki sihir susuyor, gerçekler ortaya çıkıyor. Çocuklara sevdiği insanlar uykuya giden yollarda masallar okur, öyküler anlatır. Her yetişkinin içinde bir çocuk, bir gün aniden o eskiden kendisine masallar anlatmış sesi hatırlar. Eminim bundan, çünkü ben de hatırladım. Bu hatırlama kısadır. Tıpkı erkeklerin sinema salonunda ağladıkları zaman bile gözyaşlarını sakladığı gibi bir hatırlamaktır bu. Bir an hatırlar ve sonra gerilere ittirir, ve sonra o çocuğa ihanet etmek pahasına geçmişin seslerini unutur. Hatırladığını bile çıkartamaz üstünden biraz zaman geçince.; ne seslerin ne öykülerin izi kalır. Ama yetişkinin içindeki çocuk kalbi, hatırladıklarından çok ama çok mutlu olur kısa bir an için. Eminim bundan, çünkü ben de çok ama çok mutlu oldum; çok kısa bir an, bir öyküyü, bir sesi ve bir çocuğu hatırladım.

Hatırladıkça mutlu olacağınız bir bayram olsun, bayramınız kutlu olsun.

Gece, ne kadar güzel değil mi?

3 Aralık 2008 Çarşamba

Otorite

Adamın üzerine üzerine değnek sallar, “höt” der otorite, kaşlarını çatar nedensiz. Naletlik eder, bağırır, sindirir insanları. Bir kimlik soramaz hale gelir vatandaş. Otorite serttir, neden sert olduğuna dair açıklamada bulunmaz. Kendine güvenemeyenler açıklamalarda bulunmazlar, dedim ya “höt” diyerek korkutur sindirir, hep dediği olsun ister.


Otorite ile sorunum oldu benim. Hem de kendimi bildim bileli. Çünkü açıklamaktan aciz insanları asla anlayamadım, sevemedim, saygı duymadım onlara. Zeki çocuktum, orta okul ve lisede otoriteyi sorgulamam hiç bitmedi Başım belaya girdi sürekli. Haklı olduğum durumlarda bile disiplin kurulunun müdavimiydim.


Dönelim başa, otorite sindirmeyi hedefler, bunun için şartlandırır. Otorite Polis kılığına girer avukata gider bir şeyler ister avukat karşısındakinin polis olduğunu ispatlaması için kimliğini sorar, vatandaş tarafından kimliği sorulan polisin gururu incinir, gururu incindiği için kimliğini soran vatandaşı bir güzel benzetir. Benzetmenin neticesi bir kırık kol, bir de kırık burundur. Nedir vatandaş kimlik sormuştur. Demek ki polise kimlik sorarsan gururu kırılır, o da seni kırar. Polise bir şey sormamak lazımmış.


Üç tane it bir birahanede çalışan konsomatris kadının üzerinde otorite kurmak, ona haddini bildirip sindirmek ister. Plan yaparlar. Uygularlar. Polis kıyafeti almak için dükkana giderler. Dükkan sahibine; “Biz dizi çekicez” derler. Dizi deyince akan sular durur, hoş canı isteyen canının istediği kıyafeti alabilir de gerekçesi ayrı bir ızdırap. Dükkan sahibi üç ite üç polis kılığı satar. İtler polis kılığına bürünürler, bu kılık onları otoritenin şemsiyesi altına alır. Artık kimse onlara kimlik sormaz, soramaz, dokunamaz. Dokunulmaz olurlar. Kadını yerlerde sürükleyerek arabalarına atar, dayak atar, tecavüz ederler. Suçlu kim. Otoritenin payı yok mu bu eylemde? İnsanları sindirerek en doğal haklarını talep edemez hale getirmiş olmakta suçu yok mu otoritenin?


Otorite ile sorunum iş hayatımda da peşimi bırakmadı, nedensiz cart curtları sindiremedim. Kimselere alkış tutamadım, yağ yakamadım, sorgulamadan edemedim. Soru sorduklarım gıcıklığına yapıyorum sandılar. Burnumdan fitil fitil getirmeye çalıştılar. Onu bile ağız tadı ile getirtmedim.


