30 Haziran 2009 Salı

Cennetin Anahtarları

En büyük korkularımdan bir tanesi şuurunu kaybetmiş biçimde hareket eden bir insan kalabalığının içinde kalmaktır. Panik halinde olan grubun özellikle türklerden ya da ortadoğululardan oluşması ihtimali ise daha da ihtiyatlı olmam gereğini haykırıyor bana. Bunda soğukkanlı olmamın da payı var sanırım, ani ve düşüncesizce hareket etmiyorum. Yapabileceklerim neyse onu yapmaya çalışıyorum. Şuursuzca başkasının hayatına kastedecek biçimde kontrolümü elden bırakmıyorum. Paniğe kapılmadan hareket etmenin sonuçta daha sağlıklı olacağı düşüncesini asla bertaraf etmiyorum. Ancak düşüncesizce koşuşturan, ufacık bir yer sarsındıtısında korku ile evinin camından atlamayı başaracak denli kendi benliğinden uzaklaşan insanlarla çevrili olduğumu da asla unutmuyorum.
Paniğe kapılmayı, herhangi bir dış etken sebebi ile düşünmeden ani hareketler yapmak olarak tanımlayabilirim. Kelimenin izini sürüp de nereden geldiğine bakacak olursak Yunan mitolojisine varıyoruz. Pan, kırların ve çobanların tanrısı, yarı keçi yarı insan görünümünde. Issız yollarda gizlendiği yerden çıkardığı sesler ile insanları korkutarak eğlenirdi. Bomboş arazilerden gelen ürkütücü hayvan sesleri ile insanlar kaçışmaya başlardı. İnsanların düşünmeyi bırakıp korku ile hareket etmelerine sebep olan Pan'ın yol açtığı bu duruma panik denmeye başlanmıştır. Panik günümüze kadar geldi, insan kitleleri panik altında hareket ettiğinde kendi kendilerine sakin olabildikleri zamankinden çok daha fazla zarar verir oldular. Sadece panik değil insan kalabalıklarının ucuz eşya elde etme uğruna itişip kakışmaları da kitlesel ölümlere sebep oldu.
Suudi Arabistan'daki mağazasını açan IKEA yöneticileri asla hayal edemedikleri bir kalabalığın kısıtlı mağaza alanına dalıp önlerine gelen eşyayı kapabilmek uğruna birbirlerine karşı insanlık dışı hareketler yapmasına korku içinde izlediler. İnsanlar hayal bile edilemeyecek biçimde birbirlerine zarar veriyorlardı. Suudi Arabistan halkı hayal edilemeyecek zararları izlemeye alışkın. Her yıl hacı olmak için kutsal topraklara giden müslümanlardan bir bölümü o topraklarda can veriyor. 2004 yılında 1426 kişi telaşa kapılmış kalabalığın itiş kakışı esnasında ezilerek ölünce Suudi Arabistan Kralı ölümlerin Allah'ın takdiri olduğunu beyan etti. Milyonlarca doları cebe indiriyorsanız, evinden, köyünden çıkıp gelmiş hayatında belki de ilk kez muazzam bi kalabalığın içine karışmış insanları doğru yönlendirmek için tedbirler almak zorundasınız. Belki de paracıklara bir müddetliğine veda edip insan hayatına değer verdiğinizi gösterip daha az sayıda ziyaretçi kabul etmelisiniz.
İran yatışmış görünüyor çünkü oylarının çalınmış olmasına boyun eğmek istemeyen halkını dizginledi hükümet. Nasıl mı? Oylara itiraz etmek Yaradanın varlığını sorgulamak ile eşdeğer suç haline getirildi. Hile yapacaksınız, foyanız ortaya çıkınca da hile yapmayı değil de foyayı ortaya çıkarmayı, konuya itiraz etmeyi çok büyük suç haline getireceksiniz. İran sokaklarında sesler kesildi. Evlerin odalarında kadınlar ağıt yakıyor gidip gelmeyenlerin, evinden alınıp polis sorgusuna alınıp dönmeyenlerin, sokaklarda sesini duyurmak isterken kurşuna kurban gidenlerin ardından.
İran'ın populist söylemlere sırtını dayamış Ahmedinecad'ı dünyanın polisine kafa tutuyor, Irakın işgalini kınıyor. Ancak dünyanın İran'a geçmişini ona hatırlatmasına da gönllü razı değil. Belki kendi de hatırlamıyor. İran'ın ölmüş çocuklarının üzerini tarih örttü. Örtüleri kaldırıp kimse aklına bakmıyor.
1980-1988 yılları arasında süren İran, Irak savaşı sırasında 12 yaşına kadar olan çocukların ailelerinin rızası olmaksızın da alınıp kara mayınlarının temizlenmesinde kullanılabileceğine dair bir kanun çıkartmış bir rejim elbette çalınmış oyunun peşine düşmeyi de suçların en büyüğü sayacak bi rkanun çıkartabilir. Çıkartılan kanunların insanlık dışı olduğuna dair yorumlar da o ülkenin iç işlerine karışmak diye yorumlanabilir iranlıların en saygıdeğer olanlarınca. Sınırlarınızdaki mayınların üzerine 12 yaş altındaki çocukları sürerseniz, kanuna uygun iş yaparsınız sonrada vicdanınız sızlamaz değil mi?
İran, Irakla olan sınırındaki mayınları temizlemek için önce katır ve yaşlı eşekleri kullanmak istiyor. Bir kaç hayvan önden gidiyor. Adımları mayına denk geldikçe patlamalar yeri göğü inletiyor. Arkadan gelen hayvanlar bir süre sonra ilerlemeyi red ediyor, kırbaçlara rağmen bir adım ilerlemiyorlar.
İş bitirici rejimin iş bitiren cevvalleri fikir üretiyor. Bunun üzerine İran hükümeti Tayvan'dan 500.000 adet plastik anahtar satın alıyor. Ve 12 yaş altındaki çocukların mayın tarlalarında yürümesini yasal hale getiriyor, "yürü" diye saldıkları her bir çocuğun boynuna bir plastik anahtar asılıyor. Çocuklar ölüme gittiklerini bilseler de hayvanlar kadar şansları yok ölümün önünde.
12 yaş altı zorla, 12 yaş'tan 16 üzerine kadar ise gönüllü olarak boyunlarına birer anahtar takıp mayın tarlasına yürüyüşe çıkıyorlar. İran mayınlarını temizliyor. Çocuklar boyunlarında Tayvan malı plastik anahtarlarla paramparça oluyorlar.
Tayvan malı anahtarlar cennetin kapılarını açıyor. Çocuklarına boyunlarına taktıkları anahtarın cennet kapılarını açacağını söyleyerek mayın tarlalarında yürütüyor İran. Çocuklar bir yalana inanıp elleri boyunlarına bağlı anahtarlara sıkı sıkıya tutunmuş önlerinde batlayan havada uçan bedenlere bakarak korku içinde bir adım bir adım daha dizleri titreyerek ilerliyor. Patlamalar susunca iranın çocukları unutuluyor. Dünya basını bile ilgi göstermiyor zamanında bu olaya.
Kendi çocuklarına düşman bir ülkeden beklentileri sıfır noktasında tutmak akıllıca olmaz mı?

Isıları Farklı Üç Yaşlı Adam

Her insanın ısısı da mizacı da farklı. Kendilerini farklı biçimde ifade etmekte olan dünde kalmıi üç yaşlı adamla ilgili benim düşüncelerim şöyle;

Birinci yaşlı adam;

Genelde 10-16 yaş aralığındakilerin okumayı sevdiği ettiği kitapları okumayı tercih ediyor. Biraz pinti. Evdeki yayıntıdan kurtulmak istiyor, dostluğundan hoşlandığı bir kişiye hediye vermek istiyor. Kitapları vermekle etmekle hem hediye vermiş olacak, hem karısının kitaplara dair ettiği kaldır şu yayınttıyı dırdırından kurtulacak hem de cebinden para çıkmamış olacak. Kitapları uzaklaştırmak onu mutlu edecek. Fazla çıkarcı ve hesapçı bir adam.
İkinci yaşlı adam;
Koşullarını değiştirmeyi sevmiyor, sorumluluk hissi yok. İşitme kaybına karşı herhangi bir tedbir alması gerektiğinin kendisine hatırlatılmasını sevmiyor, ileri yaşına rağmen süratli araba kullanmaktan geri kalmıyor. O süratle giderken refleksleri azalmış bedeninin, süratle giden arabasının karşısına çıkan ilk engelde vermekte geç kaldığı en ufak tepkinin insanların hayatına mal olacağını düşünmek bile istemediği ortada. Araba kullanmaktan vazgeçmesi ve işitme engeline çözüm bulmak için tavsiyeleri dinlemeye başlaması gerekiyor.
Üçüncü yaşlı adam,
Nasreddin Hoca'nın kürk hikayesini çocukluğundan itibaren duymayan yoktur. Ancak çocuklukta dinlenip orada kalan öykü yetişkinlere dair en büyük sırlardan birini barındırır içinde. İtibarı sizden ziyade temsil ettiklerinize gösterirler, etiketinize, koltuğunuza, makamınıza gösterirler. Bugün sizin oturduğunuz yere yarın oturan kimse sizden ne eksik ne bir fazla itibar görür. Koltuklardan inince vicdanınızla karşı karşıya kalacağınızı bilip de adil olmaya çalışırsanız çıktığınız yüksek tepelerde yarın aşağıya indiğinizde geçmiş ile ilgili hatırladıklarınız sizi fazla rahatsız etmediği gibi, adil davrandığınız için kimseye de borçlu kalmazsınız. Üçüncü yaşlı adamın vicdanı ile yüzleşmesi gerekiyor, ya da yaşadığı şehri değiştirmesi.


29 Haziran 2009 Pazartesi

Farkındaysan Isı Farkı Var

Sıcak, çok sıcak.

Üstündekileri çıkar.

Soğuk, çok soğuk.

Öyleyse üstüne biraz fazla giyin.

Hayatımızın genel akışına ısı farklılıkları birinci elden şahit. Hal böyle olunca cümleler de şöyle başlıyor; baharda bir gün, hava çok soğuktu, yağmurlu bir gündü tıpkı bugün gibi, geçen yaz birdenbire..

Sadece termometrenin kaçı gösterdiği değil hatırlamaya kalkıştığımızda zihnimizde yer etmiş belirleyici noktalar. Bir de tuhaf olaylar var, tuhaf insanlar ve tuhaf ayrıntılar. Yıllar geçese de tuhaflıklarını koruyorlar.

Nasıl mı? Mesela;

İş sebebiyle tanıştığım 60'lı yaşlardaki bir adamla sohbet ediyorum. Laf lafı açtı adam bana okumayı sevi sevmediğimi sordu. Severim dedim. Ben size sonra kitap getireyim deyip gitti adam. İstemediğim kadar çok kitabım var, zahmet etmeyinimi kaale almamış olacak ki, iki hafta sonra yanıma geldiğinde bir elinde Hotic, diğer elinde Kiğılı poşeti vardı. Karton poşetler şık mı şık olduğu kadar, ağır mı ağır görünüyorlardı.

"Sen okumayı seversin" diyerek sizli bizliden senli benliye geçtiğini müjdeledi. Teşekkür etmekten başka laf çıkmadı ağzımdan. Şaşırmıştım yeni tanıdığım birisinin, evinde kitap namına ne varsa toparlayıp bana getirmesine. Şaşkınlığım poşetleri açınca büyüdü. Poşetlerin içinde cilt cilt Zagor, Tex ve Mr. No. vardı. Birinci ciltten başlıyordu. hepsi Ciltlerin sırtları okunmaktan ezilmemişti, ya dikkatli biçimde okunmuş ya da hiç okunmamışlardı.

"Artık şaşırmam ben" dedikçe, hayat şaşırtıyor insanı.

