30 Eylül 2009 Çarşamba

Ecis Böcüş

Çoğu insan tenine böcek teması ihtimalinde dahi ufak çaplı fenalıklar geçirebiliyor. Hele o feci ihtimal yakın tehlikeye dönüştü ise o anda kerli ferli adamların attığı çığlık, hülümet gibi kadınların en yakındaki en yüksek objeye en tiz sesleri çıkartarak hamle etmeleri karşısında tepkisiz kalabilmek çok zor. Tepki; bu gibi durumlarda ilk etapta kahkaha atmak oluyor benim için. Sonra karşımdakinin korkusunun ciddiyetine binanen kahkahadan kederi, korkuyu paylaşmaya beceriksizce yeltenmek oluyor. Çok yakın mesafede çalıştığım bir arkadaşım hamam böceği ya da kibar ismi ile kalorifer böceği gördüğünde hareket etme yeteneğini kaybetip gözleri böceğe kilitlenerek böcek gidesiye kadar öylece kalıyordu. Kendisine kal geliyormuş. O dönem lugatımızda "kal gelmek" ifadesi olmadığı için ona ne olduğunu bilmiyorduk. Sonradan öğrendik işte. Çok basitmiş: Kal geliyormuş. Önünden nazik bir anda böcek geçse hayati tehlike bile atlatacak denli, tırrakkkk tadanak duruyordu kız.
İşyerinde ilk kez kalakaldığında şaka ediyor sandık. Çalışma arakadaşları olarak biz böyle bir doğa hadisesine ilk kez rastlıyorduk. Ama o da o gün böceklere dair hiç rastlamadığı bir doğa hadisesine şahit oluyordu. Kızın şaka yapmadığını farkeden centilmen bir arkadaş bir tomar evrakla böceğe saldırınca, böcek yürüyüp gitmekte olduğu kirli, pasaklı halıfleks bozmasından havalanıp fotokoği makinasının üstüne uçtu. Bunu gören kzı da, o esnada fotokopi çekmekte olan stajyer kızı da bir kendilerine döndüremedik. Onlar öyle kaldı. Stajyer kız kısa bir çığlık serenadı çekti bize.
İşte böyle hadiseler ofis ortamını kısa da olsa şenlendiriyor. Sessizlikteki kadın çığlıkları ortamdaki sıradan insan hayatlarına sığ da olsa bir farklılık getiriyor.
Olaylar çığlıktan önce ve çığlıktan sonrakiler diye adalndırılıp tasvir ediliyor bir müddet.
"Hatırlarmısın filanca bey falanca hanımla münakaşa etmişti"
"Hatırlayamdım"
"Hani Canan Hanım fotokopi çekerken üzerine böcek uçup blüzüne konduğunda çığlık atmıştı ya..."
"Evet evet"
"Ondan 4 gün sonraydı"
"Alllam ya şimdi hatırladım"
Böcek ufak bir haşarat tabi. Kolay unutuluyor, asıl hatırlananı, böcekgillerden değil de memeliler familyasından olan canlılara dair olanı.

Seneler önce işyerinde kentin en mühim adamlarından birsinin kızı olan bir iş arkadaşımızı sabahın köründe masasının üzerinde ay ay aylarken görünce makaraları salmıştım ilk. Sonra kadın bana yıllar yılı diş bilemişti. Ben onu orada, o zavallı masanın üstünde göbek atıyor sanmıştım. Nerden bilirdim bir fındık faresi ile karşı karşıya kaldığını?


Haşaratlardan kurtulmak lazım, ben bunu bilir bunu söylerim. Gerekirse profesyonel yardım almaktan da kaçınmamalı.

29 Eylül 2009 Salı

Kedin Var mı Derdin Var

Bizim evdeki beyaz kedi söylemeye dilim varmıyor çok semirdi. Önüne geleni yalamadan yutuyor. Mama yediği kap çeyrek doluluk seviyesine inmesin inim inim miyavlayıp, kabını sesindeki acıklı tondan ziyade, cüssesi ile doğru oranda iri sesine dayanamayan insanlara doldurtabiliyor. Sesi ne kadar yüksek çıkarsa kabının o kadar sıkı sıkıya dolduğu yönünde bir tespitte bulunması ile birlikte sesi her seferinde daha yüksek perdeden çıkıyor. Birilerinin bu kedilere bir şey demesi lazım. Böyle olmuyor. Ben bu kediyi en çok eve gelen temizlikçi kadının şımarttığına inanıyorum. Şimdi o kadına sorsanız o da tam tersi bir iddiada bulunacaktır bundan eminim.
Temizlik konusunda tembel falan değilim ama düzensiz eve de katlanacak değilim, hem evde iki tane kedi var bir tanesi de kedi azmanı üstelik. Yemek kabının boşalması ihtimali ile ortalığı inim inim imleten bir kedi işte. Adımları alt kattan nasıl duyuluyor bir gün inip dinlemek lazım. pantere döndü nerdeyse. Olan siyah kediye oluyor, ağzı var dili yok. Hayvan diğerinden çekindiği için aç bilaç dolaşacak neredeyse. Miyavlamayı dahi unuttu. Neyse, temizlemeye gelen bir kadın var işte. O temizliyor benden ziyade kediler ortalığı batırıyor. İki iri kedi, yok yok, bir iri kedi bir de dev kedi var evde. Böyle olunca kedi=tüy denkleminden hareket edersek süpürülmeden geçen bir gün sonunda evin halini tasavvur etmek kolay olsa gerek. Kedi çiftliği işletsem bu kadar tüy üretemezdim. O tüyleri eğirsem ip yapsam, kedi tüyünde kazak, atkı, şal, lizöz üretsem. Yok zor iş, bir sürü angarya, beni zengin etmez. Etse etse kahreder. Neyse işte, evi temizlemeye gelen bir kadın var. Sebepleri belli.
Beyaz kedi çok şişmanladı işte, n'apmam lazım bilmiyorum. Top falan atıyorum, ip ile oynatmayı deniyorum. İki pati atıp yoruluyor. Bulunduğu yere yayılıp gözleri ile izlemeye başlıyor. O denli bezgin yani. Çabuk yoruluyor. Kendisini neşelendirmek için ne yapacağımı bilmiyorum.
Ne diyordum? Kedin var mı derdin var, hele dertli bir kedin varsa... Daha büyük dert.
Kedimin aşağıdaki kedi gibi olacağı günler yakın, ben de belki aşağıdaki adam gibi olurum o zaman. Resimdeki kedi benim değil, adam da ben değilim. İnternette saçma resimlere bakarken buldum. Özel hayatlarına saygı duyduğumdan ötürü resimde, erişebildiğim gözlerin hepsini bantla kapattım. Artık kimse onları sittin sene tanıyamaz.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Gizemli Kalçalar