Otorite tutkunlarının en temel özelliği kendilerine soru sorulmasından, özellikle cevap vermek zorunda kalıp da aptallıklarının ortaya dökülmesine neden olacak soruların sorulmasından rahatsız olmalarıdır. En kıl oldukları ise “neden?” sorusudur. Size yağdırırlar ültimatomlarını durdurak tanımaksızın bir an susarlar. “Neden?” diye sorarsınız. İşte o an size olan nefretleri gözlerinin iris dalgaları arasında kıvılcım olup birbirlerinin üzerinden atlamaya başlarlar. Nefret somutlaşır.

Otorite tutkunları aslında zayıf insanlardır, neyi neden yaptıklarını bilmezler, ayaklarının üstüne sağlam basamazlar, korku ile sindirmeye bakarlar karşısındakileri, içleri tın tın bomboştur, o boşluğu doldurabilecek insani duyguların büyük bölümünden ırakta kalmışlardır. Sıkı sıkıya tutundukları bir gururları vardır. O da çok çabuk kırılıverir. Bizim bildiğimiz gurur değildir onların ki. Onların gururu, şeref, haysiyet, verdiği sözü tutma, kendi ayaklarının üzerinde başkasının desteği ile durabilmek değildir. Onların gururu aptallıklarının yüzlerine vurulmasıdır, onların gururu zorbaca dayatmalarının sorgulanmasıdır, onların gururunun tamamı gerçekten gururu olan insanların insanlık ayıbı olarak görüp yapmaktan kaçındıkları her tür eylemdir. Böyle olunca kolay kırılır onların gururu. Sahi gurur nedir?




2 Aralık 2008 Salı

Düz

Kahramanlar içine düştükleri masalda yola koyuldular mı, “az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş” denilmesi adettendir. Duraklaya, yola koyula adamlar tepeleri düz yolları aşar, türlü masal yaratığını alt ederek bir yerlere vasıl olurlar. Yolda başlarına gelenler ise masal olur. Düz yollar bile tekin değildir masallarda, düzdür ama yol kenarlarında, ağaçların çalıların gerisinde türlü tuzaklar beklemektedir masalın içinden geçenleri.

Bazen rüyalarımda düzlük bir yerde olduğumu görüyorum. Uçsuz bucaksız bir kara parçası, yürürken yürüken uçmaya başlıyorum. Uçarken aşağıda evler beliriyor. Evlerin ışıklarını görüyorum. Biraz yaklaşıyorum, evlerin içindeki insanları görmeye başlıyorum. Uçmak sanırım özgüven noksanlığı ile ilgili arızaya işaret ediyor olmalı. Ben de kendimi özgüveni yüksek biri sanırdım. Oysa rüyalar doğruları iaret eder, demek kendimi yanlış tanımışım. Benim rüyadaki düzlüklerden kentlere olan yolculuğumdaki problemim uçmakla ilgili değil aslında. Böyle bir güzel uçuyorum evlerin üzerinden, etrafa dikiz atıyorum (Beni gidi uçan rontgenci beni). Alenen eğleniyorum, derken sıkılıyorum aniden. Aşağıya inmek istiyorum inemiyorum. Allah kahretmesin sesleniyorum az evvel dikizlediğim evdekilere "İmdat, kurtarın beni" diye. Yok, duyan yok, ağzımı açıyorum aslan kafası gibi kocaman, MGM aslanı gibi kükrüyorum güya, yok ses yok. Görüntü muazzam farkındayım. Bütün rahatım kaçıyor, uykumdan bile uyanamıyorum eğlenceli başlayan rüya dönüyor kabusa. Yılda en az iki kere görürüm bu rüyayı. Geçen yine düzlükten havalandım, uçuyorum bodoslama, evlerin arasında bir ağaç gördüm. Soyunmaya başladım, gömleği, kravatı, pantolonu düğümledim birbirine. Kement gibi bir şey oldu, görmenizi istemem yani, kementin hiç bir sanatsal yanı yok.. Hatta kement desen, kement demek için bin şahit lazım o gayet bana özel rüyada bin şahit bulsam, feryadımı duyurup zaten kendimi kurtartırım. Neyse efendim kemendi atarsın aşağdaki ağacın dalına. Bir de denk gelmesin mi. Nasıl inmişim yere anlatamam. Tabi yere iner inmez düğümleri bozup giysilerimi üzerime geçirdiğim gibi hemen eğilip yere toprağı öpüvermişim. Artık rüyamda düzlüklerden değil de ağaçlıklı yerlerden, koru kenarlarında havalanmaya niyetim var. Kement sallama işimi şansa bırakmam yani, gündüz stres, uykuda stres, can dayanmaz buna.