Tanıdığım yaşlı bir adam var: Sürat yapmayı seviyor, yılda bir kaç kez süratten ötürü radara yakalanıyor. Cezasını öderken söyleniyor da söyleniyor. Kulakları biraz ağır işitiyor. Ama kulaklarının az işittiğini ona söylemeye de, ima etmeye de kimsenin cesareti yok. "Ben sağır mıyım? Yüksek sesle konuşmayın benimle" diye ültimatom çekmekten yılmıyor. Evinin üst katında işitme engellilere çözüm getiren, geliştiren bir sağlık merkezi var. Üst kattakilerin gürültüsünden yakınıyor. Ne yakınmak ne de çözüm bulmak için asla üst kata çıkmıyor.

Tanıdığım bir yaşlı adam var. Yıllarca bir çok insanın hayatına olumsuz yön verdi. İş hayatı sona erince çekildiği köşesinde yalnızlıktan şikayetçi. Kimselerin onu ziyaret etmemesinden, kandillerde, bayramlarda aranmamaktan şikayetçi. Hala yıllar boyunca gördüğü sahte saygıyı özlüyor.

Isı farkları da insan farklılıkları da beni çok şaşırtmaya devam ediyor.


27 Haziran 2009 Cumartesi

Aynadaki Adam da Gitti

Oniki yaşından beri sahnelerdeydi, sahnelerden ayrıldığından beri yaşayamadığı hayatını yaşamaya kendisi olmaya çalışıyordu. Olabildi mi bilmiyoruz. Seksenli yıllarda müzik yaparken o yılların iğrenç seslerinden hiçbirisi onun müziğine misafir olmadı. Albümleri de, sahne performansı da uzun uzun çalışılmış işini ciddiye almış bir adamın ürünüydü.

Her daim sevdiğim Michael Jackson şarkıları;

1 - Who is it?
2 - They don't really care about us.
3 - Leave me alone
4 - Man in the mirror
5 - Dangerous
6 - Superfly sister
7 - Give in to me
8 - Come together
9 - Little Susie
10 - Billie Jean

26 Haziran 2009 Cuma

Enginlere Daldım; Serindiler

Sıcaklar bastırınca serinliklere özlem artıyor. Bir gölge olsun, bir imbat essin, bardağının dışı ısı farkından ıslak olmuş, sopsoğuk bir içecek bulunsun diye dört bakınıyor insan. Deniz kenarı görmesin "masayı suya atsak, paçaları sıvasak, masanın etrafına oturup okey oynasak" gibi şarkî makamından çığırmaya başlıyor benim gibi sulak yerde büyümüşü de kurak yerde yetişmişi de. Genelde sulak yerde büyümüşün çenesinde olduğu kadar, fikrine düşmüş niyeti nihayetlendirmemesi de olağan işlerden değil bizim ellerde.

Bir kaç sene önce sıcaklar hissedilmesi gerekenden de fazla kendini hissettirince bir kaç kafa dengi, Akdeniz'in tuzlu sularına gövdeyi yaydırma maksadı ile attık kendimizi yollara. Yola düşünce Mazhar - Fuat - Özkan'ın üzerine yol arkadaşı tanımam. "Yaz tatili, paranın katili"ni de dinlerim "Agannaga rüşvet"i de, hiç farketmez. Onlar tatilimin fonununda tatlı tatlı tıngırdatsınlar yeter.

Sıcakta yola düşünce rotayı kader belirliyor öyle fazla plan proje yok. Türkiye'dekinden daha ucuza bir imkan yakalayıp attık kendimizi yavru vatanın kollarına. Aylardan Temmuz olduğu dikkate alınırsa - Kıbrıs'ın harareti buradan kuvvetli malumunuz - uçaktan iner inmez buhar banyosunun kapıları bizi kucaklamak için açılmış gibi oldu. Ucuzluğu hesap ederken ısıyı hesap edememişiz. İzmir'in kırk küsuru zorlamış selsiyuslarından, aklın sınırlarını zorlayan bir cehennemi sıcaklığa bıraktık kendimizi yanlış hesabı farketmiş olmanın nobran küskünlüğü içinde. Odalar buz gibi klimalı ama dışarıda zaman geçmiyor. Sıcak mı sıcak, biraz gölgede oturuyorsun. Saate balıyorsun henüz 10 çok sıcak dakika geçmiş. Geriye kalmış yedi gün. Geceleri serin bir eğlence bulunur elbette ama gündüzleri doldurmak önemli.

Gözlerimizi kaldığımız otelin etrafındaki ilgi çekici manzaradan ayırmayı başardığımızda havuz kenarındaki dalgıçlık kurslarına dair ilanları gördük. Ben derhal kalktım, "suyun dibi suyun üzeri kadar sıcak değildir, hadi gelin" işareti yaptım. Bunu emin olun bir hareketle yaptım ama nasıl bir hareketti o asla hatırlayamıyorum. Sonradan başıma gelenler öyle pratik hareketleri anımsama yeteneğimi aldı götürdü benden.

Otelin plajındaki dalma hocasının hödösüne gittik. Hödö dediğime bakmayın palmiye ağacından daha derme çatma görünümde bir klübe. İçinde tüpler, balık adam kıyafetleri ve bir sürü ıvır zıvır atılı. Dalma hocası yalnız değildi birden çok hoca vardı. Biri en kidemlisiydi galiba sanki süsecek gibi süzdü bizi. "Daha önce daldınız mı?" diye sordu. Ben dalgınlığımla meşhur olduğum için deneyimli sayılırdım zaten o yüzden sesimi çıkarmadım. Arkadaşlardan biri "daldık biz" dedi. Demez olsaydı arkadan elli tane ahret sorusu geldi. Dalmak dediğiniz öyle cup diye dalınan bir şey değilmiş çünkü. Her bir soruda dalmak ile bizim aramızdaki farklar açıldıkça açıldı.

Adam bize kısa bir dalma öğretisi verdi. Normalde bu öğreti havuz kenarında başlar ve hemen akabinde havuzun en sığ kenarlarında devam edermiş. Elbise nasıl giyilir, ağırlıklar nasıl takılır, tüpler nasıl sırta alınır, suda gözlük çıkarsa asıl içine hava doldurulup yüze geçirilirmiş onları bir güzel anlattı. Adam ne derse anlarmış gibi yapıyoruz. Benim tipim de bir güven vericilik var adam benim en güzel anladığımı sanıyor. Ben de içimden; "anlamadığım anlaması mı ,yoksa anlamaması mı benim için daha yararlı?" hesabını ve de sağlamasını yapmaya çalışıyorum. Sonuçta adam anlamazlıktan geldi. Ağırlığımızın yüzde ellisi ağırlığında kurşun ağırlıkları balık adam giysileri giymiş vücudumuza doladık. Üstüne de tüpleri giyince tanınmayacak hale geldik. Bir yandan birbirimize tuhaf tuhaf bakıyoruz diğer taraftan da rezil olacağız ama kimse bizi tanımayacak bu kılıkta diye seviniyoruz. Suya iskeleden usulca bırakma niyeti ile saldık kendimizi. Vücut ağırlıklarımızın yüzde elli arttığı tabi hiç birimizin aklında değil. O kadar ağırlıkla suyun üstünde kalabilmek maharet gerektiriyor. Bir arkadaş suya girdiği anda su almaya başladı ondan sorumlu hoca arkadaşı derhal tahliye etti. Ben gayet güzel bilirmiş gibi yapa yapa bir güzel suyun altından, kayaların arasında yüzmeye başladım. "Anaaa!! suyun altı ne güzelmiş, serin en azından", "balık mı şu?", "Ulan deniz yağı şişesinin işi ne burada" diye kendi kendimle sohbet halinde yüzmeye devam ediyorum. Bu arada benim bütün arkadaşlar yukarıda/geride ne halde bilmiyorum. benim hoca memnun ok işareti yapıyor ona karşılık veriyorum. Bana dibe oturmayı denememi işaretle gösteriyor. Güzelce oturuyorum. Kendimle gurur duyuyorum falan. Bu arada sürem dolmuş yukarıya çıktım ki bizim ekip yeminler edip bir daha dalarsak ile başlayan sonu gelmez cümleler kuruyorlar. Sabah 10 da hoca ile buluşmak için ayrılıyoruz.

Akşam bizimkilere ballandıra ballandıra anlatıyor, İzmir'e dönünce kesin bu işe merak sardıracağımı bir daha beni göremeyebileceklerini çünkü artık sulardan çıkmayacağımı anlatıp duruyorum. Susturmak için beni sarhoş etmeyi deniyorlar. İçer gibi yapıyorum. Sabaha ayık olmam lazım. Artık balık adamım sağlığıma dikkat etmem lazım.

Sabah hoca diyor ki "Vladimir dün çok iyiydi daha ince hiç dalmadığınıza emin misiniz?". "Tabii ki eminim diyorum, motorla biraz ileriye giderken. O gün dokuz metrede dalacağız, ertesi gün 25 metrede balık çiftliğinin orada dalanların arasına beni de alacak. "Demek balık çiftliğinin orada da dalınabiliyormuş" diye manasız nedense çok seviniyorum. Dalıyoruz. Dokuz metre çok güzelmiş cidden. Renkler dibe indikçe biraz soluyor ama gün ışığının dalgalara arasında oynaya oynaya önümüze vurması çok hoş. Biraz dolandıktan sonra suyun içinde oturuyoruz. O da güzel. Hoca şimdi gözlüğü çıkarın diyor. Allahım bu hesapta yoktu ki. İlk gün gözlüğü nasıl dolduracağımız anlatmıştı nasılsa. Tamam deyip çıkartıyorum gözlüğü Dokuz metrenin basınıc ile ağzımdan burnumdan sular içime hücum borusu öttüre öttüre darmadağın ediyor. Benim dış görünüşüm hala sükunet içinde, oksijen tüpüne bağlı ağızlıktan gözlüğe hava doldurup kafamı yukarıya kaldırıp kafamdan geçiriyorum gözlüğü. Bir gün önce hocanın gözlüğün için hava ile tam dolu olmayabilir burnunuzdan hava vererek gözlükte kalan suları boşaltabilirsiniz dediğini anımsıyorum. Kendimi sıkıp havayı boşaltıyorum. O anda paniklemye başlıyorum çünkü başıma tuhaf bir ağrı giriyor. Hemen yukarıya çıkıyorum. Hoca yüzüme bakıp meseleyi çakıyor.

Hemen bota binip karaya çıkıyoruz. Bana kalsa bir şey yok. Ama adam telaşlı görünüyor. Karada bizimkiler bekleşiyor yanlarına gidiyoruz. Bana tuhaf gözlerle bakıyorlar. "Noluyor lan?", "Öldüm de ruhum iskelede mi geziniyor?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Meğer gözlükte kalan havayı dışarıya atayım derken uyguladığım basınç göz damarlarımı çatlatmış. Her iki gözümün de akı kıpkırmızı. Derhal bir doktora gidiyoruz bazı ilaçlar ve damlalar veriyor. Tatilimin içine ediliyor böylelikle, kendim tarafından. Gözlerimin akı Kıbrıs boyunca kıpkırmızı kalmaya devam ediyor, yatarken bile güneş gözlüğü takar vaziyetteyim kimse görmesin diye. Vampir gibi bir tip, gözlerini kan bürümüş.

İzmir'e döndükten sonra gözlerimdeki kırmızı yerini önce koyu kahverengi ve ardından siyah renge bırakıyor. Siyah iken en iğrenci oluyor, aynadan gözlerimin olduğu yerde iki iri kara delik bana bakıyor sabahları uykudan kalkınca. Üç hafta kadar sonra gözlerimin akları yine kahveye dönüşüp ardından kahvenin içinde beyazlıklar belirmeye başlıyor, giderek usulca normale dönüyor.

