27 Mart 2009 Cuma

Samimiyet Kırmızısı

Uzun süreden beridir türk filmi izlemiyordum, son on günde iki tane izledim: Güneşi Gördüm ve Issız Adam (Nihayet).

Güneşi gördüm, samimi bir film, mış gibi yapmayan sahici bir film. Filmin arkasındakilerin tüm samimiyetini seyircinin sezmemesi mümkün değil. Değindiği konuların fazlalığı, zamanın darlığı biraz karışıklığa sabap olmuş. Dikkatle izleyen bir sonraki sahnede ne olabileceğinin kokusunu alıyor. Bu yüzden sürprizleri olmayan bir film. Ancak ne var ki, özellikle kadın ve çocuk oyuncuların performansları çok etkileyici. Karakterleri ete kemiğe büründürüp sahici kılmışlar. Görüntüler etkileyici ve itina ile hazırlanmış film müziği ile mükemmel örtüşmüş. Mahzun Kırmızıgül'ün insanların içlerindeki acıyı aynı film içinde bir kaç kez dozajı fazla biçimde seyircinin gözüne sokmaya çalışmasını pek sevmedim. Ancak samimi olduğu, filmindeki her bir sahneyi içinden geçtiği gibi çektiği ve hayal ettiklerine sadık kaldığı belli. Olumlu yönleri de olumsuz yönleri de olan bir film.

Issız Adam, teknik olarak temiz bir film. Ancak samimi değil. Bence seyircisini iki ana karakterinde fena biçimde kandırıyor. Kadın karakter son derece hileli. Başka bir bedene göre dikilmiş elbise kadının üzerinden feci dökülüyor. Filmin açılış sahnesinde baş erkek karakterin girdiği odada bir kadın ve bir erkek var. Kapı üzerlerinden kapanıyor, gecenin bir bölümünü iki erkek ve bir kadın beraber geçiriyorlar. O sahneden biraz sonra Ada ismiyle bize sunulan baş karakteri hep "Adam" olarak izledim. Sanırım filmin eşcinsel bir erkeğin başka bir adam ile ilişkisini anlattığı iddiasında bulunacağım. Bu iddiada bulunursam senarist/yönetmenin kendi hikayesinin arkasında duramadığı ve baş karakterinin cinsiyetini - hangi kaygı ile olduğunu bilmiyorum, ancak gişede fazla para elde etme isteği olabillmesinden kuşku duyabilirim - değiştirdiğini de ileri sürebilirim. Film ana karakterlerinden brinin kadın olduğu konusunda beni ikna edemedi. Böyle düşününce de filmi seyircisine ihanet etmiş bir film olarak görüyorum. Bu arada filmde Alper'in annesini oynayan kadın oyuncu çok iyi.

Ayrıca bu filmin eski şarkılardan bir demet sunduğu film müzikleri CD sini bir üsre önce edinmiş ve Semiramis Pekkan şarkısının sunuluş biçiminden özellikle nefret etmiştim. Bu güzelim şarkının belli yerlerine "bir zamanlar" jingılı oturtulmuş bir versiyonunun elektronik ortamdan süzülmüş çok kalitesiz bir kaydının CDde dinleyiciye sunulması satın alan kimseye yapılmış bir hakarettir. Sonuçta Issız adamı ve müzik Cd'sini seyircisine/dinleyicisine ihaneti yüzünden samimiyetsiz buluyorum.

14 Mart 2009 Cumartesi

Kalabalıkta Şemsiyeler

Yağmuru, yağmur altında yürümeyi seviyorum da, kalabalık içinde yağmur altında yürümekten kesinlikle muzdaribim. Şemsiyeli yürümek için bir ehliyet alınması aksi halde bazı tür vatandaşın yağmurda sokağa salınmaması yönünde baskı uygulanması gibi gizli bir faşist hayali olan bir insanım, itiraf ediyorum. Bu hayale dalmamın sebebi 185 lik boyla salınırken kısa boylu insanlarımızın şemsiyelerini insanların gözüne gözüne tutarak ilerlemeleri, düz yolda giderken üst üste göz börtlemesi tehdidine maruz kalmam, şemsiyeleri savuşturayım derken karate pozisyonu alıp önüme gelen şemsiyeyi bertaraf etme çözümüne sık başvurmama. Yoruluyorum işte zorla değil ya.
Dün İstanbul'a geldim. Yağmurda İstiklal Caddesinde azcık itiştim uzun lafın kısası. Sonra da yağmur altında gecenin bir vakti taksi ile hangi yoldan gideyim abi soygunu teşebbüsü yaşadım. Arkadaşım ben İstanbullu'yum şundan mı gireyim buradan mı döneyim derseniz yemem ben. Biliyorum hangi yolun kısa olduğunu.


