29 Mayıs 2009 Cuma

Bir Akşamüstü, Bir Bakış, Bir Kitap, Bir Albüm, Bir TV Dizisi, Bir Film Ve Bir Damla,

Baharın sonunda ve yazın eşiğindeki akşamüstlerini seviyorum. Akşamlarını da öyle. Gün batımına yakın ve gün ışığının aydınlattığı şehre uzaktan bakmak yorucu bir günün sonunda biraz olsun dinlendirip enerji veriyor insana. Pasaport'tan vapura binip Karşıyaka'ya doğru yola çıktığım akşamüstü de öyleydi. Üst kattaki güvertede bir çocuk martılara simit atıyordu. Körfez'in tam ortasındaydık, eski Kordon'u hayal etmeye yetecek kadar uzaktık yani. Çocuk arkadaşlarının gazına gelip martıya ağzıdan simit vermek istedi. Gözleri ışıl ışıl yanıyordu yaptığının zekice bir iş olmadığının farkında değildi. Simidi dudaklarının ucuna koyup dudaklarını göğe doğru çevirdi. Martı geldi ve simidi kaptı. Çocuğun dudakları kanamaya başladı.


Yanındakilerden birisi kağıt mendil uzattı. Çocuk mendili dudağına bastırdı. Eli ile dudakları arasından gözzüken mendili beyazlığında kırmızı bir leke adeta bir çiçek gibi büyüdü. İkinci bir mendil koyup kanamayı durdurmaya başladılar. Çocuğun gözleri bir tuhaf bakıyordu. O bakışı tanırım, kan görmekten etkilenen birisinin bakışlarıydı.

İzmir'in evlerinin alev rendi ışıklar gölgeşendiriyordu. Vapur vardığında çocuk mendili atmış, yanındaki arkadaşları ile şakalaşmaya başlamıştı. Karşımda oturan orta yaşlı kadın yanındakine "kedi götünü görmüş yara zannetmiş" dedi.

Vapurda bir kaç gün önceki keşfimi okumaya çalışıyorum bir kaç gündür. EN arızalı aşk/intikam filmlerinden birini çekmiş olan yönetmen Peter Greenway'ın kısa yazıları, öykü mü gerçek mi olduğuna okuyan karar verebilir ancak. Böyle öyküleri seviyorum. Gerçek olduğuna dair kuşkularım olsun yazılanların bir yaşanmışlığı olsun seviyorum. Sanki birilerini gözetler gibi oluyor hem rahatsız oluyor hem de merak ediyorum bu tarz yazıları okurken. Kitabın adı "Altın". Göründütüsü, kapak dizaynındaki renk seçimine bağlı olarak hayli dandik olan bu kitabı Kıbrıs Şehitleri'ndeki ne alırsan 4 TL 3 tane alırsan 10 TL'cide gördüm. Gözlerimi raflarda gezdirir ve okumaya değecek hiç bir şe y göremezken aniden yazarın adını okuyunca, kitabı raftan alıp sayfalarını çevirmeye başladım. Türkçesi çok güzeldi, çevirenin adını aradım: Pınar Kür. Cevhetr buldum sanki hemen satın aldım kitabı. Kulaklığı kulaklarıma tıkıştırıp okuyorum vapurda.

Mp3 player'ımda bir kaç zamandır Cary Brothers şarkıları var. Onları ilk kez geçen yaz, "Ride" isimli şarkılarından tanıdım. Elektronik müzik ama iyi cinsinden. Aynı şarkının Tiesto remixi de orijinalini aratmayacak denli güzel, hem farklı bir şarkı gibi hem de tıpkısının aynısı tınıları barındırdığı anları var. Albümün adı Who you Are. Artık eskimiş olmakla birlikte dinlenilesi bir albüm.



Bir de bu ara Mad Men isimli diziye tadandım inatla iki sezonu bir haftada izleyip bitirdim. Ellili yıllar sonunda başlayan dizi şu anda altmışların başına geldi. Bir reklam ajansında çalışanları beraber ve solo haldeki ilişkileri anlatılırken fondada dönemin olayları gezinmekte. Çok başarılı senaryo, oyunculuk, o yılları muhteşem biçimde ekrana taşıyan çevre düzenlemesi ve kostim tasarımları var. Kendine baktırıyor derler ya bu dizi de baktırıyor. Ama üstüste izlemek fena geldi, zamansal şizofreni yaşadım resmen, Lost'tan ötürü zaten 30 yıl geri 3 yıl ileri gide gele sarsılmıştım şimdi bir 50 tane yıl daha gerileyince zihnim var ya kevgirin üstünde kalan bezelye taneleri gibi oldu. Ne demekse?

Dün akşam (sizden iyi olmasın) Atom Egoyan'ın Exotica isimli filmini izledim. Seneler önce bir festivalde izlemiş, fena duygulanmıştım. İnternetten indirip bir kenara atmıştım. Sırası dün gece gelmiş, izledim yine. Sadece festival filmi değil her dem taze bir film. Şiddetle öneririm. Film genel olarak Exotica denilen bir barın müdavimi üç adamı ve oranın sahibi ve bir çalışanı bir kadın üzerine bölük pörçük öyküler anlatıyor. Filmin en sonunda bu parçalar bir araya geliyor koskocaman bir kristal hüzün küresi oluyor. Bakmaya kıyamayacağınız güzellikte bir hüzün bu, yönetmen finalde bu küreyi alıp seyircisinin kucağına bırakıyor, gidin kardeşim kendi dünyanıza bu film burda bitti diyor. O öyle derken küre kırılıyor, filmin tüm hüznü üstünüze, başınıza bulaşıyor.