Kabul ediyorum kendi hatamdı ama ikinci dalışta o fazla basıncı uygulamamayı başarmak da bu konuda deneyimsiz biri için imkansıza yakın bir beklenti olurmuş zaten. O günden beri ne dalıyorum, ne de daldırıyorum. Serin de olsa, derinlerden uzak durmak yararlı bir şey sanırım.


25 Haziran 2009 Perşembe

Nerede O eski Casuslar?

Bugün yine kulaklarını az buçuk çınlattığım hocamın ellerinden öpüyorum.

Orta okul ve lisede sene başında sınıflarımıza eğitim yılının başladığı gün bayrak töreninden sonra ilk kez girmek biraz arbedeli olurdu. Tören bitiminde herkes çılgınlar gibi sınıfına koşarak o sene oturacağı yeri kapardı. Ben cam kenarı ve en arkayı her sene ne yapar eder kapardım. Ama yıl sonun kadar o sırada oturmuşluğum malesef olmadı. Sömestre tatilinden önce mutlaka öğretmen sırasının dibinde en ön sırada oturanla yerim mutlaka değiştirilmiş olurdu. Orta üçüncü sınıfta hocamızın yazdırdığı günceler beni kesmez olunca daha uzun soluklu bir şey yazmaya karar verdim.

Arka sıranın sefasını sürdüğüme göre okul açılalı daha bir ay kadar zaman geçmiş olmalı. Pencereden, bizim okul ile diğer okulu yıran tuhaf tünelimsi bir duvarın arkasındaki iki katlı evde yaşananlar dikkatimi çekmeye başladı. Casusluk öyküleri o sene bana çok cazip geliyordu. Bütün bir yaz taşradaki evin yakınındaki kütüphanenin müdavimi olmuş Baskan Yayınları'ndan çıkan tüm "Langelot Komiser X" ve "Kare AS" serilerini okuyup bitirmiştim. Bir müddet sonra dersler yerine evi izlemeye başladım. Eve giren çıkan insanların giriş çıkış saatlerini, kıyafetlerini, eve girenlerin hal ve tavırlarını, evin camlarından yansıyan gölgeleri not almaya başladım. Kesin bu işte bir iş vardı. Bu casusluk olayını aydınlatamazsam çok büyük kayıp olurdu. Dersimiz saat üçte bitiyordu beşbuçuğa kadar olan vaktimizde yatılı arkadaşlardan birini de kendime yoldaş seçip duvarlardan aşıp yandaki boş alana geçiyor oradan evi daha yakından beraber izliyorduk. O kadar izliyorduk, pek de kayda değer bir şey bulamıyorduk. Arkadaşım duvarlardan aşıp okuldan kaçarken bir gün yakalanacağımızdan korkuyordu. "Korkma" diyordum "iz üstündeyiz olayı aydınlatınca gazeteler bize ne biçim para verecek". Parayı duyan arkadaşımın gözleri hesap makinesi gibi ışıl ışıl yanıyordu. Yahudiydi, çok da cimriydi, paraya sınıf arkadaşlarımızın bir çoğundan fazla değer veriyordu.

Akşamları etüd sınıfında o gün aldığım notları gözden geçiriyor iki katlı evde bir casusluk entrikasının döndüğünden emin olmaya çalışıyorduk. Eve girmemizin şart olduğunu biliyor ama korkuyorduk. Casuslar birilerini yakalarsa işkence yapıyorlardı, en azından okuduğum kitaplarda hep öyle olmuştu. Yakaladılar mı önce bağlayıp kuytu bir yere saklıyorlar, sonra tam işkence yapacaklarken yakalanan asıl kahramanın arkadaşları gelip onu kurtarıyorlardı. Biz bu konuyu başkalarına açıp yaymak istememiştik. Yani yakalanırsak kurtaracak kimsemiz yoktu. Casusluktan geçtim, haydi eve girdik diyelim. Hırsız diye yakalanmak da vardı. Çekinmeliydik, biz de çekiniyorduk.

Arkadaşım yazın seyrettiği filmlerden biraz karate öğrenmişti, bana da birldiklerinden öğretti, zorda kalırsak saldırganların kolllarını arkaya büküp çelme takarak yere atabilir, böylece onları istersek tesirsiz hale getirebilirdik.

Bir gün saat beşi biraz geçtiğinde cesaretimizi zorladık ve evin arka bahçesindeki duvardan atlayıp içeriye girdik. Çalıların ardında yatmış kıpırdamadan duruyorduk. Başkasının bahçesine böyle duvardan dalmanın açıklanır tarafı yoktu. Ya yakalanırsak ne diyeceğiz şimdi diye beraberce bir yalan uydurmak için fısır fısır fikir teatisi yapıyordu. Görülürsek diye korkudan kıpırdayamıyorduk. Okulda etüd sati de yaklaşıyordu o kadar kısa sürede hayatta okula dönüp, sınıfımızdaki yerimizi almamız imkansızdı. Tam o sırada evin arka bahçeye bakan balkon kapısı açıldı. Yaşlı bir kadın balkona çıktı. Bize seslendi: "Evladım siz ne yapıyorsunuz orada?". Nasıl korktuk, bu casuslardan korkulurdu zaten. Araştırmacı yazarlık macerasına, ayaklarımız kıçımıza vura vura can havli ile kaçarken veda ettik.

O vakite kadar alınan notlar yeterliydi, küçük bloknotum dolmuştu bile. Mevcut notlara, gözleme dayalı delillere dönerek iki sayfalık bir bir casusluk öyküsü yazdım. Okuduğum vakit kendi hoşuma gitmemişti ama arkadaşım "harika oldu" diyerek beni gaza getirince ilk derste okudum. Öykü fos çıkınca nasıl utandım anlatamam. Casusluk öykülerini seviyordum ama yazamıyordum. Bir yerde bir yanlışlık vardı işte.

Ertesi sene, lisede ben doğal olarak yine aynı kişler ile"B" sınıfındaydım. Ancak kendi sınıfımdakiler artık hoşuma gitmemeye başlamıştı, onların arasında biraz aykırı kaçıyordum. Sürekli "A" sınıfındakilerle gezip, tenefüslerde bile onların sınıfına gidiyordum. "4A" sınıfının edebiyat öğretmeninin tayini başka bir şehre çıkınca bizim hocamız onların sınıfına da gitmeye başladı. Liseye kadar biz aynı hocaya alıştığımız için onun hali bize alışılmadık gelmiyordu. Ancak A sınıfı kadının her halini egzantrik bulmaya başladı. Kısa sürede edebiyatçımızın melamin su bardağı sesinden nefret ettiğini keşfettiler, ki biz yıllardır böye bir sese gıcığı olan kimseyi teşhis edememiştik. Yemekhaneden çaldıkları melamin bardakları ders ortasında kazara yere düşürüp zıplatmak sınıfın bir geleneği haline geldi. O kadar fazla abarttılar ki yan taraftan, bizim sınıftan bile zıplayan bardak sesi ile zıplar olmuştuk. Bardak işinin suyu kaçınca kurşun kalemin dibine diklemesine saplanmış toplu iğne ile çıkartılan sahte su damlası sesinin de hocamızı sinirlendirdiği haberi tüm okula yayıldı. A sınıfı gerçekten çok yaratıcıydı.

Seneler sonra A sınıfından bir şair, bir yazar, bir de müzisyen çıktı.

Hocamı da bir kaç yıl önce Kuşadası'nda gördüm. Cildi hala parıl parıldı, plaj çantasından çıkardığı Aslı Erdoğan kitabını okuyordu. Yanına gidip selam verdim. Beni tanıdı, çok mutlu oldu.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Defter

Defterleri oldum olası severim. Defter satan bir yer görmeyeyim, hemen raflardaki defterleri incelemeye koyulurum. Ancak önüme gelen defteri satın alıyorum sanılmasın. Çizgili defter kullanmayı seviyorum. Çizgili ve sade görünümlü, abartılı renkleri olmayan, siyah, lacivert, kahverengi tonlarındaki defterler tercihim. Olur olmaz da satın almıyorum ama, böyle defterlere zaman zaman notlar alma alışkanlığım var, yedekte bir defter el altında bulunsun istiyorum. İlginç fikirlerin ne zaman akla düşeceği belli olmuyor.

Yazma hevesi ortaokul yıllarında okulumuzun "B" sınıfındakilerinin içine edebiyat öğretmenimiz sayesinden düştü. Alışık olmadığımız, herhangi bir sınıflandırmaya sokamadığımız hatta her hangi bir lakap takamadığımız bir edebiyatçımız vardı. Müfredata uymayı sevmez kafasına göre takılır, bizi okumaya teşvik eder, hatta ve hatta türk yazarlarını tanımamıza rehber olabilmek için bize türk yazarlarının kitaplarından listeler yapar verirdi. Günce tutulmasını sever bizim de sevmemizi isterdi. Her hafta ilk ders bizlerin yazdığı günceler ve kısa öykülerin okunduğu saatti. Ne yazdığımızın önemi yoktu, büyük bir ciddiyetle bizleri dinler, dinlerken yüzünü avucunun içi ile okşar gibi ovuştururdu.

Yazma konusunda isteksiz olanlar, ilk başlarda hocamızın alışılmadıklığından bir nevi hevese kapılarak dersi kaynatmaya çalıştılarsa da, aldıkları kısa, öz ve ciddi cevaplardan sonra saçma suallerle hedefi şaşırtamayacaklarını anlayıp çabuk vazgeçtiler. Yine de bir adaşım - ömür boyu adaşlarımdan kurtulamadım - zaman zaman sonu başından belli beyhude denemelerde bulunurdu. Hocamız tam yeni bir konu açacak gibi olunca olmadık bir konu icat ederdi.

V: "Hocam cildiniz ne kadar güzel"
H: "Ne kadar?"
V:"Çok güzel cildiniz var"
H: "Teşekkür ederim.
V: "Bu güzelliğini neye borçlusunuz"
H: "Yeri değil ama açıklayayım. Salatalıkları alıyor bir güzel dilimliyor, cildinize yapıştırıp uzanıyorsunuz evladım"
V: "Sahi mi?"
H: "Sahi ne kelime? Gerçeğin ta kendisi. Bu kadar gevezelik yeter. Madem sen bana sordun ben de sana sorayım, anlat bakalım Madam Noralya'nın koltuğunu, desenli mi, kadife mi, yoksa yumuşak mı?"

Soruya soru ile karşılaşanların dersi kaynatma kıvılcımları sönmeseydi de ne olsundu? Yazmaya biraz ilgisi olanların güncelerini okumalarını hevesle beklerdik. Benim güncelerim biraz komedi ağırlıklıydı. Okulda olan biteni son havadis kıvamında komik anektodlar üzerinden anlatırdım. Sınıftakilerin bir bölümü benim yazdıklarımı dinlemeyi isterken bir bölümü de aleyhte tezahürat, kendi yazdığının okunmasını isteme, hatta benim defterimi saklayıp da susmamı sağlama girişimlerinde bulunurlardı. Defterimi alıp olmadık yerlere saklasalar da ben elime boş bir sayfayı açar kafadan ne hikayeler uydururdum. Boş derste yaşadığımız bir olayı anlattığım yazım bir dergide öykü olarak yayınlandığında çok sevinmiştim.

Yazma konusunda yatılı öğrencilerin içinde olduğu grup çok verimliydi. Ben de yatılıydım. Bir ara günce yazmak beni kesmez olunca başı sonu belli olmayan bir casusluk öyküsü yazmıştım.

Hocamızın ilk evliliğinden olan kızı yazdığı bir öykü ile bir yarışmada ödül kazanmıştı. Hepimiz, "kendisi yazmıştır kızı nasıl yazsın" diye tipik tepkimizi, saptamamızı yapmıştık. Kız, seneler sonra ünlü bir yazar oldu. Ama o zamana kadar ön yargının ne kadar gereksiz olduğunu hepimiz çoktan anlamıştık.