12 Mart 2009 Perşembe

Bas Basa Eğlenirken; "Bas Bas Paraları"

19 Ocak 2009 tarihinde İzmir Sanat’ın Kültürparkdaki sahnesinde üç bas konserini çok sevdiğim bir arkadaşım, eşi ve annesi ile birlikte izledim. Tuncay Kurtoğlu, Zafer Erdaş, ve Tevfik Rodos’un Cemile Cabbarova’nın piyanosu eşliğinde verdiği konser mükemmeldi. İlk yarı operalardan seçilmiş bölümlerin yorumlanmasından oluşuyordu. Arkadaşım bas kelimesinin içinde geçtiği cümleler kurup hepimizi neşeye boğdu. İkinci bölüm de ise Türkçe eserler daha fazlaydı ve esprili biçimde sahneleniyordu, seyirciler sıklıkla kahkaha attı. Üç basın arasındaki uyum, paslaşma, esprileşme yerli yerindeydi. Tevfik Rodos'un performansı her zamanki gibi mükemmeldi. Tüm konserde beni en çok etkileyen ilk kez Tevfik Rodos’un sesinden duyduğum Selman Ada’nın bestelediği Aşk-ı Memnu Operası’ndan “Maskeler” aryası oldu. Aynı eseri o gece Zafer Erdaş çok başarılı biçimde seslendirdi. Bu mükemmel bir eser, kesinlikle kitlelerin tanıması gereken bir melodi. Sözler ve müzik kesinlikle örtüşüyor ve basın ses rengini, tekniğini sergilemesine olanak sağlıyor. Tek korkum bu şarkının Ferhat Göçer tarafından keşfedilip tenorumsu süsü verilmiş sesine kurban gitmesi. Konserin sonunda sanatçılar iki kez sahneye yeniden çıktılar. Son çıkışlarında piyanodaki Cemile Cabbarova’ya “bizim şarkımızı çal” dediklerinde, üç tenor konserlerinde adet olan tınılar piyanodan yükselince Tevfik bey bizim şarkımız bu değil biz zengin olmak istiyoruz dedi ve “Ah bir zengin olsam”a başladılar.

Konser bitiminde kuliste solistleri tebrik ettik, arkadaşım Tuncay Kurtoğlu’na “bir basa denmez ama çok ince bir yorumunuz var “ deyip de ardından bir Airbus modeli hediye edince gecenin esprisini yapmış oldu. Tevfik bey ve eşi ardında Cemile hanım ve annesi ile kısacık bir sohbetten sonra gecemizi noktaladık.

Üç bas konserine denk gelirseniz kaçırmayın derim.