Yaz bitti, yaza veda ederken yazın getirdiği kolaylıklara ve güzelliklere de veda edildi haliyle. Geçtiğimiz günlerde yaz ortasında aniden önüme geliveren kalça bahsi vesilesiyle konunun sergilenmesine ve öneminin vurgulanmasına yardımcı olacak kadroların boş tutulduğunu hatta ve hatta böyle bir kadro olmadığını en sonuna kadar araştırmıştım. O sıralar nedense hangi objeye baksam çok geçmiyor o obje bir kalçaya dönüşüyordu. Ama geçici durumlar beni de herkesi olduğu kadar, yani geçici bir süre tesiri altına alıyor. Uzun lafın özeti, artık düzeldim. Neye baksam sadece ve sadece o baktığım objeyi görür oldum.
Kalçaları uzun yıllar bir çok saygın gazetenin son sayfasında teşhir eden bir ülkeydik son yıllarda biraz törpülendik bu kötü alışkanlıklarımızdan arınmak pahasına da olsa yontulduk. Tabii her bir, birbirinden özgür ruhlu gazetenin şirin gözükmeyi arzu ettiği bir makam mevcut şirinliğinden taviz vermeyen ülkemizde. Artık gazeteler sonuncu sayfalarını tamamen sosyetik meşeili kederlere ya da günün en tıbbi buluşuna ayırır oldu. Yok armut sapı kansere iyi gölüyormuş, üzümün çöpü büyü bozuyormuş, kurtları deşmeyen kurdeşen olmazmış gibi boy boy, her bedene yediği kadar tıbbi atmasyonumuz mevcut. Böyle ciddi ciddi tıbbileşince elbette soyunuk kadın resimleri sabahın köründe, vapur kenarında aniden savrulan bir gazete sahifesi olup gözümüze girmiyor.
Soyunma bahsi açılınca geçtiğimiz günlerde ismi lazım değil bir blog oluşumunda yurdumun olanca abazanının demir atmakta olduğunu gördüm. Abazanlar oluşumu ortama deniz kenarına amele sürüsü gibi yayıldığı vakit hayret etmeyi gerektiren bir durum yok derdim diyecek olmasına da en hayreti şayan abazanı orada gördüm. Adam güya ormanlık bir parkta gezerken iki kadın görmüş kadınlar buna aldırış etmeden göğüslerini açmış ve buna göstermişler bunun üzerine çok üzülüp saatlerce onları ve görünen göğüslerini izlemiş ve sonuçta gençliğin ahlakı ne kadar dejenere, ben bunları görecek adam mıydım diyerekten bok atıyor hayali ormanın hayali göğüslerini dizginleyemeyen ahalisine. Şimdi efendim ormandan iki kadın dekolte tanımaz biçimde önünüze fırlayıp üzerinize göğüs açacak olurlarsa karşınıza bir kaç alternatif seriliyor;
A - Daha yakından bakmayı talep edebilir, gerekirse elleyebilirsiniz - ki bu tam abazan aperatifidir.
B - Ya da baktınız gençliğin ahlakı sizin ahlakınıza sığmıyor "örtün şunları gözüm görmesin" diyerek yakınabilirsiniz
C - Ya da türlü ikazınıza rağmen göğüslerini fora etmekten caymıyorlarsa oradan çeker gider daha kuytu ve gözleriniz için daha tehlikesiz bir yere sığınabilirsiniz.
D - İllaki de fahri ahlak zabıtalığı rolünü üstlenmek istiyorsanız oradan kaçarcasına koşar uzaklaşır en yakındaki polisi çağırır orayı gerekirse basar bu suça mani olursunuz.
Öküz gibi saatlerce izleyip de ben amale değilim, dikizci değilim, ama onlar çok teşhirci diye yırtınamazsınız.
Yarabbim noluyoruz? Bu gençlik nerelere gidiyor? Gençlik geri giderken bizler mi ileri gidiyoruz? Nedir bu zaman tutmazlığı? Eskiden sadece öküzler vardı bunlar da öküz gibi trene bakardı. Şimdi karşınıza nereden bir gürbüz, arsız, öküzün çıkacağı belli değil.
Tren dedim de yıllardır bir tren anısı yazasım, anlattıkça coşasım var. Aklımda, aklımda, çok yakında.
Elalemin gözü torba değil ki büzesiniz. Herkes bakıyor her bakan baktığı şeye dalıp türlü tuhaf detaylar çıkartıyor. Salam, sucuğa, muhtelif şarküteri ürününe bakıp da ne zaman tangalı, bikinili kalça hayalleri görmeye başladınız. O zaman oldunuz demektir. Aman diyeyim, sakın ha!!!


(*) Başlık reyting uğruna atılmıştır ve istemeyen resimlere bakmasın, ya da istediği resme istediği niyetle baksın.

24 Eylül 2009 Perşembe

ŞangııııIIIRRRRR !!!

Hanımefendi, bir çocuğun kalbini kırdı. Çok istiyordu kırmayı. Uzun zamandır hazırlamıştı kendini kalpleri kırmaya, sonra o kırık kalpleri umursamamaya. Yetişkin kalbi de kırmıştı ama onların tepkilerini önceden öngerebiliyordu. Öngörüsü kuvvetli bir kadındı, bir insana bakar ve içindeki ışığın kalitesini anlardı. Kaliteye, kaliteli insanlara özellikle kaliteli insanların taşıdıkları markalara tutkundu. Kalp kırmayı, kırdığı kalbin sesini duymayı istiyordu. Yıllarca buna takmıştı kafayı. Hazırlık safhası uzun sürmüştü ama kendini tam anlamıyla hazır hissediyordu artık. Bir yerlere gitmesin bardağın kenarında kireç izi var, çatalın kenarından kıl uçmuş olması ihtimali var gibi nedenlerle önce garsonları azarlar sonra yanındakilere surat asardı. Surat asmadığı zamanlarda neşeli, espriliydi. Heyheyleri tepesine çıktığında ise dünyayı gözü görmez bazen çok ağır konuşurdu.

Eskiden, eski radyo programlarının arasında yayınlanan bir reklam spotu vardı;

İlkin bir şangırtı duyulur, ardından bir kadın çığlığı yükselirdi.

Kadın: Ayyyy! Kırıldı..

Erkek: Korkma yenisi Ercan Avize'de..

Kadın mesut kıkırdardı, kıkırtılar mutluluk melodilerine karışırdı. Kırılanın önemsiz bir avize, yenisinin ise malum dükkanda olduğunu hayal ederdik.

Hanımefendi de bu spotu bilirdi. Arkadaşlarını neşelendirmek için "ayyy kırıldı" derdi, kalabalığın içinde bir erkek adresi verirdi. Baygın bakardı erkeğe, erkek o bakışları içerdi.

Hanımefendi eskinin yazlık sinemaları gibiydi, apaçık, uluorta. Yüzünden bir devrin tüm romatik filmlerinden sahneler geçerdi. Bulutlar aniden toplanır, aniden yağmurlar inerdi. Yağmurlar geldikleri gibi gider, yerini kahkalara terkederdi. Hanımefendi, bir halden öbürküne kolay geçerdi. Kendine olanlara çok hassas, kendi dışındakilere hassasiyetten uzak yaklaşırdı. Bu yaklaşım yaklaşma sayılmadığı için, yaklaşır ama dokunamazdı.

Yıllardır yazardı kadın, minik parlak renkli defterine. Kilit altındaki çalışma masası çekmecesinde gizlerdi. Başından geçenleri, aklından geçenleri, kimseye söyleyemediklerini yazardı. İçinde büyüttüklerini, başkasına açamadıklarını, sıklıkla ve yalnızca geceleri. Yatmadan önce. Düşünmeden, içinden geldiği gibi, konuşurcasına, "sevgili günlük" kıvamında yazardı. Yazmayı bitirince kalemi bir kenara koyar, defterini kapatır, aynadaki aksine bakar; bir öpücük aksine, bir öpücük defterine koyar, defteri çekmecesine bırakırdı. Anahtarı kilidinde iki kez çevirirdi. Yıllardır devam eden bir ritüeldi bu. Kadın, kendini yazmak zorunda hissediyordu. O zaman henüz blog icad edilmişti. Edilseydi de bu yazdıklarını ancak ve ancak davetli okuyuculara açabilirdi o da zayıf ihtimal olurdu. Bi rgün davet edip öbür gün red edebilirdi.