Hayatıma defterleri sanırım edebiyat hocamız soktu.

Sonra ben yıllarca yazmadım, derken bir ara yazdım, sonra o yazdıklarımı kaldırdım attım. Yazmaya uzak olduğum zamanlarda da başkalarının yazdıklarını okumakla vakit geçirdim. Okur, yazarken yıllar su gibi geçiyor.

Bir kaç yıl önce Konak'taki Yeni Karamürsel Mağazasını gezerken zemin katta bir defter gördüm. Hayli kalın bir defterdi. Beyaz renkte masadan yüksekçe bir mobilya üzerinde ortadan açık, sırt üstü duran bir defterdi. Ağır ağır yaklaştım deftere doğru, onu oradan kapıp gidesim vardı. Ancak arkadaşlala gelmiştim, bir tanesi yeğenine oyuncak almak istiyordu. En üst kattaki oyuncak reyonuna çıkmak için defterin yanından geçerek asansöre bindik.

Oyuncak reyonunda çeşit çeşit oyuncak var, zamane çocuklarının ne kadar şanslı olduğundan dem vurup, onları kıskanırken, reyon sorumlusu kadın gözümüze çarptı. Kadın oyuncak alma niyetindeki herkesi azarlayıp geri püskürtüyordu. Sanki amacı satış yapmak değil de satın almaya niyetli kimseleri bu niyetlerine pişman etmek gibiydi. Bizler kadının damarına basmak için oyuncaklarla ilgili bilimum, "pili, garantisi, promosyonu var mıdır?", "madem var niye üzerinde yazmıyor o zaman? " soru ikilileri ile zaten ifrit olmuş kadının damarına olanca ağırlığımızla basarak heyheylerini tam öğlen sıcağında tepe noktasına çıkarmayı başardık. Gülmelerimiz gizlenemez hale gelince kadın makara yaptığımızı anladı, arkasını döndü. ve gitti. Küstü bize. Olan arkadaşın yeğenine oldu. Oyuncağı alamadık. Aşağıya indik.

Asansörden çıkınca deftere saldırdım. Meğer "Bu Bir YKM Ziyaretçi Defteridir" değil miymiş. İlk sayfadan okumaya başladım. Tabi beşinci sayfada bizimkiler "hadi gidelim"e başladılar. Hemen gittik. Tabiidir ki, takip eden günlerde öğlen tatilimde soluğu YKM'de aldım. Mağaza çalışanlarının üzerinde "ziyaretçi defterinin sapığı" izlenimi yaratasıya kadar gidip o defteri baştan sona okudum. Ziyaret defteri sayısız müşteri şikayeti barındırıyordu. Şikayetler oyuncak reyonundaki kötü muamelelerde yoğunlaşmıştı. Kadındaki arıza deftere tescillenmişti. Okumayı bitirince, ballandıra ballandıra anlatmaya başladım. Öğlenleri peşime taktığım insanlarla gidip önce oyuncak reyonunda kadını huylandırıp ardından olan biteni deftere yazdık. Eğlencemizin üçüncü haftasını yaşıyorduk ki, bir öğlen deftere yazarken Oyuncak Cadısı yanımızda belirdi. Bizi kötü kötü süzdü, parfüm reyonunda Lancome ilanlarının kenarına sinip sinsice dövecek gibi bize bakmaya başladı.

Takip eden öğlenlerde kadın Lancome, Estee Lauder ve ismini hatırlayamadığım üç markanın ilanlarının arkasından bize kös kös bakmaya devam etti. Biz deftere türlü türlü oyuncak faciaları yazıyorduk. Şikayetlerimizin inanılır tarafı yoktu. En saçması da beş yaşında bir çocuğun ağzından yazdığımız "Muhterem ablalarım, değerli abilerim; bugün oyuncakçı teyze babamı dövdü, büyüyünce ben de onu dövücem bir daha asla YKM'ye gelmiycem" yazısı oldu. Derken bir gün bizim reyona vardığımızda kadını orada göremedik. Birden vicdan azabı kapladı içimizi, bari saçmalığımız kadını işinden etmiş olmasaydı. Korktuğumuz olmamış kadıncağız güzellik malzemelerine terfi etmiş.

O defteri orada kapattık.


23 Haziran 2009 Salı

Ölülerin Borcu

İnsanlar baskı, zulüm ve eziyete ne kadar katlanabilirse katlanıyor. Başeğdikleri ile yaşamaya bir yere kadar tahammül ediyorlar. Ta ki seçme hakları üzerinde oynana oyunlar alenileşinceye kadar dayandı iranın sessiz çoğunluğu. Korku hükümeti, korkunun sınırlarını zorladı. O sınır aşılınca geriye dönülemiyor o sınır aşılınca korkulacak bir şey olmadığı ortaya çıkıyor.

Otuz yılı aşkın sürmekte olan baskıcı dini rejim, büyük çoğunluğun oyları beceriksiz biçimde çalınınca kayaya tosladı. Hırsızlığı protesto eden halk sokaklarda kurşunlara karşı göğüslerini gere gere oylarını geriye istiyor. Cumartesi günü protesto esnasında başına sıkılan bir kurşunla ölümünü görgü tanıklarının kaydettiği Nida Ağa Sultan direnişin sembolü haline geldi. Gencecik bir kadının kırılgan yüzünden bir anda kanlar boşaldı. İnsanlar haklarını geri istedikleri için sokaklarda öldürülüyor. Yabancı basının faaliyetleri durduruldu. Buna rağmen halkın internet siteleri üzerinden amatör video ve resim görüntülerini tüm dünya ile paylaşmaya devam etmesi sayesinde gelişmelerden haberdar oluyoruz.

Olaylar bizde sıradan haberler kategorisinde, avrupa ve amerikada baş sayfada manşet haberler olarak yerini bulmakta. Kendi iç meslelerine duyarsız kalan ülkemiz bir dış mesleye de her zamanki duyarsızlığı ile uzakta durmakta. Gazze için gösterilmiş göstermelik duyarlılığa bu sefer gerek duyulmuyor nedense.

İran sokaklarındarejimin kurşun sıktırdıklarından ölenler devlete borçlu gidiyorlar. İran hükümeti ölenlerin ailelerinden kurşun paralarını ödemesini istiyor. Dini bütün imansızlar zulümlerinde yaratıcılık sınırlarını zorluyorlar. iyi ki zorluyorlar. Tahammül sınırlarını çoktan aştılar. Bir daha körü körüne peşlerinden gelen kalabalık bulamayacaklar, baskıdan bunalmış halk artık uyandı. Zulüm iran halkını bundan sonra sindiremeyecek, dayatma ile kabul ettirme devri kapandı.



Resimler Saeed Valadbaygi isimli bir iranlının blogundan alınmıştır.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Acelesi Yok: Otomobil Aranıyor

Bahar temizliği iyidir. İnsanı yayıntılardan korur. Benim blogda epey bir zamandır aynı tema, aynı koyu renkli zemin üzerinde insanların gözlerini epeydir bir kör etmekle meşguldüm. Geçen hafta aniden "dur değiştireyim artık şunu" deyip de kendimi gaza getirmesem daha çok dururdu olduğu gibi. Aniden yapmasaydım asla elim ermeyecekti.

Aslında aylardır kafamda farklı bir dizayn var ancak, özellikle bahar ve yaz aylarında evde oturup kalabilecek bir yapıda olmadığımdan ve her dakika kendimi dışarı tazyiklediğimden kafamdakileri pc başında uzun uzadıya uygulamaya dökmeye vaktim olmuyor. Havalar biraz serinlesin kafamdakileri ortaya dökmem lazım. Blogspota geçtiğimde son arabalı resime kadar daha sıklıklar arka plan ve tema değiştirirdim aslında. Birazcık daha şu açık renklerde gezmeye niyetim var. Ama yine de o tepede duran otomobili seviyordum. Şu ara açık tonlara uyacak, eski resmi andıran, eski model bir otomobil resmi arayışındayım. Bir kaç tane buldum ama içime sinmedi, şimdilik dalgalı bırakıyorum tepedeki resmi. Yine de bildiğiniz bir otomobil resmi varsa bana link atar ya da e mail ile gönderirseniz çok sevinirim.

Yaz aylarında tembellik her zamankine göre daha ağır basıyor. Rehavet çöküyor adeta. Bu rehavet esnasında birikmiş ama yayınlanmamış yirmialtı tane öykümü sıraya bindirdim, önümüzdeki günlerde sırası gelen gün yüzü görmeye başlayacak. Kendim yayılsam da, kendimin daha önceden yazdığı yazılar kendi kendine, kendiliklerinden buraya yansıyacak. Ancak arada yazdıklarımı da bekleyen öykünün sırasını erteleyerek paylaşmayı düşünüyorum.

Bu arada blogumun biraz şizofrenik yapıya büründüğünü görerek ürkmeye başladım. Bu biraz da benden kaynaklanıyor. Gerçek olaylar ve kurmacayı birbirinin ardından sıralamamdan kaynakalndığının farkındayım. Bu sebeple etiketlerde özellikle öyküleri daha netlikle etiketlemeye karar verdim, kendi başımdan geçenlerin bana dair ve benim anılarım olduğunu ya da benim görüş ve düşüncelerim olduğunu daha net ifade edebilmek için etiket başlıklarımı da biraz azalttım. Öyküler ve resimlere öyküler daha net belli artık. Anlattıklarımın hepsi başımdan geçmiş olsaydı Kemalettin Tuğcu eseri gibi bir ömrüm olurdu. Allah korusun, okurken iyi de başa çıkması zor.

Bir de önceki yazılanlardan üç tanesine fotoğraflı link veren edevatı epeydir bir çok arkadaşta görüp imrenirdim onu da ekledim sayfama. Bir de ne göreyim. Ne kadar kedi varsa toplamışım buraya. Sanki terkedilmiş kediler klübü gibi olmuş. Ya da bana öyle denk geldi bilmiyorum.

İdeal mesleğimin ne olduğunu da bir siteden öğrendim bu arada, "mühendiz" diyor. Evet, "Z" ile.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Bakış Açısı

Hayatın bizi yollarından, tuzaklarından geçirip de getirdiği yerde duruyoruz. Gelip geçtiğimiz yerlerden aldıklarımız, biriktirip öğrendiklerimiz ile hayata kendi penceremizden bakıyoruz. Başkasının bizim baktıklarımıza baktığında neler gördüğünü bilmemiz, kişiyi iyi tanımıyorsak zor. Sadece tahmin edebiliriz.Tanıdıklarımızı sandıklarımız yakın dostlarımız da ayrı bir muamma. Bir dakikada satanı da olur, arkanızdan dolaplar çevireni de, sizi sizin onu sevdiğinizden daha fazla seveni de.

Yılların arkadaşı sandığım bir kişiyi bir telefon görüşmesi esnasında çok iyi tanıdım. Hayatımdan silkeleyip komple çıkartmak için bir başka telefon görüşmesi yapmak gerekiyormuş.

Silkeledim gitti. O gözlüklerin arkasından hayata nasıl baktığı, neler gördüğü, ne hesaplar, kitaplar çevirdiği zerre kadar umurumda değil.

18 Haziran 2009 Perşembe

Yüzünü Dökme Küçük Kız

Şarkılar, dinlersiniz var bittiğinde söylendiği yerde kalır. Bitti mi kimse hatırlamaz, rüzgar olup esse bir sene sonranın rüzgarı başladığında o seslerden eser kalmaz hafızanın nankör kuytularında. Ama şarkılar vardır yüzyılları dolanır, unutulmaz, her seferinde farklı bir kapı açar zihnin uyanmaya hazır köşelerinde. Bülent Ortaçgil'in ilk albümünden bir şarkı, daha sonra Sezen Aksu'da kırık dökük bir sesle, bestecisinin sazı eşliğinde söylemişti: Yüzünü Dökme Küçük Kız.