10 Mart 2009 Salı

Fırsattan İstifade

Sevilen ve anılarımızdaki yeri değerli olan şarkıların sözlerinin kırpıp yapıştırıp bambaşka bir şeye dönüştürülmesi ilk başlarda bir çok insanın tepkisini çekti, daha sonra kanıksandı, bunun insanların özel hayatlarına, değerlerine yapılmış bir saldırı olduğu düşünülmedi bile.
Hayatımız birilerinin bir şeyleri bizlere satmak için kendilerini yırtmaları üzerine kurulmuş. Televizyon kanalları niye var? Bizlere güzel güzel diziler izletsinler diye değil tabii ki, ortalama beğeni düzeyine hitab eden eğlencelikler, beyin uyuşturucu programlar yaratıp aralarına reklam kuşakları serpiştirsinler bunu yaparken minimum yaratıcılık ürünü yılan hikayelerini, onun eli bunun neresinde programlarını önümüze kaktırsınlar yeterli. Reklam kuşaklarını yarattınız mı gelsin üretici firmaların reklam şirketleri ile olan al takke ver külahları. Seyredilsin de, satsın da nasıl olursa olsun.
Yaratıcı bir reklamcının en son icadı ise aşağıda yer alıyor. Bir başka ülkenin başkanının resmi ile insanları kredi almaya ikna etme çabalaması. Bu buluş için kime kaç para ödendi acaba. Obamanın reklamda yer alan resminin kırmızı mavi renkli olanı aslında bir sanat eseri, bu sanat eserinden üretilen posterler kendi ülkesinde para karşılığında satıldı, elde edilen gelir ile evsiz insanlara yardım ediliyor. Bir sanat eserinden muhtaç insanlara bir fayda yaratılmaya çalışılmış, oldukça da başarılı.
A! ne güzel resim ben şu resmi alıp da bir reklamda kullansam ne zeki reklamcı sayılırım diye düşünen, reklamın arkasındaki süper zeki beyinler kime ait acaba? Sırf meraktan hani, öylesine soruyorum.
Konu şuradan dikkatimi çekti ve resmi de o sayfadan aldım.

8 Mart 2009 Pazar

Kadınlar İçin

Milyonlarca öykünün içinde milyonlarca kadın gizli. Her biri hayatın bir ucundan yakalamış, yaşama dört elle sarılıyor. Her biri kendi öyküsünün içinde saklı. Güzel kadınlar var, çirkin kadınlar var, hepsinde ayrı bir hüzün. Her bir kadın gülüşün gizlediği ayrı bir hayat var. Çoğunun asla öğrenemeyeceğimiz ama ulaşılmayı bekleyen bir gizemi var. Kadınlarımızı en güzel Behçet Necatigil anlatmış şu şiirinde..

Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca


6 Mart 2009 Cuma

Kıldan Tüy Kapanlar

İşten uzaktaki zamanda kahvaltıya TV eşlik ediyor haliyle. Böylelikle ünlü türk filozofu Seda Sayan'ın carcarellasından nasibimi alabildim sonunda. Günlerden salıydı, camlarda yağmur damlaları vardı. Çayımı koydum, uzaktan kumadaya dokundum, karşımdaki kanal, D'ydi, yayın canlıydı. Seda Sayan'ın dudakları büzülmüştü üzerine aldığı varla yok arasındaki depderin dekoltasyon eseri görülen oydu ki kışları yaza çevirmiyordu. Düşünür, düşünürken üşüyordu. Seda'nın sağında ve solunda birer tane al birini çarp ötekine klasmanınden iki çaçaron çok mühim bir konuda çene yarıştırıyordu. Konu ne diye kulak kabartmama gerek kalmadı. Alttan geçen yazı ömür boyu aklımdan geçmeye devam etmek üzere bir alay ıvır zıvırın arasındaki yerini aldı. Konu kıldı belki de tüydü, hanfendiler kıl mı yoksa tüy mü onu tespite yırtınıyorlardı.
Meğersem yemekteyiz isimli yarışma çok tutup reytingleri allak bullak edip izlenilirlik rekoru üstüne izlenilirlik rekoru kırmaya başlayınca "çenıl di"nin cevval yapımcıları da kendilerinde de bu tür bir yarışma programı olsun diye ellerinden geleni artlarına koymamaya yemin etmişler. İşte bu yeni türeyen yarışmada bir gün önceki yarışmacı beyfendinin evinde yemeklerini ikram ettiği tabaklardan birisinden tam da Seda'nın solundaki sarışının tabağının içinden kıl çıkmamış mı. Kadın kedi tüyüydü diye carıldıyor, adam telefon hattında "kedi kılı olamaz, kıvırcık ve sarışın, senin saçının kılı, o senin", "Kedi düşmanı Jale" diye vızıldıyor. Kadın alıyor sazı eline tiribünlere oynama, açık konuş adam gibi diye gıcık veriyor. O ona, öbürü buna veriştiriyor. Ben hala mantık yürütülebilecek bir yan bulma havliyle, "kedi kel miydi o yüzden mi adam böyle emin konuşabiliyor" diye aristonun kemiklerini istem dışı biçimde sızlatmaya çalışıyordum. Derken Deniz Seki'yi tekrar içeriye aldıkları haberi flaş haber olarak verilince Seda Sayan'ın morali bozulup Seki hakkında bir kaç çam devirdi, sonra "üzüntümden ne dediğimi bilemiyorum" diyerek dümeni güvenli sulara kırdı. Kıl da tüyde gümbürtüye gitti. Derken sanatçı kontenjanından konuklardan suratını görmediğim billur sesinin önceden duymadığım yarma bir hanımefendi de "Seda Abla ben ömrü boyu hep seni örnek aldım, tam kadınsın, osmanlısın, helal olsun sana" dedi. Ben onu düşünür biliyorum meğer arayı açalı örnek osmanlı kadını da olmuş. Kahvaltım bittiği için "helal olsun yediğin bazlamalara" dedim, televizyonu kapattım gitsin. Sonradan aklıma geldi de meraklanıyorum şimdi yemekten çıkan kıl mıydı tüy müydü diye.
Bir kaç gün önce sivri zeka bir çorap üreticisinin üzerinde "one minute" yazan şirin mi şirin çocuk çorapları ürettiğini görmüş, yuh çekmiştim zavallılığın, gurur duyulan şeylerin sığlığına bakıp da. Dünkü gazetelerde Sayın Bakan Unakıtan'ın değerli mahdum beylerinin "oneminute"in patentini almak üzere başvurduğunu okuyup kendisinden türk halkı adı ve namına bir gururlandım anlatamam.
Bugünkü gazetelerde ise anılan mahdumun babası gazetecilere "benim evladım yapmaz öyle şey" buyurmuşlar, ardından mahdumun "biz başvurduk babamın haberi yok" açıklaması geldi de kafamın karışıklığı geçti. Gördünüz türk halkı bütün gerçeklere böyle anında şeffaf şeffaf yanıtlarını alıyor, kim demiş basın özgürlüğüne el/dil uzatılıyor diye. Yalan külliyen yalan.
Kıl oluyorum bu kuru iftiralara, kıl, kıl, kıl.
Ben bir müddet resimdekiler gibi aval aval bakmaya devam edeyim gündeme, sonra bunalım takılacağım.

