17 Şubat 2009 Salı

Gizli'den Gizli'ye

Bugün bir gazetede maymunlar üzerinde yapılan deneylerden bahseden bir yazı okudum. Maymunlarda insanlarda görülen bazı duyguların olduğunu ispatlamaya çalışan deneylerin sonuçlarından söz eden yazıda, maymunlarda ahlak ve doğruluk bilinci bulunduğu ifade ediliyordu. Deney sonuçlarında maymunların zor durumdaki hayvanlara yardım etmeye çalıştığı, onların duygularına ortak olduğu belirtiliyordu. Süreç içinde aynı konulu deneyin uygulandığı maymunlar deneyin sonunda ödüllendiriliyorken, maymunlardan birine haketmiş olduğundan ve diğer maymunlara verilenden fazla ödül verildiğinde, bunu farkeden hayvanın küstüğü ve bir daha deneylere katılmayı reddettiği yazılıydı. Haketmediği kendisine verilince kırılan hayvanların var olduğu bir dünyada yaşadığımızı bilip de haketmedikleri ile ceplerini dolduran, mevkileri tırmanan insanlarla aynı dünyayı paylaştığımızı bilmek sabah sabah beni richter ölçeğine göre hafif şiddette sarstı.
Gazeteyi kapadığım gibi gerçek dünyanın sallantılarına bıraktım kendimi vapurda giderken deniz mutedil dalgalı da olsa, yandan koyduğu vakit, vapur mutedil dinlemiyordu. Sallanırken gizli kameraları düşündüm, yerin kulağı lafını düşündüm. Hayatımızı; artık kendilerini gizlemeye bile gerek duymayan kameralar ile mütemadiyen birileri tarafından sebepli/sebepsiz dinlenen telefonlarımızın önünde gizlisiz saklısız yaşadığımızı düşündüm. Herkesin gözü, kulağı başkasını gözlemekte. Gizli kalmayı başarabilen noktaları da anketimsi suallere yanıt vererek ortaya serdiğimizi düşününce, artık herşeyin şeffaf olmasına az kaldığı belirginlik kazanıyor. Bunun üzerine iki gündür aklıma takılmış bir testi cevaplamayı kafama koydum.
Aşağıdaki testi Tutsak'ın sayfasında gördüm, ilginç geldiği için kendime uyguluyorum. Diğer testler gibi bu testin de yanıtı, doğrusu, yanlışı yok. Böyle olunca hiç bir yanlış doğrulara zerre zarar veremiyor.
1- En sevdiğiniz HAYVAN
a-neden?
b-neden?
c-neden?
d-neden?
e-neden? en az 5 neden olmak üzere daha fazlasını da yazabilirsiniz.
EN sevdiğim hayvan kedidir.
A- Kontrol edilemez
B- Rol yapmaz
C- Yumuşaktır
D- Sıkıştırılırsa kendini korumak için her şeyi yapabilir
E- Her hareketini o an içinden geldiği için yapar
2- 2 sıradaki en sevdiğiniz hayvan abcde aynı şekilde en az 5 neden belirtmeniz gerekiyor.
At.
A- Hızlıdır
B- Özgürlüğü anlatmak için ne kadar uğraşsam bir atın koşarkenki hali kadar güzel anlatamam
C- Sadıktır
D- Güzeldir
E- Barışçıldır.
3- DUVAR sizde hangi duyguları uyandırıyor (En az 3 cümle ile belirtiniz)
Meraklanıyorum. Eğer ev duvarı değilse o duvarı oraya kimin yaptırdığını öğrenmek istiyorum. Duvarın arkası görünmüyorsa o duvarın arkasında ne olduğunu merak ediyorum.
4- AYNA sizde hangi duyguları uyandırıyor (En az 3 cümle ile belirtiniz)
Ayna bende herhangi bir duygu uyandırmıyor. Yüzümde aynaya belli bir açıdan baktığımda görmekten rahatsız olduğum bir asimetri var o yüzden aynaya sadece traş olurken bakarım, saçımı bile aynaya bakmadan tararım. Hele köşelerde kesişmiş aynalardan özellikle uzak dururum. Beğendiğim tek ayna kaleydoskop içindeki aynalardır. Onlara bakmak ben de sevince benzeyen bir duygu uyandırır.
5- OKYANUS sizde hangi duyguları uyandırıyor (En az 3 cümle ile belirtiniz)
Okyanus hiç görmedim, ancak bir okyanus resmine bakarsam, korku ile sevinç arası bir hisse kapılırım. Sevinirim çünkü dışarda olmayı, özgürlüğü çok severim, uçsuz bucaklık hali beni sarıp sarmalar. Korkarım çünkü sular öyle güçlüdür ki çaresiz kaldığımda o mutlaka kazanır.