Yüzünü dökme küçük kız
Bırak üzülmeyi
Yalnız sen misin bir düşün
Unutan sevilmeyi

Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır
Yüzünü dökme küçük kız
Kızma onlara

Yalnız sen misin bir düşün
Zincir oranda buranda
Her tutsağın bir kaçışı
Uykunun uyanışı da vardır

Yüzünü dökme küçük kız
Yaşamın anlamını bul
Sonra dinle kendini
Yolunu bil

Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır

Şarkıyı ilk dinleyişimde üzüntüyle gözleri büyümüş, çenesi ağlamaya hazır buruşmuş bir çocuk yüzü gelmişti gözümüm önüne. İnsanın içini burkan bir şarkı, dinlemesi de söylemesi de güzel.

Çocukluğunuzda ağladığınız anları hatırlıyor musunuz? Eğer hatırlayabiliyorsanız, yüzünüz hala dökülecek gibi oluyor mu?

17 Haziran 2009 Çarşamba

Korsan

Ben küçükken korsandım. Küçükken bir çok şeydim ben.

Korsanlığım Yeni Levent'e taşındığımızda başladı. Önce "Mercan Adası"nı ardından, "Define Adası"nı okumuştum. Okuduklarımı kuzenlerimle paylaşmıştım. Kovboy ve Kızılderili oyunundan sıkılmıştık zaten. Okulların açılmasınsa da daha çok vardı. Patenle sokakta gezmek önce hoşumuza gitmiş, üç gün geçince baymıştı, hem benim sağ patenimin deri kayışları o kısacık sürede kopacak hale gelmişti. Futbol oynamayı pek sevmiyordum o yüzden hep kaleye geçiriyorlardı beni. Kaledeyken sıkılıp ota böceğe bakınca da gol yiyordu bizim takım. Baktık olmuyor, yeni oyunlar düşünmeye başladık. Büyük kuzen ilk önerdi korsan olmamızı. Küçük kuzen, ben, büyük kuze nbirbirimize baktık. "Olabilir miyiz peki?", "Ama nasıl", "ama her yer yol, tepe, vadi". "Şair Mehmet Emin Yurdakul İlkokulu'na giderken bazen kullandığınız vadinin orada büyük bir kaya var o kaya bizim gemimiz olacak" dedi büyük kuzen. Çok heyecanlandık. Hava kararıyordu. Sabah kahvaltımızı eder etmez bizim arka yani onların ön bahçede buluştuk. Elimizde plastik kılıçlarımız, ellerimizde anneannemin bayramda bize verdiği mendiller, kırık bir oyuncak dürbün, bir çakı, katlanabilir su bardaklarımız ile yola çıktık. Kayaya geldik.

Kaya sahiden de sol tarafından zemine doğru eğilip doğru açıdan baktığınızda gemiye benziyordu. Kabul ediyorum biraz hayal gücü de gerekiyordu gemiyi görebilmek için ama aynı hayal, güçlü biçimde üçümüzü de esir almıştı. İlk iş mendilleri bir gözümüzü kapatacak biçimde yüzümüze bağladık. Dördüncü mendili yerden bulduğumuz bir dala bağlayıp kayanın yanındaki bir girintiye taktık.

Gemiye atladık, yelkenleri açtık. Dalgalar çok güçlü geliyordu. Yılmadık, yelkenlere tırmandık. Dev dalgalar geminin gövdesinde patlıyor, mizana direğinden korkunç gıcırtılar geliyordu. Fransız askerleri peşimizdeydi. Göğüs göğüse savaştık. Düşmanlarımızı denize döktük. Artık tam bir korsan olmuştuk. Akşam saatlerinde gemimiz yara almıştı. Gemi batmadan canımızı kurtarıp sandallara bindik. Hava kararırken İstanbul'a döndük.

16 Haziran 2009 Salı

Bir şarkıcı, Bir Müzisyen, İki Singıl, İki Albüm, Bir Kitap, Sonra Bir Kitap Daha, Bir Film, Bir Kafe, Bir Rüzgar,

Sertab Erener bir singıl çıkardı. Bu singıl çıkarma sözünü duyunca; ses tınısı itibariyle eskiden, çocuklukta çıkardığımız su çiçeklerini ve yediğimiz bazlamaların tırmalamaya andıran nahoş hissini anımsar gibi oluyorum. Ama neresinden baksanız mazi olduğu için anımsa aktivitem tamam ermeden unutuyorum. Sertab bir singıl çıkardı, hoş singıl omuş aynı şarkının beş ayrı ünlü tarafından cilalanmış versiyonu mevcut. Şarkının ismi, "Bu Böyle" hakikaten iyi şarkı. Kadıncağız 2005 yılında hayatının en iyi albümünü yapıp çıkış parçası olarak albümün en kötü ikinci şarkısını seçince pek kimselere ulaşamadan unutulup gitmişti, tüketip tükürüveren tüketim çarklarının arasında. Bir Sony şirketinden ulaşmış şarkılar geçidi ile bir de Club kılıflı best of girişimden sonra sanatçı D.R.U.M. projesi kapsamında "I Remember" isimli gubidik bir esere renk katmaya çalışmış ama o da bir şeye benzememişti. Geçen yaz Demir Demirkan'ın "Yolun Yarısı" isimli albümünde vokal koçluğu yaptığını da albümün kartonetine bakmadan anlamıştım, çünkü ne kadar hoşgörü ile yaklaşmaya çalışırsam çalışayım bir türlü vokal anlamda bir türlü sönüklüğü aşamayan bir sese sahip Demir Bey aynı Sertab Erener gibi okuyordu şarkılarını, onun duracağı yerlerde soluklanıyor, onun böleceği yerlerden bölüyordu heceleri. Bay Demirkan'ın yerinde olsam "İmdat" çığlıkları eşliğinde stüdyodan kim varsa bir çırpıda atar kurtarırdım kendimi bu aşırı dozajdaki etkilenmeden. Demir Demirkan aranjör ve besteci kimliği ile Türk Pop Müziğine farklı tınılar getirmiş özellikle Sertab ile yaptığı ilk albümde mükemmel bir klasiğe imza atmıştı. Sertab Erener geçtiğimiz yıl bir konser DVDsi yayınladı, iyi bir DVD olduğu söylenebilir ama son derce zevksiz bir konser olduğu da söylenmeli. Orijinal fikir taşımayan ve birtakım semboller üzerinden şarkıcının hayat hikayesini anlatan ancak düet olarak söylenen "Zaferlerim" şarkısına kadar parlayan anları olmayan bir konserdi. Gelelim singıla. Beş versyionu olan şarkıyı beş kez dinliyoruz. Hepsi de ciddi iyi. Şarkı güzel. Sanırım iyi bir albümün müjdecisi olarak kabul edebiliriz.

Ajda Pekkan'ın "Resim" singılını dinledim. Kötü bir şarkı üzerine yılların şarkıcısı vokal çeşitlemeleri yapmış. Sözü ve bestesinden Serdar Ortaç'ın mesul olduğu zorlama bir çalışma olmuş. Şarkının ikinci versiyonu ise son derce yetersiz bir alt yapıya sahip. Bu şarkı kolay unutulur ve umarım bir daha da hatırlanmaz.

Uyanış isimli albümü ile döndü Işın Karaca. Onu yıllarca Sezen Aksu'nun arkasında izledik, vokalist olarak hayli renkli bir kişiliğe sahip. Onu İlk albümü öncesinde Sezen sahneyi 5 şarkılığına ona emanet edip kulise çekildiğinde izlemiştim. Güçlü sesi ile ilk şarkıda seyirciyi avucunun içine alıp sonra yavaş yavaş iğneyle kuyu kazar gibi oymuştu seyircinin içini. Çok güçlü ses, sürekli ses oyunları yapıp ne kadar yüce bir ses olduğunu seyircinin kafasına mühürler gibi söylüyor ve sıkıcılığa düşüyor. İlk albümü çok iyiydi. Ama başından sonuna kadar dinlemek yüce bir sabrı gerektiriyordu. Sonradan yaptığı albümler asla ilki kadar iyi olamadı. Şarkılarını üstüste dinlediğinizde büyük bir sıkıntıya düşmemek mümkün değil. Yeni albümde, şarkılar, sözler, müzik, müziğin icra edilişi güzel. Ne var ki birbirinden bağımsız olarak güzel olan tüm bu öğeler bir araya gelip de sıkıcı bir albüm oluşturuyorlar sadece. Final her ne kadar tanıdık bir şarkı ile yapılsa da, "Bambaşka Biri" de kurtaramıyor albümü.

Karinne Hannah'ın Sezen Aksu şarkılarından yaptığı albümü nihayet dinledim: I'll Be Allright. Bildiğimiz güzelim şarkılar bambaşkalaşmış olsa da hem aynı lezzetleri hem de güçlü bir vokali barındıran şarkılar haline gelmiş. Güzel albüm, beğendim.

Ayça Şen'in "Hırs ve Ceza" romanını bir çırpıda okudum. Çiğdem yer gibi adeta, tam bir eğlencelik. İçinde özü/baş karakteri ile ilgili mantık hataları barındırmakla birlikte hoş bir mizah kitabı olmuş. Roman olarak yazılmayıp bir blogda karşıma çıksaydı daha çok eğlenirdim sanırım.

Mizahi yanı ağır basan bir kitabı bitirince Patrick Dennis'in yıllar önce severek okuduğum Mame Hala, kitabını yine çıkardım rafında ve bir kez daha okudum. Babası ölünce yarı çatlak halasının velayetine verilen bir erkek çocuğunun büyüme öyküsüne Ajda Pekkan misali her bahar görüntüsünü yenilemekle kalmayıp en moda hayat felsefelerini hayatına uygulayan halasının çılgınlıkları eşlik ediyor. Kitabı okuyunca, filmini de raftan indirip bir kez daha izledim. Baş roldeki, Rosalind Russel kitabı okurken kafamda canlanan çılgın halanın tıpkısının aynısı. Müthiş matrak bir komedi filmi.

Hafta sonunda İstanbul'dan arkadaşlarım geldi. Bir grup arkadaş Miko'da bir Cuma akşamı geeçirdik. Eski klasiklerimizdendir orası. Servis kalitesine bozulup bir gecede tüm kabile terketmişti orayı. Hemen yandaki mesken yeni mekan olmuştu. Alman usulü hesap ödeyen grupta diğer masaların aksine her cuma gecesi anormal miktarda para fazlası çıkardı. Artan paraları bahşişe vermekle de bitiremez çıkışta gider Eko'da bir cilalanır eve dönerdik. Yad ediverdim eskileri işte böyle. Bizim İstanbulluları götüdük, asma çardakları, çiçekler, sazlar altındaki dar sokağa. Miko değişmiş. Değişikli iyi yönde. Servisin önemini anlamışlar. Siparişiniz hemen alıp hemen masanıza getiriyorlar. Uzun bir yaz ve sohbet akşamında başka ne beklersiniz. Serinlik değil mi? O da vardı ara yollara kadar vuran imbat ve buz gibi ev yapımı Miko şarapları herkesi serinletti. Sanırım İzmir'e iki transfer daha kaptık, kapacağız.

Cumartesi bir rüzgar çıktı balkondaki çiçekler tokat yemişe döndü, kudretli esintiler bana baş ağrısı veriyor, evde kapı cam açamıyorum. Böyle geçti bir hafta sonu.