5 Mart 2009 Perşembe

Kediye Pissst, Arıya Vızzzzzttt

Genel kanıdır, kediye pissst dediniz mi alır başını gider civarınızdan. Keza köpeğe hoşşt, kuşa, tavuğa kışşt deriz ki gitsinler. Bu lafları ettiniz mi bu hayvanlar gider, bu canlılara fobiniz varsa rahat edersiniz.
Ben küçükken arılardan korkardım bir de köpeklerden. Ancak korkuyorum demeyi sevmediğim için köpeklerden pek hazetmem derdim soran olduğunda. Orta okula kadar köpek korkum fobi derecesindeydi, derken bir akşam karanlığında bakkaldan eve gelirken bana saldırmaya kalkan bir köpekle fobimi yendim. Kalbimin gümbürtü edişi, bacağıma dişlerini göstere göstere hamle eden köpeğin ağzına tekmeyi çakınca köpek "kayi kayi" sesleri çıkararak sokağın karanlık gölgelerinde kaybolmasından az sonra dindi. Fobi de gölgelere saklandı, geride bir korkunun belli belirsiz izi kaldı. "Korkunu belli etmezsen saldırmaz" tavsiyesi mantıklı geldi, dünyanın tüm köpeleri beni yoketmeye and içmiş olamazdı zaten. Bunun üzerine köpeklerle oralı olmayarak ilgisiz kaldım genellikle. Sonra üniversite yıllarında üst kat komşumuzun köpek denemeyecek kadar canavar görünümlü kurtu ile apartman boşluğunda burun buruna gelince yine tanıdık gümbürtüyü işittim bir kez daha. Köpek bana ilişmeden merdivenlerden inmeye devam etti. İlk iş sahipleri ile tanıştım, köpeğinizden çekiniyorum, müsadenizle bana alışsın diyerek kaleyi içten fethettim. Hayvan bana alışınca köpeklerin sevimli yanlarını da keşftemeyi başardım.
Bir arı korkumu yenemedim bunca yıldır. Arının mevcudiyetinden ziyade sokması fikri beni endişelendirdi. Köpek gibi yakınlaşıp sevilebilecek bir taarafı olmadığı için arılarla haşır neşir olamadım. "Dur bakalım şu meretin en beteri ne yapıyor" diye meraktan The Swarm filmini bile seyrettim . Dünyanın en kötü felaket filmini izleyen o ayrıcalıklı güruha arı korkum sayesinde dahil oldum. Korkunun ecele faydası olmayacağı için tebdiri elden bırakmadım, evde, işyerinde sürekli minik bir kavanoz içinde amonyak bulunduruyorum. Arı sokması halinde onu sürünce acısı kalmazmış. Bu arada belirtmem lazım, amonyak da koklanılası bir nane değil. Evdeki kedi bir gün halının kenarında acıklı sesler çıkara çıkara debelenince burnunu arı soktuğunu farkedip kedinin burnuna minnacık bir amonyak darbesi ile iyilikte bulunmamdan sonra amonyağın kudretiyle kedi günlerce kendine gelemediği gibi aylarca beni gördüğünde kanepe altlarında siftindi. İşte arıya vızzt bile deseniz gitmiyor o korkuyu yenmesi biraz zor sanırım.
Bu aralar dünyada bal arılarını tehdit eden birkaç tehdit mevcut. Hangi bilinmezin ön belirtisi olduğu şimdilik sırrını koruyor ama hayra alamet olamayacağı da kesin. İngiltere'de arı yetiştiricileri arılara tadanmış bir parazitten şikayetçi. Arının vücuduna yapışan minik bir böcek türü, arıyı yiyerek öldürüyor ve hızla ürediği için kovandaki arı nüfusu kısa sürede yok oluyor. İngiltere'deki arı yetiştiricilerinin durum BBC'nin dikkatinden kaçmıyor sıklıkla bu soruna dikkat çekiyorlar.
Kuzey amerikadaki arı yetiştiricileri de henüz teşhisi netlik kazanmamış bir virüs sebebi ile arıların hızla, gözle farkedilebilir biçimde yokolmasından şikayetçiler. Arılar yokoluyor, sanırım bu iyi bir şey değil. Henüz ülkemizde arılarla ilgili bir telaş yok, olsa da farketmemiz için birilerinin dikte etmesini beklemek adettendir sanırım.

3 Mart 2009 Salı

Nasıl Kurt Adam Oldum?

Kurt adam oldum. Kurtadam olmam artık kaçınılmaz ertelenemez hale gelmişti, dönüşümüm kağıttan kuleyi yıkacak son bir üfürüğe bakıyordu, iş bardağı taşıracak son damlaya kalmıştı. Tehlike sınırındaydım, bu sınırın fena halde farkındaydım. Gerçi ay doğarken bile fosur fosur uyabiliyordum, ama kurt adam olmama ramak kaldığını biliyordum. Kafamı "kaliteli turşu limondan mı sirkeden mi yapılmalı meseline bile takmıyordum artık, sebep olacak olayın gerçekleşeceği an için tetikteydim, 7/24 pusudaydım, bekliyordum.

Geçen yıldı, aylardan Temmuz'du, yazdı tabii. Bu yarım kürenin böyledir her temmuzu, hepsi yazın ortasına denk gelir. Hayatlarımızdaki monotonluk tehdidi ayların mevsimlerin içinde yerleştirildikleri, değişmek bilmez yerlerinden başlıyor zaten. İşten çıkmıştım, İzmir'de, Talatpaşa Caddesinden Gar'a doğru yürüyordum, gölgeden gidiyordum. Sıcaktı ama tatlı bir esinti vardı, işten eve koşuşturan insan kalabalıkları arasından geçiyordum. Hepimiz birbirimize kıl oluyorduk. Birbirimizi gırtlaklamak için bahane yaratmaya hazırdık, huzursuzduk.