Gizlenemeyen kameralardan ırak günler dilerim.


16 Şubat 2009 Pazartesi

Sessiz Çevrilen Sayfalar

Sabahları Gazetelerdeki köşeleri dolaşa dolaşa köşe kapmaca oynardım blog dünyasına dalıncaya kadar. TVde haber diye yutturulan pespaye saptamaları, "bak ne kötü laf dedi demek ki çok kötü", "oyumuz zottirivistan partisine bunlardan alası Şam'da kayısı için ilk hedefiniz Halep ordaysa Arşın burda, yerse"leri hayatımdan atalı çokça zaman olmuştu zaten, gazetelerde de köşelerine tırnaklarını sıkı sıkıya geçirmiş yıllar boyunca aynı yazıyı yazan adamların varlığı hafiften canımı sıkmaya başlamıştı bile. Blog deryasına dalışım o zamana denk gelir. Ağlak, şiirsel yakınışımlarla paaylaşmaya başladı insanlar sonra bir çoğu yolunun şirden geçmediği farkederek arındı, bir kısmının içinde vardı zaten yazmak ama yazma konusunda tembeldi. Sebebi ne olursa olsun insanlar yazmaya başladılar işte, içlerinden geçenleri, görüşlerini, düşüncelerini samimi biçimde paylaşmaya koyuldular. Onları okurken sayfaların çevrilme sesini duymuyorum ama satır aralarında kaleme alanın egosu, parasal hesaplar, santimle ölçülmüş ilişkiler zincirlerinin şıkırtısını da duymuyorum öte yandan.


Samimi paylaşımların olduğu blogları takip etmeyi seviyorum, kendi bloğumun sağ yanına okumasını, yazdıklarına şaşırmasını sevdiğim kişileri topladım. Issız bir adaya düşmek zorunda kalsam aynı adayı paylaşmak isterim onlarla, hem ada ıssız kalmaz hem de yazmaktan kurtulur akşamlara kadar adamızı kurtarırız, şiir, öykü, masal, anı, felsefe, neşe, keder, roman adası yaparız o adayı.


Sevdiklerimin hepsini sağ yanıma toplamışken son günlerde bir kaç arkadaşın bloğundan aldığım mim dalgasına ben de kapılıyorum sonunda. Beni bu oyuna davet eden arkadaşlarım; Sanana Aki Bananesan, Aydan Atlayan Kedi, Karōshi, Beenmaya, Barış, Oyunun kuralları da şöyle.




1) Seni ödüllendiren blog yazarının linkini vermek

2) Bu ödülü başka 7 blog sahibine linklerini vererek göndermek.

3) Seçilen blog yazarlarını durumdan haberdar etmek.



Blog ödüllerimi şu yedi arkadaşıma veriyorum.



Her yeni başlığını gördüğümde acaba ne yazdı diye merak ettiğm, duyarlı izlenimlerini kendi duygusal süzgecinden geçirerek özenle seçilmiş kelimelere süsleyip bizlerle paylaşan, belki yüzlerce kez görüp de dile getiremediklerimizi dile getirmeyi başaran Aydan Atlayan Kedi.


Baktığında herkesin gördüğünü gören ama üstüne bir de kimsenin göremediğini farkeden Abi'miz. Yorumlarda yaptığı tespitleri dahil her yazdığı hayat dersi niteliğinde.


O çok güçlü bir insan, kararlı, kararlarını hayata geçirebilen, sade ve etkileyici yazılarını okuduğum gün ya işe giderken ya eve dönerken onun bazı cümleleri kafamda oluyor Karōshi'nin.


Sevdiği için, kendini bu yolla ifade edebildiği için yazıyor, ufak direnişlerini okudukça bazen boşuna bu direnişin diyorum onlardan o kadar çok var ki, her zaman da onlar kazanacak, farketmesi yıllarını alıyor insanın; Haccecan.