Düz, dümdüz bir kelime aslında, elli manaya çekilesi varmış da haberim yokmuş.

Geçen gün taksiye bindim, evime yaklaşınca yollar karmakarışık. Bazen ben bile karıştırıyorum buradaki yolları, öyle nalet bir muhit yani. Şehir planlamacısı mefhumu bu mahalle yapılırken oluşmamış henüz. İspatı için muhtara gidin size yol tarif etsin, bakalım bulabilecekmisiniz. Deniz kenarına çıkıyorum derken demiryoluna, demiryoluna gideyim derken deniz kenarına çıkarsınız. Kabus gibi, Hansel ile Gretel burada yaşasaydı burada da kaybolurlardı, ama masal günümüzde geçer, bir çeşit çeşitleme olurdu. Gerisini bizler de gazetenin üçüncü sayfasından okurduk bir kaç güne kalmadan. Şaşırmamam lazım rüyalarda havalanıp havalanıp hava yolu ile ulaşımı tercih etmeme .

Efendim geçen gün taksiye bindim. Sarı renkli bir taksi doğal olarak. Ben de bir tuhaflık var beni gören taksici bana dert yanar. Uyuyor rolü yapmıyorum fazla dolandırmasınlar diye mamafih gözler açık gitmekten başka çarem yok zaten. Taksici gözü açık yolcuyu uyutmanın yollarına bakıyor hazır gözü kapalıyı bulmuş yolu uzatır uzatır, gene adresi bulamaz. Sonuçta ben zararlı çıkarım. Efendim anlatıyor usta "dar dar dar" bende kabahat biliyorum, adam lafı uzatıyor ben gayet ilgisiz biçimde "yaaaaa?" diyorum. Adamlar bu yarı yavşamış "yaaa"ları ilgi alameti sanıyor sanırım. İzmirde derdini dinlemediğim taksici kalmamıştır. Bir konuşsam yer yerinden oynar. Yok merak etmeyin konuşacağım gün gelince konuşurum elbette, henüz gelmedi. Her şeyin bir sırası var. Bu taksideki taksici ellili yaşlarında kart sesli ve sanırım Kayseri dolaylarından bir vatandaşımız. Döndük dolaştık bunun kafası karıştı. Tam bizim evin sokağa döndük.

"Hah" dedim,

Taksici "Nasıl gidiyoruz abi?" dedi. (Burda bir saplama yapayım, Saygıdan abi diyor, yaştan değil)

Dedim ki "Düz"

Taksici kıkırdıyor.

"Ne oldu?" diye sordum.

"Abi bizim orda düzmek başka anlama gelir"

"Kaç çocuğun var senin?"

"beeeş"

"Belli zaten aklın dümdüz kelimede bile düzmeye çalışıyor"

Lafım taksicinin pek hoşuna gitti. Benim gitmedi. O yolculuğu olmamış saymak isterdim. Ama oldu ve yazdım bile.