Çokça kitap alır, çokça kitap okurdu. Kitaplarını insan, şehir, hayvan ve bitki isimleri ile duygu, sıfat ve filllere göre ayırır bunları kendi içinde alfabetik sıraya sokardı. Askerlikle ilgili kitapları kendi içinde rütbelere ayırırdı, albaydan aşağısının önemsiz olduğunu düşünür içinde albaydan düşük rütbede asker olan kitabı okumazdı. Generaller olsun, herkes onlardan hem korksun ve onlara hayran olsun isterdi. Aslında bu tarzda yapılmış sıralamaya sıralama demenin mümkünü yoktu ama başlamıştı bir kere, artık durmak için çok geçti. Mesela "Savaş ve Barış"ı okumayı bitirince onu kitaplıkta nereye koyacağını uzun uzun düşünmüş ama bir yerlere koyamayıp gizli güncesine şu notu düşmüştü: "22 gün önce Savaş ve Barış"ı okumayı bitirdim, sanırım onu Betül'e vereceğim, çünkü o bir çok güzel kitap". Yazarken devrik cümle kurmayı severdi. Bir yerlerde devrik cümlelerin etkileyici olduğunu okumuştu.

Filmlere sık gider, sinema, sinema gezmeyi severdi. Kış aylarında parlak renkli paltosunu sol koltuk boşsa sol koltuğa, sol koltuk dolu ise katlayıp dizlerine koyar. Sağ yanındakine sokulur izlerdi filmleri. Daha sinemadan çıkmadan unuturdu bazı filmleri, bazılarını sinemadan çıkarken. Saçlarını rüzgar dağıttığı anda unuturdu bazı filmleri, "Ah saçlarım dağıldı, nasıl görünüyorum acaba?". Kolay unuturdu çoğunu ama bazı filmlerden bazı sahneleri atamazdı içinden. Hatırladıkça üzülürdü, hatırladıkça sevinirdi, ama çokça da ağlardı hatırladığı keder dolu sahnelere.

Mesela "Great Expectations" filminden bir kaç sahneyi unutamazdı, akşamları başını yastığa koyup o filmin kimi sahnelerini hatırlamayı çok severdi. Charles Dickens'ın yazdığı kitabı okumuş ama sevmemiş yarıda bırakmıştı. Doksanlı yılların sonunda ilk kez gördüğünde etkilenmiş sonra defalarca izlemişti. Çok sinirlendiğinde ya da diş geçiremeyeceği birine gün içinde kızdığında Gwyneth Paltrow'un o filmdeki halini tartakladığını hayal ederdi.

Miss Havisham, evleneceği gün terkedilmiş zengin bir kadındı. Düğün günü verilecek ziyafetin masasına hiç dokunmamış, sofradaki yemekler, tabaklar, süsler olduğu gibi kalmıştı. Uzak bir akrabası olan genç kız arada onu ziyarete gider. Kız ziyaret ederken, yakındaki balıkçı kasabasından eline yüzüne bakılır bir çocuk malikaneye çağırılır. İki çocuk oyunlar oynar, danslar ederdi. Erkek resime yetenekliydi, kızın resimlerini çizerdi. Kız erkeği mermerden yapılmış çeşme başında usulca öper, aniden kaçardı. Yaşlı kadın küçük erkeğin kıza aşık olması için elinden geleni yapardı. Kendi kalp kırıklığının izlerini küçük erkekte görmek istediğinden bu aşkın altına odunları, kömürleri kürekle sürerdi. Kadın oğlanı kalp kırıklığına kızı da kalp kırmaya hazırlardı.

Oğlan yaşlı kadını ilk kez ziyaret ettiğinde çocuğun minik elini tutup kendi göğsünün sol tarafına yapıştırmıştı kadın. "Bak" demişti, "burada benim kalbim var". Çocuk biraz ürkek, duyuyorum demişti. Sonra kadın "ama benim kalbim kırık" demişti. Hanımefendi izlerken çok hislenmişti. Boğazına doğru bir yumrunun yükseldiğini hissetmiş ama ne yapsa da bu yumruyu geri ittirememişti. O filmi unutamayacağını o sahneyi izlerken anlamıştı hanımefendi, ancak aynı repliğin filmin ilerleyen bölümlerinde karşısına çıkacağını hesap edememişti.

Yıllar geçmiş, ismini saklı tutan biri oğlanın hamiliğini üstlenmiş, yüklü maddi destekte bulunarak istediği sanat eğitimini almasını sağlamıştı. Oğlan hep Miss Havisham'ın kendisine gizliden yardım ettiğini hayal etmişti. Yıllar geçip kız büyüdükçe oğlanın da kıza aşkı büyümüştü. Hep kıza yakın maddi imkanlara kavuştuğunda onunla yola devam etmenin hayallerini kurmuştu.

O gün gelmiş, kız ile birlikte olmuş, çok güzel günleri geçtikten sonra evlenme teklif etmek için evine gittiğinde Miss Havisham. Oğlanın yüzüne bakarak, her bir tepkisini milim milim içerek kızın evlendiğini ve şu anda balayını geçirmek üzere uçakla yola çıktığını söylemişti. Miss Havisham yıllar boyunca bir erkeğin aşk acısı ile yıkılışını izlemeyi planlamış ama oğlanın ona ilk tanıştıklarında söylediği sözleri edeceğini hesap edememişti.

Artık kocaman bir adam olan oğlan kadının elini alıp kendi kalbini üzerine koyarak, Miss "Havisham bu beni kalbim" dedikten sonra "ve benim kalbim kırık, bir daha da düzelmeyecek" diye ilave etmişti. Seyircisiyi ağlatmak üzere son derce planlı, hesaplı kotarılmış bu sahne Hanımefendi'nin uykudan önce hatırladığı son sahne oluyordu yıllardır, kimi zaman.

Hep bir kalp kırsın, birilerini üzsün istiyordu. Hanımefendi kendine hassas, başkalarına vurdumduymazdı. Altyapı tamdı. İşin büyük bölümü kolaydı yani.

Sonra o çocuklar çıktı karşısına. Hep hayalini kurduğu çocuklar, yetişkin olmalarını beklemeye de kendi keyfine göre ehlileştirmeye de vakti yoktu. Çocukların ellerinden neleri varsa, neleri "yoksa" aldı. Yoksa bölümündeki "yok" olanı alması zor olmuştu ama onlar da vermeselerdi madem. Hanımefendi, beklediği gün gelince yayını gerdi, okunu serbest bıraktı. Okun yol üstündeki İlk hedefi çocukların en büyüğüydü, bir içli "ah" sesi çıkardı. Kırılan kalbin sesi hayalindeki cam kırılması sesine pek benzemiyordu, umduğu tam olarak bu değildi. Öfkeli ok yoluna devam etti. İkincisinden çıkan "ah" sesi biraz daha dişe dokunurdu ama yeterli değildi. Ok yoluna devam etti. Sonuncusunun kalbini deldi geçti. Çocuk, hiç ses çıkarmadı. Kadına öfke ile baktı. Kalbi tuzla buz olmuş, kristal kalbi yerlere şangırtı ile saçılmıştı. Kalbi kötü kırılmıştı ama çocuk acısını göstermemeyi bilecek kadar gururluydu.

Miss Havisham'ın yapamadığı hesabı hanımefendi de kitaplayamıştı. Okuduğu hiç bir kitap o çocuğun yüzünde gördüğü, öfke, acı, kıskançlık, inanmama, korku, hırs ve gururu yazmıyordu. Hanımefendi kalbini kırdığı çocuğun gözlerine bir daha bakamadı. O gözlerin gerisindeki kırık kalbi kazanamayacağını anlar gibi olmuştu. Kalbini kırarak insan kazanabileceğini düşünmesi zaten saçmaydı ama o bunu görememişti. Ne güzel kalp kırabildiğine hayran olunsun istiyordu. Oysa çocuk kalbini kırmak çok kolaydı, çocuk düşman kazanmak da kolaydı. O ufacık çocuk iddialı bir düşmandı. Kadının kalbini kırdığı an o çocuk için bir aşk hikayesiydi. Tadını bilmediği intikama aşık olmuştu çocuk.