Sanki nefes alıp verircesine yazıyor, o nefes alıp verdikçe satırlar ekrandan akıyor akıyor, satırlardan imgeler, sıfatlar, hayatın türlü şekilde tarifi okuyucunun tarafına damlıyor sızıyor. Kırmızı Gün/lüğe yazdıklarını okumasını seviyorum Beenmaya'nın.


Günlerin ardından sevgiyle bakıyor hayata, bir gün bitiyor, bir yenisi başlıyor. O da bilmiyor günlerin ne getireceğini, her günü ne getirdiğini ondan öğreniyoruz, merakla bekliyoruz bir sonraki günün getireceği yansıma ve yanılsamayı, Brajeshwari'den.


Birdenbire, hayattaki küçük işaretlere dikkat ediyor, belki herkesten daha fazla dikkat ediyor ve görüyor ve yazıyor.


Yediyi çoktan geçtiğimi onuncuyu yazarken farketim ve buraya koymadım. Bazen oyun bozan olduğumu biliyorum ama bu kez uymaya karar verdim. Aslında yedi niyetiyle başladığım sonradan ipin ucunu kaçırıverdiğim belirlemeyi yapmak cidden çok zor oldu, seçimimi yaparken yazma sıklığı yoğun olanlara ağırlık verdiğimi söylemeliyim. Ben bu mimi epeydir sesi soluğu çıkmayan Gülçin'e yollamak istiyorum, son yaptığı ayva tatlısı tarifi ile midemin nasıl guruldattı tarif edemem size.



13 Şubat 2009 Cuma

Bir Düzeltme, Bir Kaç Özür

Efendim insanoğlu betondan kentler içine hapsoldukça doğal olarak doğadan uzaklaşıyor, kimi domatesi karpuz, karpuzu bezelye sanıyor sofrada görmeye alıştığı nebatatı doğal ortamı içinde gördüğü vakit. Bu satırların yazarı da ne bilsin koalayı, ne bilsin sincabı. En son sincap görmesinin üzerinden yıllar geçmiş. Avustralya'daki ünlü bir orman yangınından kurtarılmış ön pençesi yanmış kaolayı ve onu suyla teskin etmeye çalışan itfaiyeci Sam'in resmini görünce hayvana hemencecik hem sincap hem de obez yaftasını yapıştırıvermiş maşallah. Neyse ki yaptığım hatayı kısa sürede öğrendiğime de çok memnun oldum. Ama istemeyerek kırdığım koaladan, itfaiyeciden, cümle sincaplar aleminden ve bir de yanıltıcı bilgi vermiş olduğum şu yazımın bir bölümünden ötürü sayfama yolu düşenlerden özür dilerim.
Söz konusu yazıda resmi geçen koalayı itfaiyeci akşama yahni yapmak yerine bilakis yangından kurtardığı yetmezmiş gibi, bir de pet şişe içinde su ikram ederek yürek kabarıklığını geçirtirmeye çabalıyor. İnternette yaptığım kısa bir araştırma sonrasında keşfettiğim bir sonraki fotoğrafta ise heyecandan ne yaptığını bilemeyecek hale gelmiş hayvancağızın gözlerinin içine bakarak şefkatle başını okşayıp hoş bir ambiyans yakalamış olduğunu görüyoruz. Bir arkadaşımdan öğrendiğim bilgiye göre ise bir sonraki karede ise koala ilgiden sıkılmış olmalı ki itfaiyecinin kaba etlerinden ısırıyormuş. Görmedim, bir şey diyemem, duyduklarımın yalancısıyım. Ama bizim buralarda "besle kargayı oysun gözünü" derler, eğer duyduklarım doğruysa pek muhterem avustralyalılar da koalalar ile ilgili bir atasözünü çoktan dillerine kaynaştırmış olmalılar. Hayvan tabiatı işte, cinsi ne olursa olsun kendisine iyiliği dokunan insanoğluna umulmadık bir anda hırçınlık sergileyerek nankörlükle mukavemet gösterebiliyorlar.
Bu kadar avustralyalı lafından sonra hafta sonu izlediğim "Australia" filminden bahsetmemek olmaz. Tüm eleştirilere rağmen ben filmi beğendiğimi söylemeliyim. Baz Luhrman adeti olduğu üzere bu filmde de abartıda sınır tanımamış, renkler, oyunculuk, senaryo her şey çok abartılı ama film içinde yaratılan o dünyaya ait her şey tutarlı, abartılı bir filme hazırlıklı olarak izlediğinizde o denli göze batmıyor.
Neyse gene daldan dala sincap gibi atlayıp da konuyu fazla dağıtmış olmayayım. Aynı arkadaşımın göndermiş olduğu gerçek bir sincaba ait resmi kendi bakış açımdan yorumlayarak aşağıda yayınlıyorum. Görüldüğü üzere kendisi bir insanın avucuna sığmayacak denli küçük bir canlı. Ele avuca sığmayan bir hayvan, ama sevimliliğine diyecek bir şey yok elbette.