Düz, dümdüz bir kelime. Yatay durumda olan, eğik ve dik olmayan, kıvrımlı olmayan, doğru, yüzeyinde girinti çıkıntı olmayan, kısa ökçeli veya ökçesiz ayakkabı, yayvan, altı derin olmayan, kıvırcık veya dalgalı olmayan saç, yalın, sade, süssüz, çizgisiz, desensiz ve tek renkli, engebesiz olan yer, düzlük, ova, anlamlarını taşıyan bir kelime. Tavla oynamaya karar vermiş iki kişi sorar birbirine “ters mi düz mü” diye. Anadolu liseleri pıtrak gibi çoğalınca düz lise kavramı çıkmıştı karşımıza. Erkeklerin kruvaze ceketlerinin karşısında düz ceket vardır bir de. Düz ceket, alengirli değil yani. Bir de ev yapımı rakının bir türüne derlermiş, ben görmedim, duymadım az öncesine kadar da bilmiyordum. Nerden estiyse, gayettabi can sıkıntısı tdk.gov.tr dolaylarına uğradım düzden türemiş bir de şunları buldum; Beylikdüzü, başak düzmek, düzde kalmak, düpdüzen etmek, düzen vermek, düzen ipi, düzen tutma, düzeni yerinde olmak, düzen ağacı, düzen hakkı, düzme mantı, düzüm düzüm, karadüzen, kırık düzen, güveyi düzmek, tüyü tümürü düzmek, düzeltme cetveli, düz yazı, düz duvar.

Hazır düz kelimesinden türemiş kelimelere el atmışken bir de tekerlememsiz düz cümle kurayım tam olsun: "Düzengesiz, düzenli düztaban; dümdüz, düzayak düzlükte, düzensiz düzgeçlerini düzinesiyle düzdüre düzelte, düzdürte düzelte düzmeçleri dümdüzetti"

Bazen kuşlara bakıyorum, pek güzel sıra sıra düzgün biçimde tellere, tahtalara sıralanmışlar, "aferim" diyorum "ne kadar da terbiyeliler". Eskiden TV antenlerine sıralanırdı bu kuşların büyük büyük dedeleri, düzgün düzgün. Bazen körfezdeki gemilere bakıyorum, pek bir dağınık pek gelişügüzel durmuşlar. Düşünüyorum, şunların kaptanları, şunları düzgün düzgün sıra sıra parketse, körfezimiz bir tane zaten, o da güzel gözükse.


1 Aralık 2008 Pazartesi

Mesaj

Leon filmini Süreyya Sinemasında izlemiştim seneler önce. Luc Besson'dan çarpıcı bir filmdi, baş karakterin izlerini film içinde gizli bir mesaj olarak bir önceki filmi Nikita'daki temizlikçi adam karakteri ile vermişti zaten. Bu filmin beni en çok etkileyen sahnesi filmin finalinde yer alan, küçük kızın yetimhaneden de istenmediği, kucağında bir saksı çiçekle binayı terkedip, iri bir ağacın güvenli gölgesinde yere oturup saksıyı yanına koyduğu andı. O anda Sting'in "Shape of my heart" isimli şarkısı başlıyordu. Müzik hiç beklenmedik anda güm diye başlıyordu, adeta o sahne için bestelenmişti. Şarkıda iskambil kartlarını dağıtan bir adamın gücü anlatılıyordu, kağıtları usulca sanki başka bir dünyadaymışçasına dağıtan, bu kartlara kaderi etkileyen anlamlar yükleyen bir adamı anlatılıyordu. O sıralarda cep telefonu hayatlarımızı henüz işgal etmiyordu. Cep telefonu taşıyanlara telefonu olmayanlar ayıplar gözlerle bakıyordu.

Şimdi her anımızda telefonlar var, herkes sürekli yürür, konuşur halde. Ben içimden "Bir gün birşeyler olsa şu cep telefonları telefonları geldikleri gibi çıkıp gitseler hayatımızdan, şu işgal bitse" diye düşünürken yakalıyorum kendimi artık sıklıkla. Kalabalık bir ortamda huzur içinde otururken ya da alışveriş yaparken aniden o malum markanın imzası haline gelmiş sesi, ya da en popüler dizinin ilk tınısı ile nefret uyandıran tınısı duyuluyor, ardından, telefonun sahibi bağıra bağıra konuşmak zorundaymışçasına bağıra bağıra veriyor, veriştiriyor karşısına, ya da "haşkığm ama beni yanlış hanladın" diye hönkürüyor. Trafikte, direksiyon başında telefon kullananlara alıştık, üstelik bu durumu yasaklayan bir kanun bile var.