Eve gitmeden önce - Allah günah yazmasın - sahte dvdciye uğrayıp en sahtesinden bir korsan dvd almak niyetindeydim. Aklımda 10000BC filmi vardı, özel efektin tavan yaptığı bir filmdi, filmin korsanı uğramadan film hakkındaki beyanatlar piyasayı sarmıştı. Denilene göre film tarihi gerçekleri binerce yıllık saptırmalarla çarpıtıyormuş. Bu çarpıklık beni heyecanlandırıyordu. O gece o filmi izlemem şarttı. Saat ondokuz sularıydı, dolunaya az vakit kalmıştı ve ben çok heyecanlıydım. "Ya DVDcide yoksa" diye aklım gidiyordu.

O sırada onu gördüm. Melda Hanım karşıdan geliyordu. Eyvah kelimesi harf harf geçti benliğimin ortasından, ciğerim deşilmişti, yara almıştım. Savunmasız yakalanmıştım., kan kaybediyordum. Görünen oydu ki kuaförden geliyordu. Kaldırım değiştirip savuşmak için çok geçti. Burun buruna gelmememiz imkansızdı.

Melda Hanım'ı malesef iş ortamından tanıyorum. Ellili yaşlarda, beş dakika içinde on farklı haleti ruhiyeye bürünebilecek ve de sergileyebilecek kapasitede bir kadın. Sürekli kibar gözükmeye çalışan, canımlı cicimli konuşup yerini buldukça ısıran arıza bir tip. Genellikle her lafı tersinden hazırlayıp çemkirmeye hazır. Arada yollarda rastlayınca ya kaldırım değiştiriyorum ya da kaldırımın uzak tarafına geçip karşılaşmamaya çalışıyorum. Sevmiyorum zorla değil ya. İlk yolda gördüğümde bu kiminle konuşuyor acaba diye meraklanmıştım. Meğerse yolda giderken kendi kendisi ile dertleşiyormuş. Sağına dönüp soru soruyor, sola dönüp kendisini paylıyor, gölgesi ile kavga eder vaziyette. Her gün berbere gidip saçlarını kabarttırıyor. Kuaförde geçen saatler sonrasında elde edilen görüntü tartaklanmış bir kadın görüntüsüne denk. Gördüğümde kibarca konuşuyoruz, içimden kendisini tartaklamak geliyor.

Melda Hanım kendi kendisi ile iç hesaplaşma halinde karşıdan gelirken ne o ne öbürü, hiçbirisi ile görüşecek halde değildim. Ben onbinlerce yıl öncesi nasılmış, dinazorlar, terör kuşları nasılmış onları görmek, piramitleri kim, ne şartlarla yapmış ve buna mecburmuymuşlar onu öğrenmek istiyordum. İsteklerim şöyle dursun; o ve ben birbirimize adım adım yaklaşıyorduk, Talatpaşa Bulvarı hiç bu kadar dar gelmemişti bana. Bu bulvara ikimiz fazlaydık. Yaklaştıkça konuşmalarını duyabiliyordum.

Melda: Ben sana demiştim
Melda: Hayır deseydin hatırlardım.
Melda: Sen bana yalancı mı diyorsun?

Burun buruna geldik. Beni görmüyordu. Eşeklik işte, selam verdim.

Vladimir: İyi akşamlar Melda Hanım.
Melda: Ayyyyyyyyyyyy!!!!
Kadın çığlıklar içinde fenalık geçirmeye başladı.
Vladimir: Korkmayın Melda Hanım, benim ben Vladimir.
Melda: Ay Vladimir Bey ben saldırcaksınız zannettim.
Vladimir: Korkmayın ben genelde kalabalıkta ve aydınlıkta saldırmam. Kuytuda ve karanlıkta saldırmaya özen gösteririm.

İşte olacağı buydu kadın beni kurt adam yaptı sonunda. Melda'yı ve Melda'yı orada çığlıkları ve yaşadığı şok ile başbaşa bıraktım.