Hanımefendi o gece çok sinirliydi, içi içine sığmıyordu, yıllarca herkesten gizlediği süslü masallarının içine, oturup şu mısraları yazdı;

Hanımefendi az önce bir çocuğun kalbini kırdınız,

Eğilip yerden almalıydınız,

En azından bir kenara koymalı, veyahutta

Minik ellerine onsekize kadar dayanacak

Tumturaklı bir yapıştırıcı,

Hiç olmadı okkalı bir Perihan Kola bırakmalıydınız.

Hanımefendi az önce çok önemsenecek bir kalbi kırdınız,

Defteri kaparken aynadaki görüntüsüne baktı, eliyle saçlarını kabarttı, bir sağ bir sol profil kontrolü yaptı. Dudaklarını büzer gibi oldu ama ne gülümseyesi, ne kendini ne de defteri öpesi yoktu.

"Sonra bestelerim" dedi.

Sabahlığının eteklerini filmdeki yaşlı kadın gibi zarif biçimde savurarak olduğu yerde döndü. Uğraşıp didinip kazandığı erkek bedeni, yandaki odada derin uykular içinde horluyordu. Hanımefendinin terliklerinin ponponları hafiften titredi, kalın ayak bileklerinin üzerinde dönüp odadan çıkmadan önce ışıkları söndürdü. Bu gece çok sinirliydi, içi içine sığmıyordu.


Dünyalar Benim Oldu

Dünyalar benim oldu, olmaya da devam edecek. Pc başından kalkmadan üstelik. Dizime koymadığım dizüstümde elimi mousetan kaldırmadan dünyalar yaratabiliyorum. Terragen ve Terragen 2 sağolsun. Neredeyse fotoğraf kalitesinde hayali, melankolik, vahşi, korkutucu, güzel manzaraları yaratmak mümkün. Buradaki bir kaç örneğin üzerinde göz gezdirdikçe, insan hayran kalıyor. Nutku tutuluyor. Falan, filan.


23 Eylül 2009 Çarşamba

Ne Zaman Tırt Olduk?


Şu yukarıda gördüğünüz hoş görünümlü bina, Manisa Hükümet Konağı. Manisa'daki kırtasiyelerde bu binanı farklı açılardan çekilmiş bir çok kartpostalını edinmeniz mümkün. Şu adrese girdiğinizde yüzlerce resmini de alenen ve sürüsüne bereket biçimde görebiliyorsunuz. Tarihi özellikleri, bazı önemli pencerelerdeki antipatik klima çıkıntılarına rağmen korunabilmiş şirin bir bina. Önemli pencerelerin içinde önemli vücutlar "ama diyeyim" secaktan etkilenmesinler. Bu güzel binanın binlerce resmine ve kendisine gidip binlerce defa bakabiliyor, hatta sade ve görkemli görünümüne hayran kalabiliyorsunuz, ya da ön kısmındaki duraklardan dolmuşlara binebiliyor, yaya geçidinden karşıya geçebiliyor, o karşıdaki parkta oturup çayınızı yudumlarken binanın açık renkli konturlarını izleyebiliyorsunuz.. Bunlar yapabildikleriniz, ama ne yapamıyorsunuz? Fotoğrafını çekemiyorsunuz. Heryerde binlerce resmi rahatlıkla bulunan bu yeri resmini çekmek üzere fotoğraf makinanızı doğrulttuğunuzda, yanınızda, dibinizde adeta yerden iki zat-ı muhterem peydahlanıyor, aksesuar olaraka ellerinde telsizleri ile iki sivil polis, "yassah hemşerim" edası ile yaklaşıp o resmi binanın resmini çekerek bir suç işlemeye hazırlanan sizi daha parmağınız denklanşöre değmeden durduruyorlar. Çok da uysallar kimlik sorduğunuzda gösterip sizinle de "bir daha çekmeye kalkışmayın emi" deyip vedalaşarak en yakındaki köşeden sizi kesmeye devam ediyorlar. Tebdir, kardeşim tedbir böyle olmalı.



Resmi binanın resmini çekmemek için kimbilir kaç tane sivil polis görevlendirmişler adamlar günün kimbilir kaç saati oralarda ne zorluklarla turlayıp sivil sivil geziyorlar. hem de ikişerli ikişerli, turluyorlar, fink atıyorlar. Ve diyelim kendini bilmezin biri o binanın resmini çekecek gibi oldu. Hemen yanında bitip durumu kontrol altına alıyorlar. Türk polisi böyle mühim başarılara imza atıyor. Manisa Hükümet Konağı için kimse endişe etmesin bundan böyle kimse resmini çekemez. Rahat uyuyalım.



Blogger'ı geçen sene, bloglarına lig TV görüntülerinden ekleyen bir kaç kişiyi bahane ederek bir anda "şak" diye kapatmışlardı. Üstelik o görüntüler başka sitelerden linkle verilmişti ama ne gam Digiturk Bey bastırmıştı, Hakim Bey karara bağlamıştı. Kapandı. Bir kaç günlük feryada dayanamayıp da nedense açmışlardı.



Bir kaç gündür bloggera zor giriyoruz, girsek yorum bırakamıyoruz. Girdik diyelim yazdıklarımızın yayınlanıp yayınlanmayacağını kestiremiyoruz. Yazımızı yollayasıya bağlantı sorunu yüzünden yazı bir kenarda kaybolabiliyor.



Blogger, "Google"ın bir yan ürünü, bu konudaki şikayetlerinizi Google'a iletebilirsiniz. Türkiye'den çok az sayıda kimse şikayetini dile getirdi. Sanırım, insanların düşüncelerini serbestçe blogları aracılığı ile getirmesi en fazla da dost ülke İran'ın hoşuna gitmiyor. Dost ülke, ki dost olarak biz görüyoruz ama ülkemizi, halkımızı bizim onları gördüğümüz kadar dost gördüklerinin işaretini o ülke bahşetmedi henüz bizlere, tarih boyunca. Bu benimkisi ham bir komplo teorisi, İran'ın Türkiye üzerindeki emelleri ve oyunlarını herkes kendi hayal gücüne göre tahmin edebilir ve süsleyebilir. Bir gerçek var ki ttnet in şu kadar şahane bağlantı hızlarına bu kadar mükemmel servis kalitesine dünyanın en pahalı hizmetini veriyor olmasına rağmen bloggera erişmekte zorlanıyoruz.



İnsanların düşünmesine, fikir üretmesine bir çözümbulsalar tam anlamı ile önüne geçseler ülkelerin servetlerini yöneten kimseler çok mutlu olacaklar aslında. Vatandaşlar zıt görüş üretmese, sahtekarlıkları, yalanları görüp karşısında durmaya kalkışmasa çok sevinecek İran hükümeti değil mi? Ama devrimden sonra bunca yıl geçmesine rağmen hala halk orada olanları içine sindirememiş ve özüzmsememiş. Gericiliğin yaşam standartlarını da, insanca değerleri de geri geri götürdüğünden başka bir delil yok ellerinde. Oylarını çaldıklarında seslerini yükselttiler, için için kaynıyorlar. Dünya blogger sayesinde iranli düz vatandaşın uğradığı haksızlıkların görüntülerinden haberdar oldu, ve o günden sonra iran halkı internet üzerinden erişilemez vaziyette.



Evet biraz dağıttım, çünkü binlerce fotoğrafı ulu orta çekilebilen bir yerin resminin çekilmesinin yasak olduğunu öğrendim kısa bir süre önce. Üstelik insanların fikirlerini paylaştığı yere rahatça girmekte zorlanıyorum. Sıradan bir türk vatandaşına yapılan bu muamele beni rahatsız ediyor.



Sahi biz ne zaman tırt olduk?