Telefonların en illet özelliği konuşma anında insanların nerede olduğunu umursamayıp ağzına gırtlağının dibine kadar megafon tıkılmışcasına bağırmaları değil, mesajlaşma trafiği en illet özelliği. Okuma yazması olan herkes gün içinde milyonlarca mesajı haldır galdır birbirine yetiştirmekle meşgul. Sözleri tükenmiş insanlar için sözcükleri arabesk şarkı sözü piri Ahmet Selçuk İlkan usulü bir araya getirmiş mesaj siteleri mevcut. İnsanlar günün önemine göre buralardan aldıkları mesajı birbirine yetiştirme çabasında. Hiç uğraşmadan emek sarfetmeden kandilleri, sevgililer gününü, yılbaşı, bayram kutlama peşindeler. Gelen mesaj fazla duraksanmadan mesajı alanın listesine doğru yola çıkıyor. Karşısındakine biraz değer veren mesajın en altındaki ismi kendisininki ile değiştiriyor. Bazılar gelen mesajın altındaki isim bölümünü değiştirmeden iletiyor gitsin. Benim gibi saftirikler de düşünüyor, "Nermin'den gelen bu mesajın altında neden Subitaş A.Ş. yönetim Kurulu Başkanı Sadullah Subilay yazıyor acaba?" diye. Bir kafeteryaya giriyorsunuz masalarda insanlar oturmuş hepsi önlerindeki minicik alete konsantre olmuş gelen mesajı başkasına yönlendirmekle meşgul, cümle kurabilenler kendi mesajlarını yazmakta ki cümlelere saygımız sonsuzdur. Herkes istediği kadar mesaj çeksin bana ne tabi, ama direksiyon başında, araba kullanırken mesaj çekmeye çalışanları anlamıyorum. Kadın oturmui tırnaklarının ucu ile yazıyor, kendinden geçmiş, imla hatası yapacağım diye aklı gidiyor ama arabayı çarpıp da birisini hayatını riske atacakmış umurunda değil, yeterki mesaj yerine ulaşsın sağ salim onun derdinde.

Teoman'ın telesekretere mesaj bırakamayanlardan olduğunu biliyoruz. Ben de sevmem o nalet edevata ses kaydı bırakmayı, konuşurkenki kendi sesimi bir kayıt cihazında duymayı da hiç sevmem. O yüzden benim bıraktığım mesajlar genelde çatadanak kapanan bir telefon sesinden ibarettir. Sezen Aksu'nun ise telesekretere mesaj değil beste bile bıraktığını biliyoruz. Kadıncağız o dönemki kocası Ahmet Utlu'nun motorsikletinin arkasına kurulmuş, kafasında kask, yüzünde rüzgar giderken aklına bir melodi düşüyor "lay laray lay lara lara lay" diye. "Ahmet dur" diyor bir kafeteryanın önünden geçerken. Duruyorlar. Kraliçe içeriye dalıyor, telefonu kullanmak için izin istiyor, çeviriyor Sertab'ın numarasını. Az evvel aklına düşen melodiyi en ufak bir layını atlamadan terennüm edip, "Sertab sakın silme bunu" ilavesini de yapıp ahizeyi kapatıyor. Sertab telesekreterine düşen mesajı dinleyince şarkıyı da kapmış oluyor. O akla düşmüş laylaylar en kısa zamanda "Sen yeterki sev kulun olayım"a dönüşüveriyor.