15 Haziran 2009 Pazartesi

Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda

Eskiden yürüdük, çok doğru, ama artık yürüyemeyeceğiz. Çünkü, yasaklar var aramızda. Gördüğün gibi tabela sadece iki erkeğin yanyana gitmesine izin veriyor. Biliyor musun ben bir yasaktan bir de fareden korkarım şu hayatta. Bundan böyle birimiz yoldan, diğerimiz kenardan veya üç adım geriden ancak öyle yürüyebiliriz. Aramıza tretuarlar girdi, tretuar deyip geçme kaç tretuar bir araya gelince çin seddi ediyor haberin var mı?

Artık başlıktaki mısra da hoş bir name olarak kalsın dudaklarımızda. Ben kendi dökük, gri tretuarımdan sen de sizin mahallenin sakin ve pembe taşlı kaldırımlarından ayrı yollardan karışalım İzmir'in ışıklı göklerine, Bostanlı sahillerinin terkedilmiş kuytularında yankılansın şarkımız fısıltı kıvamında, pek işitilmeden, inceden inceye.



12 Haziran 2009 Cuma

Kaza

Trafik kazalarından oldum olası korkarım.

İlk trafik kazamı geçirmeden üç hafta kadar önceydi, altı yaşındaydım. yaşadığımız taşra kentine sonbaharın gölgeleri düşmeye başlamıştı ama yazlık sinemalar hala açıktı. Bir akşam, film izlemeye evden çıktık, daracık bir sokakta anneannem, annem, teyzem, dayımın çocukları ve dayımın eşi karşıdan karşıya geçerken sokağın öbür ucundan simsiyah bir araba süratle çıktı ve anne anneme çarptı. Ortalık kan içindeydi ve biz çocuklar hem korkmuş hem üzülmüştük.

Anneannemin kalçasına platin takılması gerekiyordu. İstanbul'a doğru simsiyah, canavara benzeyen bir araba içinde yola çıktık. Anneannemi arka koltuğa yatırmış bizler önde oturuyorduk. Beni bulantılara salan virajlı yollardan geçerek düz bir yola çıkmıştık sonunda. Karşıdan gelen ışıklarda bir uğursuzluk olduğunu sezdim. Büyülenmiş gibi ışıklara bakıyordum, ışıklar bize doğru geld, geldi, geldi. Hepimiz ışıklar içinde kaldık. Sonra, heryer simsiyah oldu. Soğuktu. İlk trafik kazamı bir sonbahar gününde yaşadım. Uzun yıllar o ışıklar rüyalarımı böldü geçti. Gecenin bir yarısında karanlık yatağımda gözlerimi açınca dimdik oturduğumu, simsiyahlık içinde anlamlı bir nesne görmeye çalıştığımı hatırlıyorum ortaokuldaki yıllarıma kadar.

İkinci kazam, Bakırköy-Aksaray dolmuşlarındaydı. Minibüs Merter dolaylarında bir başka araçla manasız bir sidik yarışına tutuşmuştu, sürat herkesi rahatsız ediyordu. Gidişimizde ve karşıdan bize yaklaşan arabanın yola açısında tuhaflık vardı. Görünen kazaydı, çarpıştık. Burnum öndeki koltuğa çarptı kötü sıyrıldı, kanadı. Burnumun halinden günlerce utanç duydum.

En kötüsü bir kaç sene önce Eski garajın önünde oldu. Taksideydim, hep arka koltuğa oturuken o gün şoförün yanına oturmuştum. Halin önünde demiryolunu geçerken, yanımızdan geçen tırın üzerindeki konteynerin sallanması beni çok rahatsız etti. Şoförden durmasını istedim. paramı hemen verdim. Işıklarda durdu, kırmızı yanıyordu. Konteynerin sallanması durmuş ama bize doğru eğilmeye başlamıştı. Kapıyı açıp kendimi dışarıya attım, şoföre "çabuk çık devriliyor "diye bağırdım. Şoför kendisini hemen yolcu koltuğuna attı, sağ bacağını dışarıya uzattı. O anda konteyner olanca ağırlığı ile verevlemesine taksinin üzerine verevlemesine düştü, ağırlığın etkisi ile kamyon da devrilmeye başladı. Ben kendimi duvara doğru geri geri çektim, taksi ve kamyon bana doğru geliyor, şoför elinin bana uzatmış onu tutmamı ister gibi bakıyor ağzı oynuyor ama sesi çıkmıyordu. Bir kaç patlama, cam ve sürtünme sesi duyuldu. Araç durduğunda duvara kadar gelmişti.

Otomobilin sağ ön kısmı normal görünümünü koruyor, içinde dili tutulmuş bir adam oturuyor, yaşadığına hala inanamıyordu. Aracın yarısı, verevlemesine, arka kısmı komple bir santim inceliğinde kalmıştı, patlama sesleri lastiklerin patlama sesiydi, camlarda unufak olmuştu. Kamyon şoförü kaçarken çevredekiler yakaladı. Filmlerde olur ya ağır çekimle izlenir bazı aksiyon anları kaza belki iki saniye sürdü ama bana o an neredeyse on dakika gibi gelmişti.

Trafik kazaları korkulmayacak gibi değil.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Neden Mutsuz Olduğunu Biliyor musun?

Çünkü; kendine önem vermiyorsun.

Çünkü; kendine kendini anlamaya yetecek kadar bir zaman ayırmıyorsun.

Çünkü; yüreğinin derinliklerinde olan biteni herkesten, kendinden bile gizliyorsun.

Çünkü; insanlara değer vermiyor, onları beraber vakit öldürdüğün kimseler olarak görüyorsun. O an başkası ile meşgulsen yanında, karşında olan kimsenin değeri yok senin için. İnsanlara değer verdiğini düşünüyor olabilirsin ama onlara kendilerini değerli hissettiğin ve onlara önem verdiğin duygusunu aktaramıyorsun.

Çünkü; cesaretin yok. Çünkü, sen orada değilsin, bedenin orada, sen o an orada olmaktan nefret ediyorsun. Nefret ettiğin insanlarla, nefret ettiğin bir yerde nefret ettiğin şeyleri yapıyorsun. Nefretini onlara söylemeye cesaretin yok.

Çünkü; bu senin seçimin.

Çünkü; ufak şeylerden zevk almaya yetecek zaman aralıklarını kendine yaratmıyorsun. Evden işe, işten eve koşuşturmacaların hayatının merkezinde. Evden işe, işten eve koşturmadığın vakit, yalnız kalmamak için belki de faaliyet faaliyet üstüne yığdığın ayrı bir koşuşturmaca trafiği yaratıyorsun.

Çünkü; kolayı seçtin.

Çünkü; uçan kelebeğin kanatlarına düşecek ışığı yakalayacak zamanın yok.

Çünkü; yaz günü işe koşarken yolda yüzüne çarpan örümcek ağlarını, yol kenarında açmış papatyaları, denizden gelen hoş serinliği farkedecek denli kendine ayıracak pozitif zamanın yok.

Çünkü; hep yorgunsun, farkında değilsin hep yaşlıydın, sen hiç genç olmadın.

Çünkü; başkalarının senin için çizdiği hayat yolunu yürüyorsun.

Çünkü; başına gelen her bir şey için neden arıyor, ancak yakınlara bakmayı kendine yediremediğin için hatayı kendinde görmüyorsun. Birden bire ve sıklıkla, başına gelen herşey için başka birilerini suçlamak için derin düşüncelere dalıyorsun. Ve biliyor musun, suçlayan bakışların, suçlayan bir ses tonun var.

Çünkü; başkalarının senin için çizdiği yolda ilerlerken başkalarını suçlamak çok kolay.

Çünkü; çok meşgulsün, yanlış zamanlarda yanlış şeylerin peşinden harcıyorsun hayatını.

Çünkü; kalbinde bir taş var, eğer o taş orada olmasaydı yüzün de taştan yapılmış bir heykel gibi olacaktı. Ben de bir taşa söylüyor olacaktım söylediklerimi. Ama yüzün taştan değil, o taşı gizlemesini nasıl olduysa öğrenmişsin ve ben de sana söylemiyorum bu yazdıklarımı.

Biliyor musun, düzeltmek için asla geç değil.

Sıradan İnsan Halleri

Resimlere bakıp öyküler yazıyorum. İnat ettim aşağıdakine de bir öykü yazacağım. Mükemmel bir resim. Arkadaki koyu bulutların arasından süzülen güneş ışınları, uzaklardaki denize kavuşması, ön kısımda denizin şeffaflığı içinde belli belirsiz görünen taşlar, şemsiyenin renginin resimin bütününe neşe veren bir rüzgar gibi kanat çırpışı, kadının ayağından suya hamle etmiş damla, kadının kırık şemsiyeyi tutuşundaki kırılgan zerafet, diğer elini bilekten bükerek kendine doğru çevirişi, hoş dekolteli vücudu, sol ayağını öne doğru kıvırışı, vücudunu öne doğru eğişi, hepsi ama hepsi mükemmel. Resmin tamamındaki ışığın dağılışı altında, resimdeki her bir nesne sanki birbiri ile sonsuz bir harmoni içinde danseder gibi geliyor ama dikkatle incelediğinizde öyle olmadığı görülüyor. Son derece manasız bir resim. Hayli özenti yüklü. Teknik olarak yüksek bir seviye yakalamış ama her biri ayrı ayrı kıskanılacak güzellikte yansımış bütün öğeler bir araya geldikleri zaman inanılmaz itici, zevksiz bir bütün oluşturuyorlar. İncelemey kalkınca aklıma şu sorular geliyor;

Kadının derdi ne?
Şemsiyesi neden kırık?
O kılıkta o saatte o suların içinde ne arıyor?
Eller neden öyle bilekten bükük?
Ne yer, ne içer?
Bir derdi mi var?
Belasını mı arıyor?
O şemsiyenin arkadaki fırtına yüklü bulutlardan kendisini koruyacağını mı sanıyor?
Fırtına geliyorsa ardından güneş de doğar bozma güzelim moralini mi demeye getiriyorlar?
Kaç numara ayakkabı giyiyor bu kadın?

Yok yok yok!! Bu resim bana manasız geldi.


8 Haziran 2009 Pazartesi

Sümbülî Bir Yağmur

Sezen Aksu İzmir'deydi. Fuarda, Açık Hava Tiyatrosu'nda 5 Haziran gecesi sahneye çıktı. Bir kaç yıldır onun konserlerine gitmiyordum. Daha önceden İzmir'e geldi mi daha uzun kalır ardarda 30 gün aynı sahneye çıkıp her gece tiyatro dolu, tüm biletler satılmış olurdu. Sonra bir gece İzmir'e küstü Sezen, ben de oradaydım. Sezen Aksu konserlerine çok giderdim ben.

İzmir konserlerindeki repertuvarı İsnatbul'dakilere göre biraz daha zayıftır Sezen Aksu'nun. Burada sahneye çıktı mı izmirli olmanın avantajını kullanır, şarkı aralarında uzun konuşur, seyircisini avucunun içine alır. Bazen konser bitiminde doğduğu eve dönmüş evin tek kızı gibi tatlı şımarıklıklar yapar. "Normal programımız sona erdi şimdi anormal programımıza başlıyoruz" diyerek sabırsız davranıp hemen salondan çıkmışların sonradan pişman oldukları konsere ek konserler verdiği olmuştur. Ya da sahneyi başkası ile paylaşırken kulise gitti zannettiğinizde, ilerideki sahneden sesinin geldiğini duyarsınız başka sahneye bir şarkılığına misafir sanatçı çıkmıştır. Sonra bir gece İzmir'e küstü Sezen, ben de seyirciler arasındaydım.