Filmi izlememiş olanlar için berbat etmeden kısaca özetleme raddelerine getirecek olursam: Şimdi efendim bir tane esas adam var, esas adamın kızı ve karısı ölmüş. Adam üzgün akşamları kafasını uzun zamandır meşgul eden kadını izlemeye bara gidiyor. Eve döndüğünde sanki karısı ve kızı evdeymiş gibi olsun diye evine bakıcı tutuyor. Eve döndüğünde ışıkları görüyor ve kapıyı birinin açmasını bekliyor, kapıyı kızının açtığını hayal ediyor. Kapıyı bakıcı açıyor. Hayal de orada bitiyor. Bir de öbür adam var o da aynı kadına aşık. Esas adamdan nefret ediyor aynı kadına ilgisinden ötürü. Bar aslında striptiz klübü bir kadın orada sahneye çıkıyor. Leonard Cohen'in Everybody Knows şarkısı başlıyor, Don Henley söylüyor. Bir kadın liseli kız kılığında, ekose eteği ve beyaz gömleği ve minik kravatı ile. "Herkes geminin battığını biliyor" diyor şarkı, kadın dansediyor. Striptiz klüpteki izleyicilerin hepsi büyülenmiş gibi sahneye bakıyor, hiç birisi oraya et grmeye gelmemiş, herkes bir başkasının içini görmeye çalışıyor sanki. Kalabalığın içinde sonuncu adam var. Sonuncu adam eşcinsel, oraya başka bir erkek bulmak için gidiyor ve barın sahibinin bir sırrını biliyor. Esas adam aynı zamanda vergi müfettişi, sonuncu adamın bir açığını buluyor. İkinci adam esas adam ile ahbaplık ediyor onu aşık olduğu kadından kucak dansı istemeye ve dans esnasında kadını okşamaya ikna ediyor. Dans esnasında kadına dokunduğu için adam bardan atılıyor. Kadına fena halde aşık, sonuncu adamdan bar sahibinin sırrını alıp tekrar bara giriyor. İşte esas hikaye olan geçmiş burada devreye giriyor. Film geçmişte bitiyor, eski bir ev videosu izliyoruz. Huzur dolu bir piyano çalmaya başlıyor, adamın kızını ve karısını görüyoruz.

Egoyan filmlerinin büyük bölümü böyle, bireylerin içlerinde olan bitene, geçmişte kalmış ama hesaplaşılamamış olayların üzerine gidiyor.

Filmi izledikten sonra yattım. Genelde rahat uyurum ama bir türlü uyuyamadım, bir ses, milim milim beynimi oydu adeta. Tıp tıp damladı. İşte beynime musallat olan şöyle, iri mi iri bir damlaydı. Musluktan lavaboya, msuluktan lavaboya, taa dur diyesiye kadar...

26 Mayıs 2009 Salı

İkizlere Tasma

Sevgili Aydan Atlayan kedi'nin sayfasında gördüm, bir çocukluk hatırası aklıma geldi, ardından bir tane daha hatırlamayayım mı, "noluyoruz oğlum" dedim ve bir kendimi dizginledim. Yok bu hatıratın sonu başı. Neyse başlarken daha hiç dağılmamıştım, o da oldu.

Çocukluğum taşranın bir kentinde, kuzenlerimle birlikte geçti. Sabah sokağa fırladık mı hava kararasıya kadar sırra kadem basar. Yüz göz kirden simsiyah vaziyette geri gelirdik. Sabah uyanınca tekrar oyun oynayabilmek için yatmaya razı gelirdik. Biz üç erkek kuzen, ağaç tepesi, duvar üzeri, inşaat üstlerinden sokaktaki kumlara uçan süper kahramanlar, mahalledeki diğer çocukların korkulu belaları; bu halimizden hınızrca bir zevk duyar, kendimizden daha azgını olamaz diye düşünürdük. Ta ki, belalı ikizler mahallemize gelesiye kadar.

İlkokul üçe geçtiğim yazdı. Arka sokaktaki iki katlı eve anne, baba ve iki çocuk, çekirdekten bir çekirdek daha büyük aile taşındı. Çocukları sokakta göremiyorduk, ama arka bahçeden gelen gürültülerden ikilinin haylazlıklarına dair ilk tantanayı duyabiliyorduk. Kadın çocuklarını sokağa salmıyordu. Türlü bahane ile kapılarından geçiyor bu yeni çocuklar ile tanışmak için fırsat kolluyorduk. Ama beklediğimi fırsat elimize geçmek bilmiyordu.

Derken Haziran sonuna doğru bir ikindi vakti anne çocukları sokağa çıkardı, ama ne çıkarmak. Evlerinin dışı son derce sadeydi, o kentteki her ev gibi dar bir cephe, tam ortada demir bir kapı, kapının iki yanına demir kafesli iki pencere. Kadın çocukları teker teker sokağa çıkarıp, tasmalarından birini bir pencereye diğerini öbür pencereye bağladı. Birbirlerine ulaşamayacakları biçimde iplerini kısa tutara sımsıskı bağladı. Mahallenin bütün çocukları, biz yaşlardaki tasmalı ikiz kardeşleri seyretmeye gittik. Korkunç bir şeydi. Çocuklarda korkunçtu, fizik olarak normaldiler ama aşırı yaramaz ve küfürbazdılar. İlgimiz hemen söndü, sonra da fazla merak etmedik onları. Korkmuş olmalıyız ki o taraftan pek geçmez olduk. Okula gitmedi çocuklar, ertesi yaz da taşınığ gittiler. Tasmalı çocukalrı hatırladım bu gün.

Ardından bir tekerleme hatırladım, hatırlamak da değil düpedüz gördüm. Akıllı TV'de akıllara seza bir tekerleme vardı. İzledim, çok güldüm. Sözlerini de yazayım tam olsun bari;

"Bir dağda iki tarla varmış, çiftçinin biri bu tarlalara bir şinik kekere mekere ekmiş."

"Birinci tarlaya ekilen bir şinik kekere mekereye dadanan bozala boz başlı kürkü yırtık pis porsuk, ikinci tarlaya ekilen bir şinik kekere mekereye dadanan bozala boz başlı kürkü yırtık pis porsuğa demiş ki; sen ne zamandan beridir bu tarlaya ekilen bir şinik kekere mekereye dadanan bozala boz başlı kürkü yırtık pis porsuksun?"

"Öbür tarlaya ekilen bir şinik kekere mekereye dadanan bozala boz başlı kürkü yırtık pis porsuk da demiş ki; sen ne zamandan beridir bu tarlaya ekilen bir şinik kekere mekereye dadanan bozala boz başlı kürkü yırtık pis porsuksan ben de o zamandan beridir bu tarlaya ekilen bir şinik kekere mekereye dadanan bozala boz başlı kürkü yırtık pis porsuğum."

Tamamını bir çırpıda söyleyebilirseniz sonunda "ohhhh" çekip rahatlamak mümkün.


25 Mayıs 2009 Pazartesi

Alaybey'de Bir Tuhaf Apartman

İzmir, Alaybey'de bir soka. Kaç Zamandır aklımda. Deniz tarafından girip tren yoluna doğru ilerlerken sokakta, sağ tarafta minik bir ev, ilk görüşte dikkatimi çekti. Bir apartman yapmaya yetecek kadar büyük bir bahçe, bahçenin içinde ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar ve ağaçların gölgeleri. Gölgelerin altında çiçekler, çiçeklerin arasında bir çardak. Çardağın altında bir eski kanepe, üzerinde kör bir kedi ile hasta bir sokak köpeği uyumakta. Çardağın yanında taşlardan yapılmış bir daire, dairenin içinde iki minik ağaç, etrafında kediler dolanmakta. Dairenin arkasında ise Kedi Apartmanı. Arsanın sahipleri buraya ev yapmamış, kediler için minik bir otel yapmışlar adeta.