21 Eylül 2009 Pazartesi

Biraz da Oynayalım

Bu ara Travian denir bir oyuna taktım kafayı. "Com" uzantılısında oynuyorum, sekizinci dünyada, Vladimir ismi ile arz-ı endam eyledim bir kere. Günde 10 dakikayı almayan bir oyun, bir ya da iki hamle yapıp bekliyorsunuz ne olacağını, o koskoca dünyada kendi başlarına bırakıyorsunuz köylülerinizi, askerlerinizi. Akşam PC yi açıp bakıyorsunuz, kaleniz talan edilmiş, nüfusun yarısı telef olmuş. Ya da başka yeri işgale gönderdiğiniz askerleriniz ganimetle dönmüşler. Ya da madenlerde seviye yükselmişsiniz üretimiz arttığı için yeni bir bina yapabiliyorsunuz. Diğer oyuncularla ittifak kurup güçbirliği içine girebiliyorsunuz. İşte bir alay fasarya maksat on dakika geçsin.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Deli Bayram

Bayram çocukken heyecan verici bir şeydi. Anneanne evinde toplanan kuzenleri yaz olsun, kış olsun felekten bir kaç gün çalardık. Daha deliye her gün bayram cümlesini öğrenmemiştik. Adına bayram denilen günlerde büyüklerin ellerini öpünce harçlık alındığını öğrendiğimiz günlerdeydik. Harçlıkları alır doğru lunaparka giderdik.

O taşra kentinin lunaparkı ninemizin evinin bir kaç yüz metre ötesindeydi. Bir gün lunaparkın ötesine geçmeye cesaret ettik. Büyük caminin oradaki çeşmeye kadar uzandık. Çeşmenin orada gördük o tuhaf adamı. Adam tuhaftı. Çok aksi yüzlüydü, çok kirli elbiseleri vardı. Elinde mavi bir tas tutuyor içindekileri yoldan geçenlere gösteriyor, yoldan geçenler kadınsa çığlık atıyordu.

Çocukların merakını cezbedecek bir tastı, çılık attırdığına göre içindekiler görülmeliydi. Teyzemin iki oğlu, öbür teyzemin kızı ve dayımın her zaman cesur ve azgın oğulları korkmuştular. Biri kaçsa diğeri de kaçacaktılar. Ama ilk kaçan olmak istemiyorlardı.

Ortanca teyzemin kızı ve ben adam doğru yürüdük. Adam aksi yüzlüydü, ağzından çıkan sesler konuşmaya benzemiyordu. Homurdanıyordu sanki. Tasını bize uzattı ve gülmeye başladı. Tasın içinde kurbağa vardı. Adam ve çeşme kenarındaki kurbağası. Adamın gülüşü tuhaftı, adam yetişkindi, yaşları bilecek tecrübeden çok uzaktık ama bizim babalarımızdan da büyüktü onu anlayabiliyorduk. Asık yüzlü adamın çocuk gibi bakan boncuk boncuk gözleri vardı. Adam çocukları yani bizleri sevindirmek için kurbağasını veriyordu bize.

Deli Bayram ile böyle tanıştık. Eve gidince İstanbul'lu kuzenler olan biteni anlattılar. Ev halkı bir daha o adam ayaklaşmamızı yasakladı. Deli Bayram'a bir daha yaklaşmadık.

Yıllar içinde deliye her gün bayram cümlesini kullanıp geyik yapmasını öğrendik. Deli Bayram o küçük şehirden silindi gitti. Kimin nesiydi, kimi kimsesi yok muydu bilmiyorum. Bayram isimli o adamı neyin delirttiğinden de bi haberim.

Aslında Bir bayram kutalamsı yazmak istiyordum ben aklıma Deli Bayram geldi

Herkesin Ramazan bayramı kutlu olsun.. Çocuklar çok ama çok mutlu olsun bu bayram, şekerler, tatlılar onların..




18 Eylül 2009 Cuma

"Hop N'oluyoruz?" Demeye Kalmadan: District 9

Senaryo son derece özenli biçimde hazırlanmış. Belgesel havasında başlayıp ropörtajlarla ilerlemesi, sonra çaktırmadan kurguya geçmiş olması bütün bunları yaparken mantıksal hatalara yer vermemesi filmin en önemli artıları. Ciddi anlamda görsel efektler olmasına rağmen ne yaratık dizaynında abartıp itici olmuşlar ne de uzaylı tüfekleri, savaş araçları ya da uzay araçlarında transformers gibi can sıkıcı olmuşlar. Çok büyük efektler o kadar doğal biçimde belgeselin içine sinmiş ki. Sadece çok iyi bir bilim kurgu filmi değil aynı zamanda çok iyi bir film. Çaktırmadan, seyircinin gözüne sokmadan ırkçılık konusunda da önemli sözler söylüyor. Finali malesef District 10'a fazlaca açık kapı bıraktığından umarım devam filmi çekildiği takdirde suyu çıkmasa bari. Peter Jackson Bey'in filme el verdiği filmin ilerleyen safhalarında efektlerin şapşahaneliğinden ortaya çıkıyor, afişteki zararsız kimse olarak kalmamış zat-ı hobbitimiz.

Dikkat!!! Bundan sonrası fecaaat spoiler içerir!!!

1990 yılında Johannesburg'a bir uzay gemisi gelir, havada parkeder. İki hafta sonra helikopterlerle gemiye gidildiğinde, içeriye giren insanlar, yapışak ve kanlı görümlü zemin üzerinde hasta oldukları ve açlık çektikleri anlaşılan karidesi andıran yaratıkları görürler. Yaratıklar District-9 isimli bir yöreye yerleştirilirler. Kedi mamasına tuhaf bir zaafı olan bu yaratıklara ilk başta acıyan insanlar 20 yıl içinde bu yaratıklardan nefret etmeye başlar. 1,5 milyonu bulan nüfusları ile District 9 a sığmamaya başlayan yaratıkları district 10 a nakletme kararı alınır. Kahramanımız Wikus district 9 un boşaltılmasından sorumludur. Boşaltma emrini her bir hane halkına imzalatırken görmemesi gereken bir aleti görür ve bu aletten yüzüne ve eline sıçrayan sıvı ile tamsından itibaren mutasyona uğramaya başlar bundan sonra olaylar daha da şaşırtıcı biçimde hızla ilerler.

Uzun lafın kısası izlenilesi, zorla da olsa izletilesi bir film.

(Senaryoyu Neil Blomkamp ile Terri Tatchell birlikte yazmış Neill Blomkamp filmi yönetmiş)



17 Eylül 2009 Perşembe

Banliyö Rüyaları

Mad Men yeniden başladı. Merakla izliyorum, ilk iki sezon izleyicisinin sabrının sınırlarını zorlar ama sonunda da izleyecek sabrı gösterebileni ödüllendirir nitelikteydi. Mad Men ellilerin sonunda başlıyor ve altmışlarda devam ediyor, o dönemin argosunda reklam sektöründe çalışan kişilere bu isim veriliyor. Dizi; ufak bir reklam ajansında çalışan bir grup kişinin hayatları, gizli hayatları, o dönem reklamını yaptıkları ürünler ve işini yaptıkları şirketlerle ilgili, arka planda ise o dönem olan olaylar her zaman var. O yıllara ait her bir detay olabildiğince otantik görünümü ile seyirciye sunuluyor. Yaşam tarzı, kadın erkek ilişkileri, kadının toplum içinde o dönemki yerine dair tespitleri oldukça şaşırtıcı. Dizideki karakterlerin hepsi sıradan insanlar, ne çok zeki, ne mükemmel iyi ne de çok kötüler. İzleyicilerine özdeşleşebilecekleri bir özellik sunmuyorlar, sıradan ve bazen de itici tipler. O yüzden tarafsızlıkla izliyorsunuz.