Erkan Oğur'un Bir Ömürlük Misafir albümü henüz çıkmamıştı. Sezen sahnedeydi, "şimdi size yeni bir şarkı söylemek istiyorum" dedi. "Bir ömürlük misafir"i söylemeye başladı, konserin başından beri ön sırada - ben onlara bedavacılar diyorum - susmayan kahkahaları ile ortalığı çınlatan bir kadın, erkek ve küçük kız çocukları vardı. Gitar eşliğinde başlayan, akıllarda yer edeceği belli olan bir şarkıydı. Kadın küçük kız çocuğunu kızdırıyor, minik kız da cevap veriyordu. Şarkıya konsantre olamadığını mimikleri ile belli etti sanatçı. Ama aldırış etmedi bedavacılar kontenjanından en önde takılanlar. Şarkının B kısmını söyledikten sonra A kısmını tekrarlamadı sanatçı, vokalisti Göksel'di, onu çağırdı, sen söyle Göksel diyerek kadına bir bakış attı sahneyi bıraktı gitti. Bir müddet sonra gelip buz gbi ifade ile üç şarkı söyledi ve bise çıkmadı. Konser sonrasında oteline gitmek için ayrılırken kendisini görüntülemek isteyenler ile bir tartışma yaşadığını gazetelerden okuduk. Sonra Sezen beş sene kadar İzmir'e gelmedi. Bir kaç bedavacı için küstü annesinin babasının yaşadığı kentin seyircisine.

Daha sonra geldiğinde artık eskisi kadar uzun kalmadı, bir görev yapar gibi şarkılarını söyledi gitti.

Açık Hava tiyatrosu konser için elverişli bir alan değil, çoj adaletsiz bir yerleşim biçimi var. En önde 10 sıra bedavacılara, protokole ya da artık ne derseniz deyin onlara ayrılmış, onun arkasında A, B ve C grupları anfitiyatro biçiminde tasarlanmış mekanın arkalarına doğru yükseliyor. B ile C grubu arasında muazzam bir boşluk var, C den izliyorsanız konsantre olmanız mümkün değil.

Cuma akşamı konsere girerken ses kayıt cihazı ve görüntü kaydedicileri toplamaya çalıştırlar. Öncelikle böyle bir eylem yapılacaksa biletlerin üzerinde bir ikaz olmalı ve o ikaza rağmen getirmiş olanların kayıt cihazları toplanmalı. Yerimize geçtik; bir curcuna, çoluk, çocuk yetişkin herkes birbirine car car laf yetiştiri vaziyette. Yanımda oturan genç irisi kadın, kendinden iri erkeğine sımsıkı sarılmış ama iki iri cüssen bir birine kavuşunca kucağındaki spor çantası vasfındaki edevat börtlemişti. Nereye? Benim kucağıma. Olanca kiabrlığımla "Hanımefendi, çantanızı alır mısınız lütfen?" diyerek rahatsızlığımı dile getirirdim. Yanındaki ayısı hanımefendisine sordu "ne istiyor senden?". Kadın "farketmemişim çantam resmen adamın üstünde", Kadının ayısı: "yer değişelim o zaman". Ayı geldi yanıma, ama kadının kucakta problem var çanta sürekli sağına çekiyor ayısının kucağına kaçıyor çanta, bunlar az evvelki gibi kavuşamıyorlar bir türlü. İşin komik yanı ben rahatsızlığımı dile getirmekle koser ayısının gözünde potansiyel tacizci oldum, kadının iffetini ancak öbür yanına alarak koruma altına aldı. "Ulan ne çekinilicek adammışım" diye kendimle iftihar ettim.

Derken konser başladı. Konserin başlaması ile önümüzü bir ekran denizi kapladı. En öndekinden en arkadakine herkes bir görüntü yakalama, şarkı kaydetme telaşına düştü. Kimisi video çekmeye çalışıyor, çocuklar "öyle çekme şöyle çek" diye mizansen veriyor, görevliler çekenlere mani olup ellerindeki cihazlara el koymaya çalışıyor, seyircide öyle görevliye cihaz kaptıracak göz elbette yok, bir bağırıştır gidiyor konsere odaklanmak zayıf ihtimal.

Sezen Aksu'yu severim, yahoo daki sezenaksugroup'un sahibisi olma sıfatım vardı bir dönem. Piyasaya çıkmamış şarkılarını bulma, toplama, yayma gbi bir misyonu üzerinde taşıyan tuhaf bir fan grubuyduk. Konserlere gider kimseye sezdirmeden kayıtlar yapardık, şimdi bu sezdire sezdire kayıt belki de o yüzden ifrit etmiş olabilir beni.

Sesinin zayıflığı ile mücadele eden bir Sezen vardı sahnede, şarkı aralarındaki konuşmaları eğlenceliydi. 10 Haziran'da "Düş Bahçeleri 2"nin çıkacağını 30 şarkılık bir double album olacağını müjdeledi, "Bıkasıya kadar dinlersiniz, artık albüm malbüm istemeyin benden" dedi. "Kurşuni Renkleri" de en sonunda baskılara dayanamayıp albüme aldığını altı dakikayı bulan süresi ile bu bahsi de böylece kapattığının müjdesini verdi.

İlk yarısı iki saati buldu konserin, biz arkadaşlar söz birliği etmişçesine sanki konser bitmiş gibi kalktı yerimizen ve sonrasını izlemedik. Kusura bakma Sezen Aksu seni hala seviyoruz, eskisinden de çok seviyoruz belki ama o seyirci curcunasına geşemiyoruz pek fazla.

Sezen Aksu yetenekli bir sanatçı, bu laf onu tarife hafif kalır biliyorum. Takdir edilme arzusu, beğenilme endişesi ile el yordamı ile bir şeyler yapa yapa bu günlere kadar gelmiş, muazzam bir sevgiden alıyor desteğini ve gücünü. Herkesin hayatının belli dönemine eşlik etmiş şarkıları var. Sezen şarkıları dinlerken kendi otobiyografinizi rahatlıkla yazabilirsiniz. Herkesin hatırladığı bir Sezen şarkısı var mutlaka benim aklıma onun sesi onun okuyuşu ile "Kaldırımlara sümbüli bir yağmur inerdi, ve tiz bir kadın sesinde bir devir inlerdi." sözleri geliyor şu sıra AH Mazi şarkısından.


Yürüyorum Düş Bahçelerinde


Bakalım nasıl olacak?

3o şarkıdan oluşan 2 CDden ibaret albümde; Kaçak, Kurşuni Renkler, Elveda, Sorma, Unutamam, Lale Devri, Kibir, Çakkıdı, Yok ki, Büklüm Büklüm gibi sevilenler yanında daha önce yayınlanmamış İtirafçı Olma, Pardon ve Tören isimli 3 şarkı yer alıyor.

Cevdet Erek'in "Katkısız" başlıklı çalışması albümün içinde DVD olarak yer alacak.

Bekliyoruz...

4 Haziran 2009 Perşembe

Bugün Neyi Yasaklasak?

Lütfen çimenlere basmayın!!
Yerlere tükürmeyin!!
Sigara içilmez!!
Şöförle konuşmayın!!
Burası tuvalet değil!!
Bulmak istediğiniz gibi bırakın!!
Buraya çöp döken eşşoğlueşşek!!

Yirmibirinci yüzyılın içinden geçen ülkemizden bazı komutlar bunlar. Demek ki bazı temel ortak alanların verimli ve insanca kullanılabilmesi için ikazların yapılması gerekli. Sadece tabela ile öğretilemeyeceği için, Lütfen çimenlere basmayın yazısının yanında üstünden fil ordusu geçmişçesine izler, türkürtmemeye çalışan yazının yanında kurumuş balgam izleri, "sigara içilmez"in yanında izmarit birikintileri, "şoförle konuşmayın" yazısının altında muhabbeti koyultmuş bir şoför ve arkadaşları, "burası tuvalet değil" ikazının kenarında def-i hacet öbekleri, bulmak istediğiniz gibi bırakın yazısının yanında ne bulmak ne de bırakmak istemeyeceğiniz koku ve bilimum pislik görebileceğiniz gibi, çöp dökene küfretmiş yazıyı ise önündeki çöp yığınlarından zor okursunuz.

Anlaşılan o ki nüfus dediğimiz insan yığınlarını sürekli bir yazı ile ikaz bombardımana tutup hizaya sokma ihtiyacı duyuluyor. Faraza koskoca parklar ve bahçeler müdürü makamında otururken içeriye giren baş bahçıvan dertleniyor "müdürüm zaptedemiyoruz bunları, çimenleri biz dikiyoruz bunlar eziyorlar, napacağımızı şaşırdık". Müdür sinirleniyor kendisine sorun getirildiği için "yazın" diyor "bir tabela koyun oraya". "Tabelaya ne yazalım müdürüm?" sualine iki misli kızıyor müdür, "çimenlere basmayın yazarsınız" diyor "cıkcık diye cıkcıklıyor ardından.

Parklar bahçeler müdürü ne yapsın ona parklar, bahçeler verilmiş oralara müdürlük etsin istenmiş bunca insana çimenlerin üzerine basmamayı, çimenlikte mangal yapılmayacağı, piknik bitince çöplerin orada bırakılıp da defolunup gidilmeyeceğini öğretmek onun işi değil ya.

Ortak alanları kullanabilmek ile ilgili bir sorunumuz var, paylaşamıyoruz, sahipleniyoruz. Sahiplenip pisletip bırakıyoruz. İçerisi bal dök yala kıvamında olmayan türk evi yok denecek kadar azken sokaklarımızı neden (afedrsiniz) bok götürüyor anlamak mümkün değil.

Bu basit değil de derin bir mesele olmalı.

Neden illaki fikirlerimizi birileri kabul etsin istiyoruz, aynı fikirde olmayanları bir güzel mat etmeyi hedefleyen, karşısındakini rütbeleri ile ezmeye, yaşı ile mahfetmeye, farklı olanı her bir farklılığı için ayrı ayrı lime lime etmeye adeta yeminler etmiş nesiller yetişiyor bu ülkenin yağmalaya yağmalaya yoketmeyi hala başaramadığımız verimli topraklarının üzerinde?

Ortak alanlar adam gibi kullanılsın diye sağa sola direktifler yapıştırıp yine de bu konuda başarısızlığa seyirci kalmaktansa birinin de akıl edip bu konularda insanları bilgilendiremeyi akıl edemeyişi artık garip bile değil: fecaat.

Ortalık pis, insanlar gerilim içinde, kimsenin kimseye tahammülü yok, bir takım yalanlar dolanıyor, insanların yalan söylemeye hakkı var yalanının ortaya çıkmasına katlanamıyorlar. Üçüncü sayfa haberleri artık bir, iki, dört ve beşinci sayfalara kadar taştı. Tahammülsüzlüğün artmasının yanısıra insanların kendi kendilerine başkalarının her işine burunları sokma özgürlüğünü hediye etmiş olması, hatta özgürlük sanılan şeyin başkalarının özgürlüklerini engellememesi gerektiğini idrak edememiş olmalarının da payı büyük şu koskocaman kaosumuzun içinde.

Yasaklıyoruz, çimenlerimizi, kaldırımlarımızı, şoför ve helalarımızı güvence altına alıyoruz. Çok konuşulsun istemiyoruz yasaklıyoruz, telefonla bile konuşulsun istemiyoruz onu yasaklamıyoruz gizlice dinliyoruz, düşünülmesini hele hiç istemiyoruz. Yirmibirinci yüzyıl itibariyle şu anda buradayız.

İnsanların birbirlerininkinden farklı; düşüncelerinin, fikirlerinin olması, koskocaman hayallere, hayaletlere, gerçekliğinin isptalanması mümkün olamayan şeylere inanabilmeleri güzel bir şey olmalı. Ama kendi inandıkları uğruna başkalarına yasaklar getirmeye insanoğlunun ne hakkı var?

3 Haziran 2009 Çarşamba

Ölümden Sonra Ne Var?

Bu soruyu zaman zaman kendime sorarım. Kendime sormamın nedeni başkalarına sorduğumda aldığım yanıtlardan tatmin olmamış olmam. Sanırım bunun yanıtını kimse bilmiyor.

Ancak...