Merağınıza yenilip pisi pisi derseniz apartmanın tüm pencerelerinden kedi kafaları uzanıyor. Mahalleli yemek artıkları ile apartmanın sakinlerini besliyorlar.

Son geçişimde kıştı, pisi pisi dediğimde siyah beyaz bir kedi çıktı alt kattan. Bende şu resimleri çektim.

22 Mayıs 2009 Cuma

En Arızalı Aşk Filmleri

Aklımda yer etmiş arızalı aşkları anlatan filmleri tekrar kafamdan geçirdim. Listeyi beşe indirmek hayli zor oldu. İşte aşkın en arızalı hallerini izleyicisinin yüreğinin ortasına aşkın acısını saplayıp orada bırakmış filmler.

1 -La Femme d'a Cote; 1981 yapımı François Truffaut filminde başrolde Fanny Ardant ve Gérard Depardieu var. (daha önce detaylı anlatmıştım)

2 - The Pillow Book; Peter Greenaway'in 1996 yapımı bu filminde Ewan McGregor, Vivian Wu ve Ken Ogata oynuyor. Film her Greenway filminde olduğu gibi diğer sanat eserlerinden yararlanıyor. Bu filmde Japon kaligrafi sanatı, insan vücutlarına yazılan yazılar oyuncular ile birlikte başrolü paylaşıyor. Alışıldık filmler gibi başı, sonu ve ortası yok. Farklı zaman dilimlerinden olaylar, defileler, yazılar ile birlikte ortaya bırakılıyor seyirci kendi kafasında olayları birleştiriyor. Aşkı, aşk acısını ve intikamı bu kadar iyi anlatan bir film daha önce görmedim.

3 - Betty Blue ( 37°2 le matin) ; 1986 yapımı bir film, jean Jeacques Beineix'in yönettiği filmde Béatrice Dalle ve Jea Hugues Anglade başrolde. Yazar olmaya çalışan ama bunu pek ciddiye almayan adama aşık kadının hikayesi. Meteliksiz çift güzel bir aşkı yaşarken kadın adamın yazar olması için tutkulu bir çırpınma içinde deliliğin kapılarını aralıyor.

4 - Great Expectations; 1998 yapımı filmin yönetmeni Alfonso Cuarón, oyuncular ise Ethan Hawke, Gwyneth Paltrow, Hank Azaria, Robert deNiro, Ann Banctroft. Charles Dickens'in kitabından hayli serbest bir uyarlama bu arızalı filmler arasında romantik komedi filmlerine yakın duran haline rağmen bu filmdekiler birbirlerinin canını acıtmak için uğraşıyorlar. İntikam şömine başında alınıyor.

5 - Breaking the Waves; Lars von Trier'in 1996 yapımı filminde Emily Watson, Stellan Skarsgard, Jean Marc Barr, Udo Kier oyunuyorlar. Gerçekçiliği ile akılda kalan bir film. İskoçyada geçen bir melodram, küçük köydeki bir kız petrol işçisi erkekle evlenir, mutlulukları adamın geçirdiği kaza ile sona erer. Adam yatalak kalır. Karısından istediği bir tek şey vardır, kadın o isteği yerine getirir.




18 Mayıs 2009 Pazartesi

Helal Olsun Ona

Sevdiğim bir yazar ülkemizde insanların geçmişlerinin yükünü taşımadıklarını, geçmişte yaptıkları hatalardan asla sorumlu tutulmadıklarını, böyle olunca da yüzsüzce ortaya çıkıp geçmişini başka birisine aitmişçesine inkar ettiklerini, başkalarının da bu inkara katılmalarını istediklerine benzer bir söz yazmıştı denemelerinden birinde. Balık hafızalı bir toplumun ferdi olduğumuz ulusal geyik olarak her tür zemindeki vatan kurtarma muhabbetlerine kadar indiğine göre haklılık payı tartışılmaz. Ne de olsa borcunu ödeme güçlüğüne düşmüş kişi mazereti ne olursa olsun "mağdur insan" sayıldığından, bankaya, şirketlere, kişilere olan senetli ve çekli borçlarını ödemediği zaman devlet baba gelip bir kalemde borç kayıtlarını siliyor atıyor. Fertler geçmişlerinde sıkıntı yaşadıkları dönemden bir güzel kurtuluyorlar, hesap vermeleri gereken bir şey kalmıyor. Sıkıysa komşunuzun yaramaz çocuğunun verdiği hasarlardan şikayet edin, minnacık çocuğun sadrazamın sol testisi muamelesi görüp en kanlı mahalle muaherebesinin çıkmasına bile yol açmış olursunuz.
Mantığı şöyle bir kenara bırakıyoruz. Geçmişe bir yolculuğa çıkıyoruz.
Bir sunucumuz vardı, TRT'nin kadrolu elemanlarından radyo programları sunardı, sonra TV ekranından seyirciye ulaşır oldu. Eurovision'un milli hadise olarak hayatımıza girmesiyle, buyarışmayı da tekeline aldı, illaki her bir yarışma bunun sesinden, yorumundan türk vatandaşına ulaşır oldu. Sayıklıyor mu, uyduruyor mu sorgulanmadan mütemadiyen erövizyon sunucusu payesi ile yıllar boyu bu adam gönderilir oldu. Eurovision şarkı yarışmasını sunmadığı anlarda bilgi yarışmaları sunar oldu. Bu yarışmalardan "Banko" ve "Ben Bilirim" en popülerleri oldu.
Ben Bilirim yarışmasında gözleri görmeyen bir kızcağız vardı. Türk halkı daha ilk yarışmada bu kızı sevdi, bağrına bastı. Kız aylarca bu yarışmayı kazandı, para ödülü sürekli büyüyordu. Kızın gözlerindeki probleme rağmen o güne kadar duyulmadık konularda bile bilgi sahibi olması halkı heyecanlandırıyor, o hafta da Hale kazansın diye dualar ediliyordu. Libretto kelimesini varlığını Hale Bacakoğlu'ndan öğrendi nüfusun büyük bölümü. Aylar sonra hale herkesi eledi ve en büyük ödüle kavuştu. Yarışmanın bitmesinden sonra bizim sunucumuzun Hale'ye cevapları yarışma öncesinde pas ediverdiği ortaya çıktı. Geçmişle yüzleşmiyor, kimseyi geçmişi ile yargılayıvermiyoruz ya sunucumuzun da göremeyen kıza desteği olağan ve sıradan olaylardan karşılandı. Unutuldu gitti.
Sunucumuz hala örövizyonunu sunuyor. Kırdığı çamlar, asabilik, paylama, insanları yaftalama, beğenmeme, ağzına geliverdiği gibi konuşma huylarına rağmen, hatta geçmişteki skandalına rağmen hala örövizyondan örövizyona tabutundan çıkan vampir gibi, tırnaklarını örövizyon sunucusu olma payesinden çıkartmadı. Ülkede de başka alternatifi yok sanırım çene suyuna tirit dinliyoruz ha babam.
Çok konuşup az düşünme pratiğinin önde giden temsilcilerinden biri oldu yaşı ilerledikçe adamcağız. Öncelikle kurduğu komşu bazlı komplo teorisini en azından bir defalığına gözden geçirmesi gerekiyor, madem komşu komşuya “tüvelf poyints” veriyor, biz kendi komşularımızın hiç birisinden niçin tüwelf, ten veyahut eyt points alamıyoruz. Teori kurulurken bitti be gülüm. Bunu artık yılda bir kez görevlendirir oldu ya TRT o sebeple susmak bilmeden yarışmanın her anında illaki bir şey söylemesi gerektiğini sanıyor, söylediklerinin o anda yarışmanın yapıldığı sahnedeki sunucuların söylediklerinin çevirisi olması gerektiğini bile düşünmüyor adam; “evet burada yine her zamanki klasik şeyleri söylüyorlar çevirmeye gerek yok”. Çevirmiyorsunuz madem az bir susunuz lütfen ya.
Bülend Özveren'ciğim lütfen çekiliniz, gidiniz, yıllardır sıktınız, bıktırdınız. Gidiniz bir yerlerde emekli olunuz lütfen. Mecbur muyuz biz sizin saçmasapan, bir gıdım espriden yoksun yorumlarınızı işitmeye?
Bu seneki şarkımız kazandığı yılki Yunanistan'ın şarkısını o kadar çok andırıyordu ki her işittiğimde benzerlikten ötürü aynı ölçüde tedirgin oldum. Yarışmanın yapıldığı gece benim en sevdiğim performans Patricia Kaas'ınkiydi. Şarkısını bitirip yüzünde yüzelli anlam yüklü gülümsemesiyle biraz öne gelip, dizlerini hafif kırarak kendine has biçimde reverans benzeri hareketini yaparken eliyle yaptığı jest unutulur gibi değildi. Komşum değil ama olsun isterdim, cümle 12 puan helal olsun Patricia'ya.