Sincapların Haline Dair

Elektronik postalar arasında manalı sözler, sakar kazaları, gülünesi enstantaneler, yardım etmezsen geber inşallah, yedi saniyede yedi kişiye iletmezsen ölümü kemir nevinden iletiler günün muhtelif anlarında fink atmakta, fır dolanmakta. Bunlardan hevesimi aldım alalı - ki beş seneden uzun zamandır bana yollanan forward edilmiş mesajları açmadan "delete" etmek sureti ile siler atarım. ama tabi papaz bile her zaman pilav yemiyor, dün nasıl olduysa bana gelen "Su içer misin dostum?" başlıklı e maili açmış bulundum. Neden bilmiyorum, susamış mıydım, dostum kelimesi pek mi dokunaklı geldi hiç farkında değilim. Şuursuzca açmışım.
Ormanlık alanda su ikram eden bir adam. Onun ikram ettiği suyu pet şişesinden kibar kibar içen tombik mi tombik bir sincap resmi. Bir acıdım sincaba. Benim bildiğim sincaplar, narin, çevik, vınn diye vınladımı en uzun ağacın en tepesine vınlayıveren bir hayvandır. Çocukluğum sincaplarla geçtiği için ordan bilirim efendim. Bu resimdeki sincabın çeviklikten uzaklaşmış hali pek bir içime dokundu. Sincap dediğin kaçar gider, bu sincap belli ki ortama yabancı bir elin adamının elinden kana kana su içmekte bile beis görmüyor. "Bu su hadisesi bir tuzak olabilir mi?", "Akşama pişecek sincap yahnisinin ön hazırlığı olabilir mi?" gibi vehimlere de kapılmamış hayvancağız. Kıyamadım, acıdım sincaba.
İnteneti dolandım sincapla ilgili bir fıkra, bir öykü bulabilir miyim diyerek. Bir fıkra var, pek gülecek tarafını bulamadım, uçakta geçiyor ve sincabın ölümü ile sonlanıyor. Bir de öykü var bebeği sokmaya hazırlanan yılanı öldüren sincapla ilgili başka da bir şey yok. Sincaplara ilgisiziz anlaşılan. Hayal gücümüz dokunmamış onlara. Uzun lafın kısası sincapları sevelim, koruyalım onları.
Bir de şu sevimliliğe bakar mısınız Allah aşkına ya!!!

3 Şubat 2009 Salı

Mimimden Proust Testi Çıktı

Sevgili Melih mimlemiş, hemen oturdum yazdım. Beş parmağın bile beşi aynı değil, herkesin yanıtları kendisine dair bazı ipuçları veriyor sanırım.

Sizi en çok üzecek olay?
Sevdiğim insanların zor bir hastalık dönemi sonrasında ölmesi,

Nerede yaşamak isterdiniz?
Güney Amerika'da deniz kıyısında,

Yaşayabileceğiniz en mutlu an?
Balonla uçarsam çok mutlu olurum sanırım, ya da yarın ne olacak düşüncesini kafamdan sileceğim bir an.

Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz?
Kasıtlı olarak yapılmamış hataları, hatayı yalanla gizleyenleri asla affetmem.

En sevdiğiniz erkek karakter?
Nicholas Urfe, Büyücü kitabındaki karakter, çok zeki ama etrafında dönen oyunları farketmesi çok zaman alıyor, tüm zaaflarına rağmen sanırım sevdiğim bir karakter.