Üçüncü sezonun dördüncü bölümü, "Suburban Dreams" 13 Eylül 2009 tarihinde yayınlandı. Enteresan bir bölümdü, sinema filmi ile dizi film arasındaki sınırları ortadan kaldıran, her bir sahnesi, üzerinde uzun uzadıya çalışılmış, tekrar tekrar izlenecek bir bölümdü. Çünkü bu bölümdeki hiçbir şey sadece görüldüğü gibi değildi. Her şey ikinci izleyişinde daha farklı anlamlara bürünüyordu. İki kez izlediğimi itiraf ediyorum. Kırkbeş dakika bile değil, oturdum iki kere izledim.

Bu bölüm Haziran 1963’te geçiyor, ırkçıların Medgar Evers’ı katlettikleri günlerde.

Betty hastanede, tekerlekli iskemlede kayıt işlemleri için götürülürken yerleri temizleyen bir adam görüyor. Ona “baba” diye sesleniyor. Kimse dönüp bakmıyor, kimse seslendiğinin farkında değil. Kimsenin fark etmediğini görünce kendi kendinden şüpheye düşüyor.

Betty, ameliyat masasında yatıyor. Koluna takılmış olan seruma uyuşturucu damlatılmaya başlamasıyla beraber, ameliyathanedeki telaş içindeki sesler uzaklaşıyor. Betty, yemyeşil elbisesi ile banliyödeki mahallesinin çok temiz, terkedilmiş bir modelinde yürüyor. Narkozun etkisinde gibi değil dizinin ilk başladığı günlerdeki kadar mutlu ve ışıltı saçıyor. Parlak renkteki çimenler ve ağaçlar arasında gözlerini Mad Men’in sadık izleyicilerine dikerek yaklaşırken seyirci ile arasına ağaç dallarından birinden sarkan iplik gibi bir ağ inerek giriyor. Betty ağı yakalıyor, avucunu açtığında yemyeşil bir tırtılın usulca yürüdüğünü görüyoruz.
Betty'deki yeni dönüşümün işareti mi? Güzel kelebek tırtıla mı dönüşecek?

Betty ile tanıştığımızda; eski bir model ve amerikan rüyasının tam ortasındaki iki çocuklu, mutlu bir ev kadını. Kocasının önüne gelen her kadın ile, her fırsatta beraber olduğunu bilmiyor. Onca mutluluğunun içinde kafasını kurcalayan bir sorun var. Ne olduğunu öğrenmek için profesyonel yardım alıyor. Betty hep endişeli, mutlu iken bile soğuk ve mesafeli. Eski ev arkadaşı ile seneler sonra karşılaştığında o buzdan maskenin altında çok daha farklı birinin olduğuna dair ilk işaretleri alıyoruz. Ne kadar kararlı olduğunu kocasının ilk tedbirsizliğinde anlıyoruz.

Betty, uyuşturucu etkisinde seyretmeye devam ediyor. Az önce yürüdüğü kaldırımdan kendi evine giriyor. Mutfak ile kiler arasında az önce hastanede yerleri temizleyen adam var. Adam yerdeki kanı temizliyor, kafasını kaldırınca adamın Betty’nin iki hafta önce ölen babası Gene olduğunu görüyoruz. Betty sorduğu soruya yanıt olarak “annen daha iyi bilir” yanıtı alıyor. Mutfak masasının yanındaki annesine soruyor. Annesi ayakta duruyor bir eli, kısa süre önce öldürülmüş Medgar Evers’ın omzunda. Zenci adam başını ellerinin arasına almış önündeki tabağa bakarak susuyor. Anne kızına alaycı bir şekilde bakıyor. “Betty, çok konuşanlara ne olur biliyorsun” diyor.

Birkaç saat sonra hastane odasında elinde yeni doğmuş bebeği ve yanında kocası, bebeğe bakarak “adı Eugene” diyor.

Ölüm, hayat, geride kalanlar, yeni doğanlar, mutluluk, mutsuzluk üzerine kırk küsur dakikaya çok şeyi insanın gözüne fazla sokmadan sığdırmayı başarmış bir dizi bölümü. Üstüne bir alay konuşmaya değer kısacık bir film gibi olmuş bu bölüm.


Resim "Vanity Fair"den

16 Eylül 2009 Çarşamba

Sorular Çok Basit

Aslında herşey çok basit.

Bir şeyi basit biçimde algılamak çok zor.

Diyelim işverensiniz, ya da bir yerde şef, müdür, süpervizör, direktör, şan hocası falansınız. Emrinizde çalışıp işlerinizi yürütenler var, astınız, elemanınız olarak onlardan iş üretmelerini, basiretli davranmaların ıbekliyorsunuz.

Sorum şu; "Sürekli yalanlar söyleyen, hata yaptığı ortaya çıktığında önce inkar edip sonra suçu başkalarının üstüne yıkan, asla sorumluluk almayan, iş bilmezliğini gizlemek için sürekli başkalarını kötüleyen, dedikodu çıkarmaktan çekinmeyen, çevresindekilere karşı kaba ve kırıcı üslupla konuşmaktan çekinmeyen bir elemanınız/personeliniz/astınız olursa ne yaparsınız?"

Yanıtınızı verdiniz mi?

Güzel. O halde. Şimdi; yükseklere bakalım, yükseklere... Çok ama çok yükseklere. Oralarda bizim işlerimizi yapma görevi ile bulunanlara.

Şimdiki sorum şöyle; Yalan söylediklerini, sorumluluğu sudan ve havadan yani bomboş bahanelere yüklediklerini, gizli kapaklı iş çevirmeye kalkışıp bu ortaya çıktığında önce inkar edip ardından "biz öyle yapmak istememiştik" diye çark ettiklerini, sorumlulukları anımsatıldığında kırıcı ve ağır üslupla konuştuklarını düşünüyor musunuz hiç?

Yani arada sırada da olsa....

Indiana Jones'un Karısı

Kocasına gıcık oluyor, uykusunda çıkardığı seslere bile zor tahammül ediyordu. Bazı akşamlar gürültüye uyandığında yanında yatan bu bıyıklı, her tarafı kıllı adamla nasıl olup da evlendiğini düşünüyor kendine kızıyordu. Evlendiklerinde 22 yaşında yakışıklı bir delikanlı olan adamın ne çabuk bu göbekli, sırtı, omuzları kıllı adama döndüğüne şaşıyordu. Bazı sabahlar kendisini oturma odasındaki divanda uykudan uyanmış buluyordu. Kocasının uyurken dişlerini gıcırdatmasına ve bir de skandal ortaya çıktığından beri tutkuyla Gülben Ergen’in istenmeyen anlarının görüntülendiği o meşum video kayıtlarını ele geçirmek için giriştiği sonu gelmez kaset avcılığına sinirleniyordu. Komşular İndiyana Cons adını takmışlardı adama, ne kadar aşağılayıcıydı eşinin bu isimle anılması. Kaset peşinde geçen anlarını ballandıra ballandıra anlatmaya başladığında kadının genzinden ağız boşluğuna ekşi bir tad yükseliyordu. “sus yoksa boğazını sıkacağım” diye içinden bağırıyor, sağ elini yumruk yapıp ojesi gelmiş tırnakları avucunun içine bastırıp kendi canını bazen kanatıncaya kadar acıtıyordu. Böyle anlarda Indiana Jones'un karısının gözlerinden alevler fışkırıyordu.

38 yaşındaydı ama taş çatlasın 29’undan dan fazla göstermiyordu. Boy aynasına baktığı zaman gözlerini artık kalınlaşmaya başlayan belinden kaçırıyor ama on sene öncesinin pantolonlarını giymek isteyip de başaramadığında artık kotrolden çıkmış biçimde kilo aldığının farkına varıyordu.