16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bir Sörf, Bir Albüm, Bir Dizi, Bir Film, Bir Yazar, Bir Kitap, Bir Yürüyüş, Bir Mevsim, Bir Meyve

İnternette müzik aleminde dolanırken Akon'un "Right Now" isimli şarkısını indirdim, daha önce kulağıma çalındığında "acaba?" demişliğim vardı. Acaba değil de hakikatenmiş. Hakikaten de görülen/duyulan o ki; elektronik müzik dehası, bestekar Ayşe Hatun Önal "kalbe ben"i bu şarkıdan bestelemiş, sözleri hariç her yanı aynı. Afedersiniz... "Oha!!" dedim. Bu devirde etmeyin eylemeyin bari.

Dün aldığım albümü dinledim bu keşfimin üzerine. Selim Demirdelen, Dut Ağacı isimli bir albüm çıkarmış. 10 şarkılık albümde, Levent Yüksel, Aylin Aslım, Koray Candemir, Özge Fışkın toplam yedi şarkı seslendirmişler, Levent Yüksel enstrümanıyla ayrıca bir kaç şarkıya konuk olmuş. Özge Fışkın'ı ilk kez Sertab Erener konserlerinde izledim, güçlü bir sesi, seyircinin dikkatini üzerine odaklayan bir performansı var. Ne yazık ki saahnedeki güçlü performansını ilk albümüne yansıtamamıştı. Besteler zorlama olunca ses ne kadar iyi olsa dinleyicisini avucuna alamayan bir çalışmaydı. Bu albümde ona rastlamak iyi geldi. Güzel bir albüm kaliteli, ne yazık ki popüler olamayacak, radyolarda çalınma ihtimali zayıf. Selim Demirdelen'i türk dizifilmi izleyicisi yönettiği dizilerden tanıyor olsa gerek, Anlat İstanbul, Bıçak Sırtı falan fıstık.. Bana sormayın ben "Lost"a takmışım başka bir şeye bakmıyorum.

Lost beşinci sezonunu iki bölüme bedel uzunluktaki finali ile bitirip 2010'a kadar seyircisine veda etti. Bu seneki en büyük sürprizi "some like it hoth" bölümünün ardından üçüncü sezonundaki "the man behind the curtain"ı izleyenler yaşıyordu. Adamlar iki sene önce herşeyi planlanmış arasında iki sene olan iki farklı bölüm bir arayan gelince Benjamin Linus'un öyküsü cukkk oturuyordu. Meğer yalan söylemediği de varmış adamın. Her bölümü karanlıkların içerisinden gelip büyüyen bir yazı ile biten dizi bu defa bembeyaz olan ekranın içinden gelen simsiyah harflerle bitti. Yapmayın be Lost ekibi, gelecek bu denli karanlık mı sizce de?

Abbot ve Costello uzak bizim diyarlara, oysa "Amerikan espsrisi"diye klasifiye ettiğimiz esprilerin en alasını yapmış kırklı yıllarda çevirdikleri filmlerde bu ikili. "Time of Their Lives" filmini izledim. 1946 yılından gelen siyah beyaz bir film. Espriler mizansenler zekice, ürkütücü malikaneye gelen kadın kapıyı açan ve feci halde "Rebecca"daki Miss Danvers'a benzeyen kahyaya soruyor, "siz Rebecca'da oynamamış mıydınız? "diye. Yeni sandığımız bir çok espriyi, film hilesini bu filmde görmek beni şaşırttı. Hoş bir sürprizdi ne diyeyim.

Don Delillo'nun "Libra"sını okuyorum, Lee Harvey Oswald'ın çocukluğundan başlayıp onu suikaste kadar götüren olaylar zincirine kadar hayatındaki bir çok ayrıntıyı paylaşıyor. Bu yazarı yayınevlerimizin keşfedememiş olmasına üzülüyorum. İyi yazar.

Çarşamba akşamı otobüsler ful, taksi yok. Allah'ım başka keder vermesin. Vapura bindim, vapurdan indim. Eve kadar yürüdüm. Uzun bir yürüyüş değildi. Yaz gelmiş artık.