Herkesin içinde ölümden sonra bir yaşam, bir reenkarnasyon olması ümidi gizli gizli yatıyor. Uzakdoğu inanışlarında olduğu gibi, insan gidip böcek familyasından bir şeylere de dönüşüp gelmek var, ya da insan olarak gelmek en yüksek olasılıksa buna inananların sayısı çoğaldıkça aynı zamanda intihar edenlerin sayısı da çoğalmaz mı? İntihar etmek o zaman tam anlamıyla bir kaçış olmaz mı? İntihar etmesi çok kolay, intihar edenleri izlemesi gayet sıradan seyler arasında kalmaz mı? Diyelim sıkıştınız köşeye, çaresi kaldınız, herkes ama herkes üzerinize geldi atlayın camdan aşağı, patlatın molotof kokteylini ağzınızın içinde, sıkın tetiği şakağınızın ortasına, jiletleyin ılık su dolu banyo küvetlerinin içinde bileklerinizi, enlemesine. Kararsın kararsın kararsın her şey derken apaydınlıklar içinde bir siluet "hoşgeldin yavrucum" diye geçirsin seni ışıklı kapılardan aydınlık dünyalara doğru. Yok yok bu hayal ümid etmeye dört elle sarılma ihtiyacındaki insanın avuntusu.

Lakin...

Ümit etmek en zayıfın da en güçlünün de damarlarının çeperlerine kadar kazınmış, bir kapı kapandığında öbürünün açılmasını beklemek dini dili ırkı ne olursa olsun her insanın beyninin kıvrımlarında sap saklı.

Ama...

Hadi kaçtınız diyelim, hadi ellerinizdeki kanlar bu tarafta kaldı diyelim kalmaz mı vicdanınızın üzerinde bir kaç kan damlası lekesi?


(Resim için 7. Oda'ya teşekkürler)

2 Haziran 2009 Salı

Her Daim Dinleyebildiğim New Age Albümleri

Müziğe 24 saat takık olup da aynı parçayı çok defada dinleyemeyen bendenizin defalarca dinleyebildiği cdler de var. Bir dönem new age denilen farklı tınılarla yüklü müziklerin peşine düşüp bıkasıya kadar bu türün her bir örneğini dinlemişliğim oldu. Konuya ucundan ilgi göstermiş olanlar new age denen müzik türünün genelde can sıkıntısı veren, insanı önce melankoliye ardından baygınlıklara sevkeden kolaylığa kaçma kapılarına ardına kadar açık bir tür olduğunu düşünebilirler. Kolaylıklara kaçmış her müzik çalışması aynı tuzağa düşer, detaysız, ruhsuz hatta daha önce yapılmış binlerce benzerinin kötü taklidi olmakla kalır.

New Age de en beğendiğim beş albüm şunlar;

1 - The Songs of Distant Earth: Mike Oldfield'in Tubular Bells tekrarlamalarına ve plak şirketinin dayatmasıyla sürdürdüğü sözlü müziklere dur dediği dönemde yaptığı ilaç gibi bir albümdür. 1994 yılında Arthur C. Clarke'ın "Songs of Distant Earth" isimli bilimkurgu romanından esinlenerek bestelenmiş albümün ilk parçası Apollo 8 astronotu Bill Anders'in 1968 yılbaşı gecesi ay etrafında dönerken yapılmış ses kaydı ile açılır. Farklı müzikal türleri, farklı koro kayıtları, otantik müzikleri, ünlü şarkıcıları vokal örneklemelerini ve sanatçının imzası niteliğindeki gitarının sesini taşır. Güçlü besteler ve özenli ses oyunları ile defalarca dinlenilebilen bir albümdür. Gözlerini kapatıp dinleyen bir kişinin bile romanda anlatılan dünyayı zihninde canlandırması mümkündür. Üzerine bir de romanı okursanız dinlerken aklınızdan geçenlerden ötürü hayal kırıklığına uğramazsınız.

2 - White Winds: New age denen türün varlığından 1986 yılında yaptığı Down to the Moon albümü sayesinde haberdar olduğum bir harp virtüzü var, ismi Andreas Vollenweider. O albümden sonra adamın izini sürdüm ve her bir albümünde kendisini yenileyen bir müzisyen olmasına ve farklı müzisyenlerle işbirliği içinde olmasına rağmen benim için en iyi albümü 1984 yılında yaptığı White Winds'tir. Kendi içinde bir öyküsü olan film gibi bir albümdür. Harp ile, insan sesi, rüzgar sesleri ve diğer enstrümanlar dinleyeni asla baymayacak biçimde bir araya getirilmiştir. Gözlerinizi kapatarak dinlediğinizde duyduğunuz seslerin verdiği ilhamla sayısız öykü yazabilirsiniz. İlham verici bir albümdür. Rahmetli Uzay Heparı bile Sezen Aksu'nun "Deli Kızın Türküsü" albümünde yer alan "Tenna" şarkısının introsunda bu albümün giriş şarkısından ağır biçimde tesir almıştır.

3 - Big Blue Ball: Real World'un 1991, 1992, 1995 yılı yaz aylarında bir hafta boyunca dünyanın farklı yörelerinden sanatçılarla yaptığı kayıtlar 2008 yılında albüm olarak ortaya çıktı. Her dinleyişte farklı bir lezzetin tadılacağı bir ses yolculuğu aylardır dinliyorum daha bir müddet dinlerim diye düşünüyorum. Peter Gabriel'e bu projeyi hayata kavuşturduğu için teşekkür etmek lazım.

4 - Asian Fusion; Ancient Future grubunun 1993 tarihli albümü uzakdoğu esintileri taşıyan bir albüm. Batılı seslerle uzak doğu sesleri heyecan verici biçimde harmanlanmış kesinlikle dinlenilmesi gereken bir albüm.

5 - Eldorado; Patrick O'Hearn'ün 1989 tarihli albümü, güney amerikanın sesi diye özetlenebilecek bir albüm. Alışılandan farklı seslerle güney yarım küre seslerini deneyimlemek için ideal, defalarca dinlenebilecek bir albüm.


1 Haziran 2009 Pazartesi

Evliliğe Dair

Haziran ayının ilk gününe sıcaklar henüz bastırmadan, evliliğe dair bir yazı ile merhaba diyeyim dedim. Malum bahar aylarında gönül yayları gevşer de haziran temmuz aylarındada izdivaç trafiği kızışır da kızışır evlendirme dairelerinde yer, sıra kapmak namümkün hale gelebilir. Onbeş dakikada bir nikah kıyan bayan nikah memurelerinin aynı repliği gün içinde giderek daha ruhsuzlaştıra ruhsuzlaştıra akşam saatlerinde "üf ya evleniyosunuzu sizin yüzünüzden bu cübbeler içinde burada kaldım" ifadesini zor gizleyen mimikleriyle olanca kalabalığın önünde nikahı şipşaklaştırırlar ya hani. Yanlış anlaşılmasın ruhsuzlaştıran sadece nikah memureleri değil, belediye reisinin verdiği o ulvi yetkiyi erkekler de aynı şekilde duygudan arındırıyorlar ama yüzlerinin ortasındaki bir tutam koskoca bıyık orada olmaktan ne derece nefret ettiklerini bir nebze olsun gizleyebiliyor. İşte Mayıs ayının son günlerinde niyetim Evlilik hakkında bir yazı yazıp Haziran'ın ilk gününe ayarlayıp, o gün yayılıp oturmaktı. Yazımı bir güzel bir kenarda yazdım, resmimi yükledip, attım kendimi sokağa. Tabi sokağa fırlamadan önce yazımı kopyala yapıştır etmediğim için yazım pc de kaldı da mutluluğu kıskanılası şu çiftin resmi cümle aleme etti mi arz-ı endam. Olacağı buydu tabi aklı bir karış havada Bay Vladimir Efendi.

Neyse efendim başından hiç evlilik geçmemiş Vladimir'in evliliğe dair bir kaç tespiti şöyle;

Halk arasında dünya evine girmek diye de adlandırılan ve yasalar önündeki en resmi ilişki biçimi. Dünya evine girmek kadın ve erkeğin evlenmek suretiyle saadetlerin en güzelini birbirlerine bahşetmeleri. Bu eve girmek öyle kolay değil öncelikle bir birini seven ya da sevmeyen bir kadın ve bir erkek lazım. Hoş sonuçta bazı dönemlerde önceden birbirlerini sevseler de birbirlerini gırtlaklayacak denli birbirlerinden nefret ettikleri anları da yok değil. Kutsal bir müessese olduğunu söylenerek, bazen kimi insanda şirketmiş de öyle söyleniyormuş hissini uyandıran; iki insanın hayatlarını birleştirmesi ve aynı yastıkta kocamaları ile sonlanan bir ilişki biçimi aslında.

Evliliğe giden yolda, kız isteme, sözlenme, nişanlanma, nikahlanma gibi adımlar var ki sonuncusu kendi arasında imam nikahı ve resmi nikah olarak ikiye ayrılıyor. Kız isteme bölümünde erkek ya da erkeğin familyasının önde gelenleri gözlerine kestirdikleri ve kendi sülalelerine yakışacaklarını düşündükleri kızı gidip ailesinde istiyorlar.

Ben de gülmeye yakın hisler uyandıran adımı sözlenme faslı. Kız ile erkek birbirleri ile dünya evine girmeden önce geçtikleri aşamaların ilk resmi olanı bu. Sözlenen kız ve erkek birbirleri hakkında cümler kurarken şöyle ifadeler kullanmaya başlıyorlar; "Tanıştırayım sözlüm Belma", "Aaa o eteği giyemem, sözlüm kıskanıyor"vesaire, vesaire.

Nişanlanma sözlenmenin bir adım sonrası iş artık geri dönülemez yola giriyor, kanunlarda bile yeri var nişan bozulursa takıların iadesi falan yargıtayı oayalamış bir müddet. Nişan merasimi denen bir şey var kurdele ile bağlanmış iki yüzük kız ve erkeğin parmağına takılı ike, bağları mutlu evliliği olan bir akraba ya da mutlu evliliği olan bir ahbap tarafından makasla ortadan kesiliyor. Nişan törenine katılmış evlenme çağındaki kızlara o kurdele kesip kesip dağıtılıyor ki onların da kısmeti açılsın evlenebilsinler.

Sonracıma dünya evine giriliyor girer girmez ayaklara basılıyor. Törenden az evvel Vangelis müziği ile ortalık ayağa kaldırılıyor ismini bilmiyorum hani 1492 hani Cennetin Keşfi filminin müziği hatta bir ara bir banka reklamı müziği idi sonra banka da battı gitti.

Ben karamsar Vladimir diyorum ki; bir insan doğduğu andan itibaren kendi ölümüne her saniye biraz daha yakınlaşır. Bir evlilik de başladığı andan itibaren kendi sonunu hazırlamaya yönelir, çiftlerin anlaşmazlık ya da doğal sebepler sonucunda birbirinden ayrılmaları ile sona erer. Ama karamsar olmayan Vladimir de "sevgi yerini alışkanlığa bırakınca tahammül meselesine ve itişme, kakışmaya dönüşmeye başladığında; paylaşmayı, uzlaşmayı, dost olmayı becerebilince çiftler mutlu evlilik oluyor sanırım" diyor. Al sana kişilik bölünmesinden muzdarip bir blogger daha.

Allah'ım neler diyorum ben. Şu resimdeki çifte bakın lütfen, nasıl da mesutlar. Davul bile dengi dengine diye çalarmış, bunlar evlenirken Çelik'ten "Dongi Dongi" çalmış olmalı. Şaka mı bilmiyorum, belki de hakikattir. Belki adam çok sevdi, belki kadın adamın parasını sevdi, belki de kadın aslında bir dansöz, göbek atmadan önce bir kez şansını denemk istedi. Kim bilir?