Kadın, üstelik kendi kocası olan adamın bir başka kadının bir erkekle sevişmesi anının gizlice kaydedildiği ve gerçek olup olmadığı bile şüpheli, sözde bir kaydın bulunması peşinde yıllar harcanmasından tiksiniyordu.
“Kaset deme bari şuna visidi de”,
“İçimize fenalık getirdin, yakışıyor mu bak koskoca adam oldun”,
“Artık kapat şu konuyu rezil etme bizi daha fazla” diyordu her gece kocasına.

İki sene öncesine kadar TV karşısında uyuyor diye çıkartırdı ev içi muhaberelerinin çoğunu. Ama artık o da reklam arasında az kestireyim deyip dizinin sonunu kaçırıyor, kocası “uyan artık” dediğinde, “ben uyumuyorum ki” diye inkar ediyordu. Bazen TV karşısında kendi horultusuna uyanıyor, sanki boğazını temizler gibi yapıp horlamasını saklamaya çalışıyordu. Ağustos ayında şeftali reçeli yapmak bir tutku haline gelmişti, kavanozlar dolusu reçel dolaplarda sıra sıra diziliydi. Bu kavanoz üç sene öncesinin şu kavanoz dört sene öncesinin mahsulü diye misafirlerine açıklama yaparken aniden utanmıştı kendisinden. Şeftali reçeli yapma ritüelleri de kavga konusuydu, kocası şeftalinin kabuğuna dokunamayanlardandı. Çocuk gibi soyar beslerse adam bayılırdı zevkinden dört köşe olurdu. Ama şeftali soyarken başkasını görmeye tahammül edemezdi. Vapur yaklaşırken kocası en önden atlardı. “Sen İndiayana Cons olmaya iyi kaptırdın” derdi kendisi beş dakika kadar sonra iskele çıkışında yürürken. Kocası “Sen de Misis Cons’sun fena mı?” diye sorardı. Dern bir iç çekişinden sonra kısa bir süre susardı kadın.

Akrabanın, eş dostun apartman komşularının alay konusu olmuşlardı çoktan. Yolda eski ahbapları ile karşılaştığında dört hamle sonrasını gören satranç oyuncuları gibi olmuştu. Adeta geleceği okuyordu karşılaşma anında sorulan sorular konusunda. Bir tanıdık ile karşılaştığında ilk soru mutlaka “Nasılsın iyi misin?”, ikinci soru ev halkının sağlığına dair, üçüncü soru “daha daha nasılsın?” oluyordu. Bazen ikinci ile üçüncü soru yer değiştiriyor ama dördüncü soru karşısına kim çıkarsa çıksın aynı oluyordu. Eski arkadaşlar, okuldan arkadaşlar, akrabalar, uzak akrabalar, bazen ne ismini ne de yüzünü hatırlayamadığı olsa olsa bir düğün töreninde karşılaşılmış bir daha hiçbir yerde denk gelinmemiş uzak tanıdıklar, hangisi olursa olsun dördüncü soru değişmiyordu. Oğlunun ana okulundan arkadaşının annesi ile karşılaştığı gün çok şaşırdı. Ana okulundan sonra hiç görüşmemişlerdi çocuklar artık yedinci sınıfa gittiklerine göre yedi yıl olmuş düpedüz. Kadın dördüncü soruyu sorunca sağ elinin tırnaklarını o kadar sert geçirdi ki avucuna, hen gözlerinden yaş geldi hem de “Ayyyy” diye, yüksek perdeden çığlığına mani olamadı. Dördüncü soru; “kaset bulundu mu?” oluyordu. Kaset maalesef bulunmamış oluyordu.

Bilgisayarı sevmiyordu, evin içinde davetsiz bir misafir gibi görüyordu onu. Oğlu internetten yemek siparişi vermeyi öğretmişti ona, bazen pizza söylüyorlar TV karşısında hep beraber yiyorlardı. Pizza da kilo aldırıyordu ama iki haftada bir yenilen pizza da tam kilo aldırmazdı değil mi? O yaz oğlu birden boy atmış neredeyse babasının boyunu yakalamıştı. Boyu da uzayınca simsiyah saçları, kapkara boncuk gibi gözleriyle iyice babasına benzemeye başlamıştı, "huyu benzemese bari" diye aklından geçirirken yakalamıştı kendini manavda reçellik şeftali seçtiği bir gün. Eve geldiğinde suçlu gibi bakmıştı oğluna. Oğlu "Anne, Indi geldi, kasedi bulmuş galiba" deyince yüreği ağzına gelmişti. "Hindi gibi ne o öyle? Baba desene adam gibi" diye azarlamıştı oğlanı.

Keyifsiz günlerinde uzaktan gelen bir tanıdık gördü mü ya derhal önceden planlamadığı bir sokağa sapıyor, sapılacak sokak bulamadı mı ilk gördüğü dükkana dalıyor ya da hiç olmadı kaldırım değiştiriyordu. Yolda karşılaşmaların önüne geçmek mümkündü ama apartman komşuları ile karşılaşmanın önüne geçmesi mümkün değildi. Merdivenlerde karşılaşamak için ya koşarak geriye kaçması ve kendini eve kilitlemesi ya da merdivenlerden gerisin geriye dönüp sokaklarda gezmesi gerekiyordu. Dödüncü soruyu apartman boşluğunda henüz savuşturamamıştı. “İndiyana Cons kasedi buldu mu?” diye yarım yarım sormuştu en son karşı komşusunun beş yaşındaki kızı.

Kasedi soran kişi kendi yaşlarındaki bir kadınsa, sorunun altında “kadın olaydın kocan başka kadınların sevişme kasetlerini izlemezdi” alt cümlesini okuyordu. İki misli sinirleniyordu. Bir kere kocası o kasedi izlememişti hiç, ikincisi o kasetin varlığı bile kuşkuluydu. Yine de soran kadının kaşına kirpiğine bakınca, daha soru gelmeden kadının aklından geçeni okuyordu. “Kadın olsaydın kocan başka kadınları izlemeseydi”. Erkeklere ise yaşına bakmadan sinirleniyordu “abla bişey lazım olursa ara” demişler gibi geliyordu. “Kocan hayali kasetlerdeki kadınların peşine düşmüş seni ihmal etmiştir, bunca yıllık komşuyuz, bir işaretine bakar” demeye getirdiklerini zannediyordu.

Kadının aklına şu meşhur kaset konusuna; ne daha ilk başından beri aşırı tepki göstermiş olduğu ve kocası dahil herkesin onu sinirlendirmek için takılmaya devam ettiği, ne de zaman içerisinde bunun herkes için bir alışkanlık haline geldiği gelmiyordu. Indiana Jones'un karısını kimseler rahat bırakmıyordu.





15 Eylül 2009 Salı

Dün, Bugün, Yarın.. Ve Korkarım Daima..

Seneler önce İstanbul'a şiddetli bir yağmur yağmıştı, doksanlı yılların tam ortasına gelen bu afette ülkenin bir çok ünlü isminin faaliyet gösterdiği gösterişte görgüsüzlük sınırı tanımayan binalar, üzerine inşa edildikleri derenin yatağında sel sularına yenik düşmüştü. Seneler geçmiş, bu zaman zarfında tekrar yağmur yağarsa ne yapılacağına dair önlem düşünülmemişti, daha çok ya deprem olursa üzerine yorum yapıyordu önemli çeneler.

-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-

DÜN


İstanbul'da şiddetli yağmur bekleniyordu. Beklenen sular beklendiği gibi aynı yere geri geldiler.

-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-

Normal günlerde işyerine yürüyerek giden işçileri yağmurlu günde bir panel van ile aldırdı bir tekstil firması. Tam şirketin bahçesine girmişlerdi ki, sel suları bir anda işyerinin bahçesine doldu. Aracın ön tarafında oturan üç kişi kendilerini dışarı atarak kurtulmayı başardılar. Arkadaki kapalı kısımda oturan yedi işçi kadın sularda boğularak öldüler.