Yaz geldi ya, eriği, çileği gördük, dut görmek istiyoruz artık, manavda.


Kedi

Kedi o gün küskündü.. Onu gören de görmeyen de küs olduğunu düşünüyordu. Kimse onu anlamıyordu. Bahar gelmişti, bahar yorgunluğu minik turuncu kediyi germişti. Bu kedinin ilk, ilk baharı olduğu için n'aptığını bilmiyordu. Aklı bir karış havadaydı. Havadaki aklını gördükçe onunla oynamak istiyor, pençeleri boşluktaki hayali avını avlamaya çalışıp başarısız oldukça iyice küskünlük hissediyordu.

Köskös giderken yolda kendi deseninden bir kedi gördü. O da kendisi gibi küskündü. Yaşça kendinden büyük bu kediye "ne bu halim?" diye soracak oldu. Vazgeçti hemen. Büyük kediler bazen sinirleniyorlardı o miyavladığında.

Büyük kedi minik kediyi görünce "bak şu zibidiye" diye aklından geçirdi. sıırtını kamburlaştırıp, tüylerini dikti, ağzından "fıffffffff" diye bir ses çıktı. "Geçme buradan burası benim bölgem "demekti bu. Minik kedi bir yöne büyük kedi başka yönde koşarak uzaklaştı.

Minik kedinin minik kalbi büyük büyük çarpıyordu. Koştu, en yakındaki ağacın en uç dallarından birine tırmandı. Dalları yapraklar ve minik güzel kokulu çiçekler bürümüştü. Çiçeklerle oynamayı düşündü bir an. "Sonra oynarım "dedi, geçiştirdi. Küskünlükten miskinliğe çok hızlı geçmişti minik kedi. Yaprakları bol bir dal seçti, dalın üzerine usulca yayıldı. Derin bir nefes alırken, "mırrrr" diye bir ses çıkartıp daldı uykuya.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Bir Dolu Kuş

Alfred Hitchcock; düşük bir bütçe ile siyah beyaz çekmiş olduğu "Psycho" filminin baş karakteri Norman Bates'in kuş uçmaz kervan geçmez bir coğrafyada döküntü bir otel işletmekte ve otelin arkasındaki tepenin üzerindeki uğursuz görünümlü evde annesi ile birlikte yaşamakta olduğuna inanmamızı ister film boyunca. Otelde ve evinde günahlar işlenmekte, bu günahlara izleyiciler adeta birer suç ortağı gibi katılmakta, evdeki günahlara seyircilerden başka evdeki duvarlara asılı, muhtelif mobilyalar üzerine tünemiş doldurulmuş kuşların gözleri şahitlik etmektedir. Seyirci bu günahlara birinci elden şahitlik ettiğini sanmaktadır oysa ki fena halde yanılmaktadır. Yönetmen filmin son sahnesine kadar seyirciye oyun ettiğini gizler. Sadece kuşlar herşeyi bilmektedir. Ancak onlar da zaten yıllar önce ölmüş kuşlardır.


Alfred Hitchcock'un bizde "Sapık" ismi ile tanınan bu filmini seneler önce TRT ekranından izlemiş, kimin masum, kimin suçlu olduğuna dair seyircisine ihanet üstüne ihanet eden bu filmini çok beğenmiştim. Filmin otele kadar olan bölümünde patronundan çaldığı para ile yollara düşmüş Marion isimli baş karakterin hikayesi anlatılır. Filmin yarısında Marion'un yanına Norman karakteri de eklenir. Norman'ın sırtında onu izleyen gözler vardır. Yaptığı her hareketi görür ve onu yargılar. Evde insanın yüreğine korku salan kuş gölgeleri vardır. Yönetmenin bir diğer filmi olan "Kuşlar"a fena halde göndermeler ile dolar ekran Norman'ın görünmesi ile.


Bu filmi izledikten sonra doldurulmuş kuşlar bana son derece itici ve eğer ev eşyası olarak kullanılıyorsa da hayli zevksiz gelmeye başladı.


Seneler sonra işyerinde bir öğleden sonra lak lak ederek vakit öldürürken herkes kendi beslediği ev hayvanından bahsederken bir arkadaşımız da eskiden muhabbet kuşu beslediklerini, annesi, babası, kardeşi ve kendisinin kuşun ölümü ile sarsıldıklarını ıgünlerce ağladıklarını söyledi. Haliyle kuşu merak edip sorulara boğduk onu. Kuşun kelime haznesindekiler sayıldı döküldü, odaya salıverildiğinde fırtınalı havaysa kimin omzuna tünediği, güneşli havada hangi sehpanın kenarına konup da çay tabağından su içtiğine dair muhtelif detaya boğdu bizi. Sustuğunda gözleri dolu doluydu. Kuşunu böyle sevmesi odada bulunan herkesi şaşırttı.


Arkadaşımız ertesi gün iş yerine tuhaf bir poşete sarılmış bir nesne ile geldi. Ofiste masasına yerleşince poşeti naylon hışırtıları içinde açmaya başladı, başlangıçta ilgisiz gibi görünmek istememize rağmen içinde ne çıkacağını merakla izlemeye başladık iki seyirci. Zarar görmesin diye iyice sarmalandığı belliydi. Tüm kağıt ve naylonlar bir kenara itilince masasının üzerinde ahşap bir tabana oturtulmuş minik bir dal ve dala tünemiş halde, kanatları iki yana açılmış, gagası aralanmış mavi, beyaz ve siyah renklerde bir muhabbet kuşu çıktı. Odadaki iki seyirci birbirimize baktık, sonra tekrar kuşa baktık.

Arkadaşımız bir gün önce başladığı hikayesini hemen oracıkta tamamladı. Kuş ölünce çok üzüldüğünü gören babası kızı daha fazla üzülmesin diye bir ustasını bulup ölmüş muhabbet kuşunu doldurtmuş. İşin erbabı kuşu hazırlayıp bir de saldırmaya hazır atmaca mizanesini yaratınca görev tamamlanmış. Yıllardır evindeki odasında duran kuşu arkadaşımız bizlere getirmiş. Kuş o gün geldi ve yıllarca o ofisteki kütüphanenin raflarından odanın sakinlerine gözlerini dikti dikti baktı.

Ben ölmüş hayvanların doldurulup sahipleri ile beraberliklerini sürdürmesi konusuna asla sıcak bakamadım.