Benim alıklık yıllarımdan bir mesaj hikayem var. Parmak hesabı yaptım on sene olmamış. Sırılsıklam aşığım, esmer bir kıza, o da bana aşık. Kendi evine çıktı. "Seviyorum, seviyor, seviyorlar" diye gelişmekte olay, dünyayı tozpembe görüyorum, aklımda fesatlık yok asla."Öl dese ölürüm ben şimdi buna" diye sıklıkla içimden geçiriyorum. Minik minik sürprizlerle süslüyorum anlarımızı. Derken telesekreter aldı evine. İyi yaptığını düşünüyorum, evde yokken arayanlar mesaj bırakabilirler böylece. Onun biraz teknoloji özürlü olduğunu biliyorum. Evdeki her alet edevatı ben çalışır hale getiriyorum. İşi gereği arada seyahatlere gidiyor. Ben evine bile girsem telesekreterin ışığı cilveli cilveli gözkırpsa "bak burda mesaj var dinle hadi" dese bile dürüstlüğümden ödün vermeyip bekleyen mesajları merak etmiyorum. Bir gün öğle vakti, kuşkulandım, neden, ne sebeple bilmiyorum. Telesekreterlerin mobil olsun sabit olsun genellikle şifresi "1234"tür kullanıcısı tarafından yenisi ile değiştirilinceye kadar. Evini aradım, telesekreteri devreye aldım ve 1234 rakamlarını tuşladım. İlk mesaj annesinden, ikincisi kardeşindendi, üçüncü mesajda tanıdık bir sesti, en yakın arkadaşının babasıydı arayan; "beybişim" diye başlıyor onu ne kadar özlediğini anlatıyor, dilini mahrem yerlerinde gezdirmeye hasret kaldığına üzülüyordu. Bu mesajdan başıma kaynar sular halinde indi. Hemen topukladım ordan. Başkasının mesajlarını dinlemek mi daha aşağılıkça yoksa birisi ile ilişkin sürerken kız arkadaşının babası ile cinsel heyecanlarda tol almak mı hiç kıyaslamadım. İkisi de dürüstçe değil nasıl olsa.


Bir de konuşmalarında açık ve net olamayan insanlar vardır, hastasıyım onların. İki lafın arasında bir mesaj verme endişesi taşırlar. O endişe gelir boğazınızı sıkar, ağzını açtığı vakit boğazlıyasınız gelir, hayra açmazlar ağzılarını. En düzgün görünümlü laflarının arasına mesaj biçimli bir laf sokuşturma karışmıştır. Ona buna mesaj yollarlar, adam gibi dangadanak demezler diyeceklerini. Gizli, saklı, üstü kapalı, ilerde sıkıyı görünce "Ben öyle demek istemedim ki" deme kapısını kendilerine açık bırakan, bel altından vuran mesaj yollayanlar vardır. Onlara ne demeli? Cevabı bir başka kelime yazısında...

Aralık: Kelimelerin Ayı

Eskiden Aralık ayında "yerli malları haftası" kutlanırdı. Türk malı ürünlerin tüketilmesi özendirilirdi. Aralık ayı dendi mi okullarda kutlalan bu haftanın heyecanı sarardı. Ufak kermesler düzenlenir, sınıf içinde meyveler, kuruyemişler tüketilir, öyküler anlatılırdı. Öykülerle uyuttular bir nesli, sonraki nesli, sonraki nesli. Şimdiki öyküler başka, genç nüfus depolitize edilmeye konsantre edilmiş. "Sen yorma o güzel başını yavrum benim" diyor devlet baba, sevecen sevecen, gülümseyerek. "Sen düşünme biz senin yerine düşünürüz, oy yaşını da küçültürüz, sen bize oy ver, biz genişleyelim, ceplerimiz büyüsün". Çenem düştü ne diyecektim laf nereye gidiyor. Efendim bu ay, benim için kelimlerin ayı. Benim hayatıda yer tutan kelimeler, ve bu kelimelerin çağrıştırdıklarını anlatarak bu yıla veda edeceğim. Çift yıllar benim için iyi yıllar olmuyor, batıl itikat işte. Bu yıl bittiği için mutluyum.

Ayrıca avatardaki koltuğunu altına bıçak saklamış resmi de yazlık resimlerin arasına kaldırdım teknik olarak kışın başladığı anda, ufka bakakalmış, tepesine bulut tünemiş bir Vladimir sillueti nöbeti devraldı.

Yılın son ayında, gelsin kelimeler.....