DVDciye vardığımda olayın şokunu hala üzerimden atamamıştım. 10.000 BC filmini aldığım gibi kendimi eve attım. Eve vardığımda ne göreyim yanlış filmi almışım. Onbin BC yerine Yüzmilyon BC yi almışım. Aritmatik işte, özellikle sıfırlar birbirine çok benziyor bazen, hele can havli içindeyken. Seyredesim gelmedi, sehpanın üzerine bıraktım. Sonra o DVDnin üstüne birsürü daha bıraktım, mevsimler olması gereken sıra ile kimseyi şaşırtmadan geçti.

Aylar sonra, geçtiğimiz cumartesi günü o DVD evde elime geçtim oturdum seyrettim. 2008 yılı bir film. Başrolde Blue Lagoon filminde Brooke Shields'i götürmüş bulunan Christopher Atkins'in 50 lik hali boy gösteriyor. Şimdi efendim konu Amerika'da geçiyor. Frank isimli bir bilim adamı zamanda yolculuk etmesini keşfetmiş. 1950 senesinde bir grup arkadaşı ile yüzmilyon yıl öncesine gitmiş ama gitmeyi keşfedip de dönmeyi tam keşfedemediği için arkadaşlarını fi tarihindeki tekinsiz coğrafyalarda terkedip kendi geri dönmüş. Üzerine 50 yıl geçince geri dönmeyi de keşfediyor ve yeni bir ekiple arkadaşlarını bıraktığı coğrafyaya gidiyorlar. Dekorlar, efektler berbat bu arada. Oyunculuu tasvire ise gücüm yetmez görmek lazım. Neyse derken Frank ekibi ile eski arkadaşlarını ararken yolda muhtelif dinazor bozması ekibin bir bölümünü yiyor. Frank arkadaşlarını buluyor, zamanda aralanan bir helezondan geri dönüyorlar. Ama aralık helezonu gören bir dinazor da olnlarla bir günümüze gelmesin mi beğenirsiniz. California'nın anasını belliyor tabiri caizse. Filmi dramatik yapısı mükemmel kurulmuş. Dinazor efektleri ölüyü diriltir derecede iğrenç. Filmi izlerken gülmekten yarıldım, rezil bir film. Sakın izlemeyin diyeceğim ama saçma filmlere gülmek isteyenler ne yapsın ne etsin mutlaka izlesin.

Filmi izledim, sonra izinden döndüm. Melda Hanım yüzüne botoks sıktırmış. Berber botoks yapıyormuş. Yüzünü arı sokmuş gibi. Ay gibi olmuş Melda. Yüzünde kırışıktan eser kalmamış. Ah yüzünü arı sokacağına dilini eşek arıları sokaydı diye içimden geçirmedim değil.
Siz siz olun dolunaydan ve de getirdiklerinden ve de ay yüzlü botokslulardan uzak durun arkadaşlar.

2 Mart 2009 Pazartesi

Mart Ekrandan Baktırır

Şubat ayı kısaydı bir şey anlamadım, hele bir de son günlerinde 7 gün senelik izin yapınca kuş kadar kalmış ay, kelebeğe döndü. İzin dediğin sayılı gün hemen geçiyor, mesai saatleri de sular seller gibi aksa geçse. Su aksa deli baksa, hayat bayram olsa. Hoş bir temenni ama yok hayat bayram olmasın diye eskilerimiz almış tedbiri, hergünü bayram edinmiş kişi modelinin adı konmuş yüzyıllar önce. Her gün bayram havasını teneffüs etmemiz zaten şu vaziyette daha bir elli yıl kadar mümkün görünmüyor. Mehter takımı gibi iki ileri bir geri, ravan gidiyoruz, nereye gittiğimiz belli değil.

Soğuklardan sıkıldım artık, ılıklar gelsin istiyorum. Elimde kalmış iki mimim var onları kafamda evirip çeviriyorum bir kaç güne kalmaz yazarım. Kafamda bir kaç tane de hususi yakaladığım konu var. Ne demekse hususi yakalanmış konu. Tabi ki benim için kafayı takmış bulunduğum sudan hadiseler işte.

Su akar deli bakar misali, ekrana bakakalmış esmer kedilerimizden birisinin resmini de koymadan edemedim. Allah kimseyi izindeyken PC siz, internetsiz bırakmasın.