I am a Muslim from Turkiye

Sevgili Nightologist mimlemiş, konu hem eğlenceli hem gıcık. Yurt dışı seyahatlerinde türklerin muhatap kalabileceği sorulardan bir buket. Adamlar türkiye denince Afganistan ayarında bir ülkede yaşadığımızı zannediyorlar, halt ediyorlar ya da belki de geleceği görüyorlar. On beş yirmi sene sonra öyle olursak şaşırmamalıyız belki de. Neyse gelelim sadede, diyelim ki Paris'e bahar gelmiş, Şanzelize'de başımda fesimle oturuyor, espressomu höpürdeterek içerken bir elimle de kulak kirlerimi kaşıyıp gaytan bıyıklarımı titrettirtiyorken şu sorulara muhatap olup bir güzel cevaplarımı ekleştiriveriyorum:
1.Okula deve ile mi gidiyorsunuz?
Okul mu, hani arapçayı öğrenirken ayaklarımıza falaka ile vurulup cezalandırıldığımız yer mi?
2.Çadırda mı yaşıyorsunuz?
Zenginler çadırda, zengin olamayanlar da toplumdaki yerine göre ahırda, ağılda, ağaç kovuğunda ya da mağaralarda koloniler haline yaşıyoruz. Biz biraz eşraftanız ayıptır söylemesi, kendi mağaramız var.

3.Türkiye’de deniz var mı?
Var olduğu söyleniyor ama zengin olanlar oraları istimlak ettirmiş biz pek göremiyoruz. Halkı girebileceği yerleri de halk görünüp günaha girmesin diye bezlerle çevirmişler. Bezzlerin arkasına geçip haşema giyiyoruz ki Allah'ın saklamadığı yerleri biz olası günahlardan saklayabilelim. Uzun lafın kısası deniz varsa bile ben saklanırken görmedim.
4.Kız çocukları diri diri gömülüyormuş doğru mu?
AAa olur mu hiç? Diri diri gömer miyiz? Saçmaladınız kuzum, insanlığa sığmaz, öldürüyoruz ya da kıyamadığımızda eter koklatıp bayılltıktan sonra gömüyoruz.

5.Ellerinizle mi yemek yiyorsunuz?
Yok öyle yiyen de var tabi de biz biraz zeEengin olduğumuz için kölelerimiz kendi elleriyle bizi besliyor. Hijyen olarak da endişe etmeyin haftada bir kölelerin ellerini kuyu suyunlan yıkattırıyoruz. Yorulmuyoruz yani yemek yerken.


6.Türkiye’de nece konuşuyorsunuz?
Araplardan, fransızlardan, ingilizlerden arakladığımız kelimeleri bir araya koyduk, sallıyoruz yan yana. Bazen anlamlı bütün oluşturup cümle bile kuruluyor o zaman konuşmuş oluyoruz. Ama genelde konuşmayız homurdanırız biz.
7.Kadınlar araba kullanabiliyor mu?
Türk halkının cümlesi araba kullanma konusunda doğuştan yetenekli o yüzden hepimiz aynı mükemmeliyette araba kullanabiliriz, bu konuda birbirimize çok saygılıyız, trafik kurallarına çok uyarız, hepimiz böyle olduğumuz için kadınları ayırttırtmam size bu konuda.
8.Türkiye’de sarışın var mı?
Olduğu söyleniyor ama göremiyoruz, peçe taktıkları için renklerini dışardan bilemeyiz. Günah lan.

Oh be rahatladım. Ama emin olun bu tarz sorular geliyor bu sorulara muhatap olmanın mimarları da sağolsun kültür mirasımızla, ülkemizin taanıtımı ile ilgilenmesi gereken yetkililerin daha ziyade sanatçıların nüfus kağıdı renkleri ile ilgilenmelerinden kaynaklanıyor büyük ölçüde. Adam bizi sittinsesn böyle tanımış, böyle de tanıyacak.
Acaba bu mimi yollasam yollasam; Abi'me yollasam, Kutup Zencisi'ne yollasam, yazarlar mı
acaba?
Şu batılılar bizi ne sanıyor ya biz köpeğimizi bile arabalarlan gezdiriyoruz burada.

Bir Sanatçı İçin Beraber ve Solo Kaygılar

Dünyaya erkek olarak gelmiş ve içindeki kimliği dışına vurmuş, cinsiyetini değiştirmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Meslek hanesinde sanatçı yazıyor. Sesinden, çok güzel sanat müziği eserleri de dinledik en arabesk nağmeleri de. Tercihinin bedelini dönem dönem ödemiş, seveni de olmuş sevmeyeni de. Bedelini öderken yıllarca sahneye çıkıp şarkı söylemesine yasak getirilmiş demokratik ülkemizde. Diğer erkeklerin sanatçının haline özenip kadınlaşmaması için bir önlemmiş meğerse.

Kendisini sever ya da sevmezsiniz, şarkılarını da dinler ya da uzak durursunuz, beğendiğiniz ya da nefret ettiğiniz yönleri vardır. Türk sanat müziğine bu denli ihanet etmesine için için kızabilirsiniz belki, TV programlarına çıktığındaki halini avam bulursunuz ya da. Türk halkını askerlikten soğuttuğuna dair iddialarda bulunabilirsiniz zaman zaman. Ama hayatında keskin virajlar almış, yaptıklarının bedelini ödemiş bir insan olduğunu inkar edemezsiniz.

Bir bakan bir vatandaşına bu denli ismine varıncaya kadar söyleyip tuhaflık olarak nitelendirmemelidir. Vatandaşlarını birbirinden ayırıp bir tanesinin ismini toplum önünde aşağılar biçimde ağzına almamalıdır. Truman Capote'nin çok sevdiğim bir sözü var "yönetenler dillerine hakim olmalı, hal ve tavırlarına dikkat etmelidir, aksi takdirde yönetilenler darmadağın olurlar" Bizdeki "balık baştan kokar" sözünün daha bir derinidir.

Devir vatanadaşa bok atma devri.

Resimde sanatçımızı bir grup tüyü bitmedik yetimi, askerlikten soğutmaya çalışırken görüyoruz.