En sevdiğiniz kadın karakter?
Rüzgar gibi geçti - Scarlet O'Hara, Vanity Fair - Becky Sharp

Tarihteki favori kahramanlarınız?
Galileo,

Gerçek hayattaki favori kahramanınız?
Üniversitedeki Psikoloji hocam

En sevdiğinz ressam?
Alma Tadema,

En sevdiğiniz müzisyen?
Bruch, Andreas Vollenweider, Mike Oldfield,

Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik?
Başkaları hakkında kolay karar ermeyip onlar hakkındaki düşüncelerini kimse ile paylaşmamak

Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik?
Durum kontrol altına alabilme becerisi, insanları etiketlerine göre değerlendirmemesi,

En sevdiğiniz erdem?
İnsanları yanında rahat hissetirebilmek

Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş?
Müzik dinlemek,yazmak, resm yapmak, sohbet etmek

Kimin yerinde olmak isterdiniz?
Şu halimden memnunum, daha az yorulmak isterdim ama.

Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını isterdiniz?
Düşüncelerini her zaman direkt söyleyebilmelerini isterdim

Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik?
Başkaları ile rekabeti sevmiyorum, hırslı biri ile çalışırken ya da oyun oynarken bile buyur senin olsun al mutlu ol der yüz üstü bırakırım

Hayatınızın en büyük şanssızlığı?
Hayallerimi yüzüstü bırakmış olmak

En sevdiğiniz renk?
Mavi

En sevdiğiniz çiçek?
Beyaz zambak

En sevdiğiniz kuş?
Güvercin

En sevdiğiniz yazar?
Paul Auster, John Fowles, Murathan Mungan,

En sevdiğiniz şair?
Murathan Mungan, Seyhan Erözçelik, Lale Müldür,

Tarihte en sevmediğiniz karakter?
R. Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal, Hitler,

En çok isteyeceğiniz özellik?
Kolay vazgeçmemek,

Nasıl ölmek isterdiniz?
Acı çekmeden, ani, farkına bile varmadan.

Hayattaki sloganınız?
Kimseye asla güvenme

Şu anki ruh haliniz?
Tetikteyim

Sevgili Aydan Atlayan Kedi ve Burcuca ben de sizleri mimlesem, yazar mısınız?



Gecenin Sesi

Aylar önce Tansaş’ta 2,5 YTL’lik DVDlerin arasında rastladığım bir filmi izledim geçtiğimiz Pazar günü. 2008 yılında D&R da görmüş, birkaç kez de alsam mı acaba diye elimiz uzatmış olduğum bir filmdi. Ama 24,95 YTL gibi bir parayı ödemeye de ne elim ne de vicdanım varmadığı için ertelediğim bir filmdi. The Night Listener. Yapacak bir iş bulamadığım bir tembellik anını bekliyordum izlemek için. Öncelikle DVD’nin metal kutusunun arkasında yazılan film konusunun filmin kendisi ile pek alakası yok.

Filmi; Patrick Stettner yönetmiş, senaryoyu ise “Kent Öyküleri”nden tanıdığımız Amistead Maupin ile Terry Anderson birlikte yazmışlar. Başrolde Toni Colette ile Robin Williams var. Her ikisi de hayli riskli olan rollerinde oldukça başarılılar. En ufak bir abartıda filmin bütününe yayılmış yavaş yavaş, izleyiciden gizlenerek gelişen gerilim kesinlikle iki seksen yatabilecekken iki usta oyuncu filmin önüne de geçmeden gerektiği biçimde gölgelerin yer değiştirmesi gibi karakterlerin dengelerini filmin bütününe ustaca yayıyorlar. Robin Williams kendisinden umulmayacak biçimde sade bir oyunculuk sergiliyor.

Film hoş bir melodi ile açılıyor, sonradan isminin Vladimir’s Blues olduğunu öğrendiğim şarkı, romantik bir gerilim melodisi diyebiliriz, tam gece şarkısı, Max Richter’e ait..