12 Mayıs 2009 Salı

Mülakat

Mülakat ortamını pazar yerinde sattığı mevyaları elleten satıcıdan karpuz almaya benzetirim. Dışından yoklayarak içinde yenilebilir kısmının kelek mi yoksa güzel mi olduğunu tespit etmeye çalışırsınız. Karpuzdan anlıyorsanız ya da şanslıysanız eve götürdüğünüz vakit lezzetli bir ürünü tadabilirsiniz. Karpuzdan anlamayana ya da şansı o gün yaver gitmeyen, bıçağı çekti miydi yeşil kabuğun altında pembe ve beyaz tonlardaki meyvaya ulaşır.
Koskocaman şirket personel ihtiyacını karşılamak için gazetelere ilan verir. İlana cevap verenleri bir takım elemelerden geçirip, seçe seçe az sayıya düşürdüğü adaylarla son aşamalarda bire bir ya da panel şeklinde görüşmeler yapar. Birebir daha sohbet havasında geçerken panel şeklinde olanlarda sınava alınan kişi sayısı da görüşmeyi yapan kişi sayısı da birden fazladır.
Ben üniversiteyi bitirdikten sonra girdiğim her mülakatı geçtim. Karşımdakine güven veren, kendinden emin bir halim var ne yapayım. Belki de şans bu konuda yüzüme güldü. Haksızlığa uğradığımı düşündüğüm bir dönemde ilk işimden ayrılmaya karar verip daha önce sınavını kazandığım bir kuruma başvurdum. Yazılı faslı bitti, mülakat faslına geçtik. Teketek görüşmeye girdim, kendimi tanıtmamı isteyen adam adımı soyadımı söyleyip daha önce kendisinin yaptığı mülakatı geçtiğimi söyleyince, o zaman ertesi günkü görüşmeye katılabileceğimi söyledi. Odaya girip çıkmam beş dakika bile sürmemişti. Ertesi gün panel şeklinde yapılan mülakatta benimle birlikte yedi aday, dokuz kişilik heyetin karşısına oturduk. Herkes sırayla kendisini tanıtıp heyetin yönelttiği sorulara cevaplar veriyorlardı. Ben baştan üçüncü kişiydim. İkinci aday, sakin, çıtıpıtı görünümlü lafını da yutmayan/tutmayan bir kızdı. Neden bu işi seçtiğini soran kişiye "yaşlı bir avukatın yanında çalımak istemediği için" yanıtını verdi. "Genç bir avukat yanında çalışmayı istemez misiniz?" sorusuna suskun kaldı. Kendisine ayrılan bölüm biterken "genç avukat konusuna yanıt almamakla birlikte sıradaki adaya geçelim" dediler. Ben sorularla kendimce boğuşurken kız bana sorular sormaya başladı. İlk sorusuna cevap verdim. İkinci sorusunda, "karşımda koskoca heyet yanımda siz, sizin sorularınızı sizi de heyete aldıklarında ya da sabrederseniz dışarıya çıkınca vereceğim" dedim, sonra "Genç avukat yanında çalışıp çalışmayacağınıza bir cevap verirseniz sorunuza cevap verebilirim" diye ekledim. Yanıtım heyetin hoşuna gitti, gülüştüler. Sonuçlar açıklandığında ikimizinde işe alındığını öğrendik.
İkinci işimdeyken moralimin iş sebebiyle bozuk olduğu dönemlerde de iş arayıp, mülakatlara girip kendi kendimi çok dolaylı bir yolda motive ettim. Canım istediğinde iş değiştirebileceğimi bilmek ve bunu kendime ispatlamak hoşuma gidiyordu. Özellikle mülakat teknikleri konusunda da ciddi bir eğitim aldıktan sonra girdiğim mülakatlarda hem kendimi, hem karşımdakini sürekli inceleme imkanım oldu. Mülakat yapanın soru faslına geçmeden önce ilk olarak adayı rahatlatıp görüşmenin daha verimli geçmesine elverişli ortam yaratması gerektiğini de mülakat eğitiminde öğrenmiştim.
Üstlerimle sorun yaşama geyiğimin olduğu bir anda rakip bir kuruluşa mülakata gittim. Teketek bir görüşmeydi, mülakatı bölge müdürü yapıyordu. Koskocaman bir salonun köşesindeki makamında benimle görüşürken etrafta kendi elemanları gezinip laklak ediyor, telefonlar susmuyordu. Ortam rahat değildi, adamın da beni konuşabilir hale getirmeye niyeti yoktu. Kendimi de orada çalışırken hayal edemedim. Adam benim CVmi okurken bir anda gözleri parladı ve bana mevcut işimle ilgili çok detaylı sorular sormaya başladı. Sorduğu her soruya noktası ve virgülüne kadar detaylı bilgiler, firma isimleri, kişi isimleri vererek yanıtlar verdim. Adam söylediklerimi harıl harıl not alıyordu, güzelce not alsın diye ben de arada yavaş konuşuyor, arada tekrar ediyordum. Adam kağıda gömüldü yazıyor babam yazıyor. Benden öğrenecekleri bitince bana kendince bir örnek olay uydurdu yanıt vermemi istedi. Ben yanıtlarken camdan dışarıya bakıyordu. Mülakat bitti, sonuçla ilgili beni arayacaklarını söylerken ikimizde son derce rahatsızdık. Kalkıp iki adım attım, arkama dönüp "aldığınız notları atın bence" dedim, görüşme ortamı bana güven vermediği için hepsini uydurdum" Arkamdan bakakaldı. Kazanamayacağımı tahmin ettiğim ama aynı zamanda en çok eğlendiğim mülakat bu oldu. Yanılmışım ertesi gün beni arayıp mülakatı kazandığımı söylediler.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Bir Otel Anısı