Gabriel Noone (Adamın soyadı İngilizce’deki hiç kimse anlamını oluşturan “no one”ın beraber yazılmış hali) bir radyo programcısıdır. Erkek partneri ile 8 yıldır sürmekte olan ilişkisi çıkmaza girmiş, bitmek üzeredir. Yıllar boyunca erkek arkadaşı ile olan ilişkisinden topladığı öyküleri radyo programına malzeme yaptığı sebebiyle bastırılmış bir kırgınlık ortaya çıkmıştır. Evlerini ayırırlar. Yayınevi sahibi bir arkadaşı eline geçen, anne ve babası tarafından sex kölesi haline getirilmiş 14 yaşındaki bir erkeğin başından geçenleri anlattığı romanı Gabriel’e verir. Çok ustaca yazılmış, imla hataları bile bulunmayan bir amatör romanıdır elindeki. Çocuk anne ve babası tarafından evlerinin bodrumunda gözleri kapatılarak evlerine davet ettikleri kişilerin cinsel arzularına karşılık vermeye zorlanmış ve bodrumda yaşananlar videoya kaydedilmiştir. Çocuk Gabriel’i arar, telesekretere mesaj bırakır. Uzun süre dirense de sonunda çocukla konuşmaya başlar. Çocuğun anne ve babası cezalandırılmışlar ve velayeti gönüllü bir anneye verilmiştir. Çocuk 14 yaşındaki birisine göre çok olgundur, hayata dair görüşleri enteresandır. Günlerce konuşurlar, telefonu bazen annesi alır. Ayrıldığı erkek arkadaşı da bazı telefon konuşmalarına şahit olur ve bir gün Gabriel’e çocuk ve kadının aynı kişi olduğunu söyler. Gabriel’in macerası bu noktadan sonra başlar. Gerilimi alışık olmadığımız kadar ustaca kurulmuş, kimin kim olduğuna dair kuşkuları filmin sırrını ele vermeden sonuna kadar ayakta tutan usta işi bir film.

2006 yapımı bu filmi izledikten sonra “kamera arkası” bölümünü izlemek film kadar ilginç oldu. Çünkü filmde yaşananların gerçekte yaşanmış olduğu sürprizi de orada gizliydi. Yazar, Amistead Maupin senaryoyu beraber yazdığı kişi ile ilişkisini bitirmeye çalıştığı günlerde ergenlik çağındaki bir hayranı ona yazdığı otobiyografik romanın birkaç sayfasını gönderir, yazar okuduğu bölümlerdeki ustalıktan etkilenerek çocuğun telefon numarasını bulur ve onunla telefonlaşmaya başlar. Zaman zaman annesi olduğunu söyleyen kişi ile de telefon konuşmaları olır. Aylarca süren telefon trafiği erkek arkadaşının, anne ve çocuğun aynı kişi olduğunu söyleyinceye kadar devam eder. Yaşadıklarını önce bir roman haline getiren Maupin’in romanının gördüğü ilgi üzerine filme çekilmesi serüveni başlar.

DVDnin hiçbir yerinde gerçek hayattan alınma olduğu söylenmemesi, arka kapakta konunun farklı anlatılmış olması filmin kısa sürede satılamayan filmler arasına düşmesine sebep olmuş. Geç de olsa bu filmi keşfettiğime mutlu oldum. Uzun zamandır ilk kez bir filmden gerçek sinema tadı alarak izledim. Aslında bir psikolojik gerilim filmi olarak değerlendirilebilecek bu filmi, taşıdığı atmosferden ötürü, aslında bir parapsikolojik gerilim filmi olan ancak kendi film sınıflandırmama göre bir gizli Sam Raimi şaheseri The Gift’in yanına koyuyorum.


2 Şubat 2009 Pazartesi

Elma Dersem

Masa baaşı kahramanlıklarına pek düşkün bir ulusuz. Uluslararası platformda atılan adımlar ülkelere bir konuda mutlaka bir takım kazanımlar sağlamalı. Arkasında kaybetmek olsa da düşünüp taşınıp ona göre hareket edilmeli ki şuurlu biçimde atılmış adımların neticelerine bilerek katlanılsın. Yine diğer uluslar tarafında aklı başında ve şuurunu kaybetmemiş bir ülke gibi algılanabilmek için söylediklerimiz ile yaptıklarımızın birbirleri ile çelişmemesi gerekir ki insani boyutta da anlaşılabilir bir erdemdir. "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol", "kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkalarına yapma" sözleri erdemli olmayı hedefleyenlerin kulak arkası etmemesi gereken önem verilmesi gereken sözlerdendir. Atılacak adımlar asla kısa vadede getireceklerine göre değil uzun vadede getireceklerine dair enine boyuna fikir yürütüldükten sonra yapılmalıdır.

Kendisine komşu bir ülkenin sınırları içinde uzun zamandır askeri harekatlar düzenleyen bir ülkenin askerliğin yan gelip yatma yeri olmadığı beyanatını yapmış başbakanı, aralarındaki ateşkesi bozmuş olan komşu ülkesine bombalar yağdıran ülkenin cumhurbaşkanına posta koyuyor.

Kendisini terörist aktiviteler ile ifade etmeyi seçmiş bir grubu ülke yönetimine demokratik yöntemler ile taşımış olan Gazze halkının çektiği acılara, mağdur edilmesine, çocukların, insanların öldürülmesine karşıyım. Masum insanların öldürülmesine, savaşların olmasını elbette istemem. Her sorun insanların da ülkelerin de kendi içilerinde başlıyor, çözüm için atılan adımlar da kendi içinde gelişiyor. Öncelikle gerçekten çözüm isteniyor mu, uzun yıllar boyunca çözüme ulaştırma yönünde hiç bir adım atılmış mı ona bakmalı.

Başbakanımız posta koydu, kahraman oldu. Gazze halkının elinde türk bayrakları yollara döküldü kameralar önünde sevinç gösterileri yaptılar. Ben komşum bile olmayan, arada bir ülke kadar mesafe olan başka ulusun bayrağını iki saat içinde bulup da yollara dökülüp gösteri yapamam, aniden bayrak bulma imkanım yok. Gazze halkının elinde türk bayrakları, birileri onları düşünüyor diye minnettar.

Ermenilerin 1915 yılında bir Anadolu'nun bir köşesine sıkıştırılıp katliama tabi tutuldukları iddiasına farklı bir çok ülkenin vatandaşlarınca kanıtlanmış bir tarihi gerçek olarak kabul ediliyorken, gazzelilerin durumu ile anadoluda yaşamış olan ermenilerin durumu arasında paralellik kurulması için ne kadar zaman geçecek hep beraber göreceğiz.

Ulusumuzun geçmişine dair bir soykırım iddiası var, komşu ülkenin sınırlarına askeri harekatlar düzenleyip bombalar yağdırıyoruz. Bu yapılanların aynısını yapan bir diğer ülkeye kızıyoruz. Durun bir dakika, dürüstçe mi bu? Kendi kendimizi nereye doğru çektiğimizin farkında mıyız?

Kendimiz yapacağız ve sonra da başkalarının yaptıklarına kızacağız. Bu yanlış, bu işlerin, bu yersiz öfke nöbetlerinin arkasında başka hesaplar yatıyor, türk halkı gene önüne sunulan yemeği yiyor. Çocuklara uygulanan şiddete sessiz kalmamak çok insani bir duygu, bu duyguları üstü şimdilik örtülü kalmış hesaplara alet etmek ise hiç de duygu işi değil. Bunlar ağır hesaplar, hesapların faturasını ödeyecek olanlar malesef olan bitene daima seyirci.

Gazzeliye hassas insanlar "anam ağladı" diyen çiftçiyi kovalıyor, dağın tepesine hastane açılışına kurdele kesmeye giden sağlık bakanı, buraya nasıl ulaşacağız diyen vatandaşı provakatörlükle itham ediyor. Kendi iç sorunlarımıza kulak tıkayıp başka mağdur uluslara kucak açacağız anlaşılan. Masum insanların öldürülmesine, savaşların olmasına elbette karşıyım. İnsanların en insanca duygularının kişisel menfaatler uğruna kulanılmasına da karşıyım. Gerçekleri görmek için bir on yıl daha bekleyeceğiz yine hep öyle olmadı mı? Olaylar oluyor, piyonlar seyrediyor. On sene sonra adamın biri "aslında böyle böyle böyleydi o gün söyleyememiştim" konulu bir kitap yazıyor. "Ya öyle miymiş" diyoruz.

Bir kaç gün önce posta koyarcasına atılmış adımlar ülkemize bir şey getirmeyecek bilakis, örtbas edilip kulak tıkanmış olan konular ileride önümüze bizlerin istemi dışında gündem oluşturacak biçimde açılabilir. Emin olun ki açılacaktır da. Bu adımlar bize yarar sağlamayacak, peki kime yarar sağlayacak, gazzeliye mi, türklere mi, israilliye mi? Hiç birisine değil? Peki kime? Elma dersem cevap ortaya çıkar mı?