Seneler önce, bir gece, İzmir'den işyerinden 3 kişi birlikte Ankara'ya gitmemiz gerekiyordu. İş seyahatiydi, her iş seyahati gibi ayaklarımız geri geri gidiyordu. Çanta hazırlamakta tecrübeliydik o bizlere artık dokunmuyordu. Ama uçakla seyahat etmek, otelde konaklamak bizler için cazibesini çoktan kaybetmişti.
İzmir'de kar tutmuştu, bu pek olağan bir şey değildi. Saat 19:55 kalkması gereken uçağımız saat 1:00'da kalktı, saat 2:00 sularında bembeyaz bir Ankara sabahına kondu. Bir arkadaşımız uçmaktan korktuğu için hayli votka almıştı. Üzerinde kırmızı bir gömlek, onun üzerinde yeşil süveter vardı. Gömleğinin düğmeleri siyahtı. Uçakta üç kişi yanyana oturduk, bizim yeşilli ortada kaldı. Hostesler "kemer nasıl takılmalı" gösterisini yaparken; "ben karpuza mı benziyorum?" diye sordu. Ben "Kesinlikle evet" dedim diğer arkadaş "a neden öyle dediniz?" dedi. Giysilerinin renk seçimi itibariyle sahiden karpuzu andırıyor olmasına rağmen benim teyit etmem canını sıkmıştı, yol boyunca surat astı. Zaten keyfimiz yoktu bet beniz atık biçimde otele vardığımızda saat 3:00'ü bulmuştu.
Otel Ulus'taki bir oteldi. O yıllardaki Ulus otellerinden ne bir eksik ne bir fazlaydı. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen Rus kadınlar otel sakinleri ile resepsiyonda samimiyet tesis ettirme girişimlerinde bulunuyorlardı. Ankara'ya ulaşmakta problem yaşayan yalnızca İzmir'den gelenler değildi, farklı şehirlerden gelen arkadaşlar Resepsiyonda çantaları ve uykulu gözleri ile birikmeye başlamıştı. Kızlar hayli tedirgin erkekler etrafta olan bitenle gereğinden fazla alakadardı. Bu durum tedirgin kızları sinirli kıza döndürmeye başlamıştı.
Odalarımıza dağıldık. Gördüğüm en küçük otel odasıydı, banyonun kapısını yarım açınca yatağa çarpıyor, duş almak için klozetin üzerine oturmak gerekiyordu. Odada da, banyoda da hareket olanağı son derece kısıtlıydı. Gecenin o saati omalsa, enerjim yerinde olsa kendimi kafese kıstırılmış bir afrika beyaz kaplanı gibi hissedebilirdim. Ama ben kendimi uykulu hissetiğim için kendimi yatağa bıraktım. Başımı yastığa koyunca resepsiyondaki rus hanımlarının tek kişinin zor sığdığı şu daracık odalarda türk kaplanlarını nasıl dizginledikleri sorusu bir an aklımın ucundan geçse de hemen uykuya daldım. Derken saat 4:00 gibi oteli polis bastı. Bir taksi şoförü reşit olmayan bir kızı alıkoymuş, aile şikayetçi olup yer tespit olunca basma eylemi gerçekleşmiş. Bu bize sabah kahvaltıda konuşacak çok şey verdi. Birbirlerinden nefret eden kızlar aynı tek kişik yatakta sabahı etmişler, birlikte yatacak kız bulamayan kızlar kapılarının arkasına sandalye, sandalyelerinin üstüne valiz koyup sabahlamışlar.
Uykusuz geçen o gecenin sabahında işyerinde o otelden ayrılmak istediğimizi dile getirdik. İsteğimiz o gün makul bulunmadı. Otel yönetimi gönüllerimizi almak için odalarımıza birer sürpriz hazırlamış. Odamıza çıkınca sürprizlerimizi gördük.

Aynanın önündeki çıkıntının üzerine bir kase oturtup içine bir mandalina, bir portakal, bir elma ve muz koyup kırmızı jelatinle sarmışlar. Yakından incelemek için meyva sepeti görünümündeki sürprize yaklaştım. Kayda değer tek şey muzun yarım oluşuydu. Diş izi aradım ama kabuğu varken tam ortadan ikiye kesilmişti. Hemen diğer odaları aradım hepsinin muzu yarımdı, hatta son konuştuğum kişinin ağzı dolu gibi geldi bana. Gece yeni başlıyordu, kızların bir kısmı Ankara'daki uzak akraba veya çok eski arkadaş evlerine dağılıp kendilerini güvenceye almışlardı. Bu o oteldeki son gecemiz oldu.

8 Mayıs 2009 Cuma

Ben Hiç Bir Albümün Aleyhine Yazmam

...Ama, son aldığım müzik CDsinden sonra bu canımdan çok sevdiğim kuralımı bir kezliğine bozuyorum.

Sanki mecburmuşum gibi gidip aldığım albümleri dinlerken kendime kızarım bazen. Bu son albümü aslında almamalıydım çünkü albümden bir şarkı üç hafta kadar önce bana ulaşmıştı ve kıl olmuştum. Zaten şarkıcısını genelde itici buluyorum, tamam çabalarını takdir ediyorum falan filan ancak, sesi yeterli olmayıp da çocuksu sesler çıkartıp, sesini ağlamaklı biçimde hışırdatınca şarkı yorumladıklarını zannetmelerinden tad almıyorum.
Hazır eski Ajda Pekkan şarkısı kavırlamasını dinlemişim, beğenmemişim, albümü satın almama fırsatı önüme sunulmuş, şarkı listesine kanıp albümü almam önlenebilir bir hataydı aslında. MP3 olarak bana e mailden gelen şarkıyı okuyan sanatçıdan bana geçen ruh hali şöyleydi: Kadın İstanbul'un karanlık sokaklarında talihine küsmüş bir biçimde ilerlerken başına çuval geçirip kaçırıyorlar bir stüdyoya getirip bırakıyorlar. Bekleme esnasında bir tutam tartaklanmış olan kadına içine sirke ve tuz atılmış bol buzlu bir limonatayı burnundan sıkıp zorla içirdikten sonra kapıyı üzerinden kilitleyip anahtarını ebediyete kadar boğazın sularına attıktan sonra diyafondan kendisine "bacım bak biz seni buraya kilitledik sen bu şarkıları söyleyesiye kadar da buradan çıkmak yassah" diyorlar. Yaklaşık onbeş dakika içinde bunca eziyete katlanmış zavallı kadın talihe bir kez daha küsüp başlıyor okumaya. Bu edalı ve edalı olduğu kadar mıyyylamaya niyetli tavrı ile okunmuş şarkı yapaylığından ötürü doğal olarak bana zevk vermedi, heyecan uyandırmadı. "Baksana Talihe" isimli eser, adı ile yorumcunun başından geçen talihsizlikler resmi geçitine cuk oturuyordu o ayrı, o açıdan iyi bir seçimdi belirtmememek haksızlık olur.
İyiniyetle ele alındığını düşünebileceğiniz proje hoş, çalgılardan dökülen tınılar ahenkle çağıldıyor, ama o vokal yok mu kardeşim; yok böyle bir yorum, yok böyle bir hicran, yok böyle bir serzeniş resitali daha.
Başta "Baksana Talihe" olak üzere, "Sen Ağlama", "Çaresizim", "İnanmam" gibi şarkılar dinleyenin içini her bir dinleyişte ayrı biçimde kıyacağa benzer. Beğenmedim, olmamış Göksel. Ama kesin tutar bu albüm, bu yaz ve öbür yaz dinler dururuz. Orijinal şarkıların ruhlarına da buradan bir fatiha okuruz.
Albüm kapağını da özensiz ve zevksiz buldum, evde kalmış besleme kız çeyizi misali peNbe dantel örtülü CD'yi hiç beğenmedim. Zaten türk yapımcılar karton CD kapaklarının ucuzluğunun cazibesine kapıldı kapılalı vasat fiziki kudrete sahip türk vatandaşının iki dinlemede darmadağın etmediği CD kartoneti piyasaya sürülmez oldu. Eh be Göksel, bakasana talihe seni de dinledik sonunda.



Güzel albüm kapaklarına örnek olarak bu Barbra Streisand albümünü anmadan geçemiyorum, köpek de ayrıyeten kapak olsun.