İkitelli Basın Ekspres Yolu'ndaki dere ve Bağcılar'daki Tavukçu Deresi taştı. Bağcılar ve Başakşehir'de çok sayıda ev ve işyerine sular doldu. Havaalanı'na ulaşımı sağlayan Basın ekspres yolunda sular altında kalan yüzlerce araç ve araçlarının üzerine çıkan yüzlerce kişi kurtarılmayı beklemeye başladılar.

Sel ile dağmadağın olan İkitelli, Bağcılar, Küçükçekmece ve Başakşehir'de yoğun yağışla birlikte su altında kalan ev işyerlerinden yağma olayları başladı. Bazı kişilerin özellikle zücaciye ve beyaz eşya dükkanları ile bu tür eşyaların bulunduğu depolara girerek porselen tabak, ütü, ısıtıcı ve benzeri ürünleri çaldıkları görüldü.

Köprüler yıkıldı, vatandaşlar araçlarında sel sularına kapılıp öldüler.

BUGÜN

Selimpaşa'da incelemelerde bulunan Bayındırlık ve İskan Bakanı Mustafa Demir, "Son yüzyılın en yüksek yağışını aldık. Yağışın hafta sonuna doğru tekrar artma riski var. Büyük bir afet, büyük altyapı hasarları var" dedi. Vatandaşların mağduriyetlerin giderilmesinin görevleri olduğunu vurgulayan Demir, ''İmkanlar, yasalar çerçevesinde Hükümetimiz, Sayın Başbakanımızı bilgilendireceğiz bu çalışmalarımızdan dolayı. Hükümetimiz her zaman en seri şekilde vatandaşımızın yanındadır, yaraları sarma noktasında vatandaşların mağduriyetlerini gidermek, zaten varlık sebebimiz...'' dedi. Demir, hayatını kaybeden vatandaşlara Allah'tan rahmet ve ailelerine baş sağlığı diledi. Bakan Demir, ''Altyapı hasarlarını giderirsiniz, mağduriyetleri giderirsiniz ama kaybettiğiniz canı geri getiremezsiniz. bu konuda çok üzüntülüyüz'' diye konuştu.


-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-

Öte yandan İstanbul Valisi Muammer Güler, yağmalama olaylarını yalanladı.Vali Güler, ''Oradan çıkan malın da kimse tarafından alınması söz konusu değil. O konuyla ilgili arkadaşlarımız çalışıyorlar'' dedi.


-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-

Ceza hukukçusu Doç. Dr. Yılmaz Yazıcıoğlu, İstanbul’da selin ardından yaşanan yağma olayları ile ilgili olarak “Her ne kadar buna ‘yağma’ diyorsak da bu Ceza Kanunu’nda ‘nitelikli hırsızlık’ suçu olarak düzenlenmiş bulunuyor. Çünkü burada malları almak için cebir ve şiddet kullanılmıyor. İnsanların içine düşmüş olduğu doğal afetine etkilerinden, insanların buna karşılık veremeyeceği durumdan yararlanarak bir hırsızlık durumu var. Bu suçu TCK’nın 142. maddesi düzenliyor." dedi.

-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-


Beraber ve solo eserlerde aşağıdaki makam Türk halkına uygun görüldü;

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan:

"Derenin intikamı ağır olur. Şu anda olan da budur. "

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım:

"Kendi elimizle Allah’ın yarattığı doğayı katlediyoruz. Kamu idaresinin ihmali olduğu kadar vatandaşın da var. "


Çevre Bakanı Veysel Eroğlu:

"Bu hakikaten bir tufan belirtisi. Buna ne Amerika’da ne Türkiye’de alınacak önlem yoktur. "

İstanbul Valisi Muammer Güler:

"Altyapıda bazı sorunlarımız yok değil, ama bu yağış çok güçlü altyapıların bile dayanamayacağı nitelikte. "


İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş:

"İnsanoğlunun doğayı hoyratça kullanmasının faturası. Buzullar erimeye başladı, ekolojik kıyametten bahsediliyor. "

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay:

"‘Silivri’den neredeyse Gebze’ye kadar bütün bu alanı İstanbul saymak da ne kadar tarihen doğru, ne kadar şehircilik açısından doğru?’ Bu sorgulanmalı. "


-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-


Selden sonra, seli gören, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü "Şiddetli Yağış ve Selden Korunma" başlığı altında sel esnasında yapılması gerekenleri halka duyurdu. Duyuruya göre yapılması gereken ancak cahil halk tarafından yapılmamış olanlar şunlardı:


1- Kulaklarınızı, gözlerinizi açın;


Son meteorolojik durumla ilgili güncel bilgiye sahip olun. Sel uyarılarını radyo ve TV'dan takip edin. Meteoroloji'den telefonla bilgi alın. Selleri tahmin etmek onları tetikleyen olayların türü ve doğasına bağlıdır.


2 - Unutmayın;


Kısa süreli yoğun yağış ani sele, uzun süreli yağışın nehirlerin taşmasına neden olacağını unutmayın.


3 -Hazırlıklı Olun;


Selden önce evde değerli eşya ve önemli belgeleri yüksek yerlere kaldırın. Varsa afet ilk yardım çantasını yanınıza alın. Zarara yol açabilecek ya da zarar görebilecek eşyaları içeri alın. Su kaynakları kirlenebileceğinden, yedek içme suyunuzun olduğundan emin olun Suyun evi terk ettiği her yerden içeri de girebileceğini hatırlayın. Kum torbaları temin edin.


4 - Aman Dikkat!!!


Selin kullanabileceği ark, hendek, vadi ve kanyon gibi yerlerden uzak durun, açık alandaysanız en yüksek cisim siz olmayacak şekilde tepeye çıkın. Sel sırasında "Güvende olun" Yüksek yerlere çıkın. Asla sel suyu içinde araba kullanmayın, ölümlerin %80'inin araç içinde olduğunu unutmayın. Aracınızı selden etkilenmeyecek bir yere çekin. Sel suyu, akıntı ya da nehirlerde yürümeye çalışmayın. Hızla akan 15-20 cm derinlikteki suyun bir insanı devirebileceğini akıldan çıkarmayın. Ev yada işyerinizi boşaltmanız gerekiyorsa elektrik, doğalgaz vb.. kapatın. Çok gerekli olmadıkça yolculuğa çıkmayın.

5 - Geçmiş olsun, Yarabbi Şükür;

Selden sonra "Tedbiri elden bırakmayın" Binalardaki yapısal hasarı kontrol edin. Karanlıktaysanız mum değil el feneri kullanın. Sel suyu ile temas etmiş bütün gıda malzemelerini konserve dahil atın.

YARIN

İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürü Mustafa Yıldırım, İstanbul açısından yağışların etkisini pazar günü kaybedeceğini söyledi. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, düzenlediği basın toplantısında Ankaralılara ilginç bir uyarı yaptı:


“Özellikle dere yataklarında oturanlar ve bodrum katlarında sık sık evini su basanlar bu 2 gün çok dikkatli olmalı. Gece yarısı aniden sağanak halinde gelebilecek yağmur ciddi sıkıntılar yaratabilir. Sel sularının geçeceği yerlerde bulunanlar, araçlarını dere yataklarına değil, yüksek yerlere park etsin.” diyen Sayın Gökçek, Ankaralılara sele uykuda yakalanmamalarını tavsiye ederek, “Eğer ciddi bir tehlike bekliyorlarsa bir üst katta komşuda falan kalmalarında fayda var” şeklinde konuştu.

VE DAİMA...

1999 depreminden sonra Türkiye'nin dört bir yanından deprem yöresine gıda, giysi, barınak yardımları gönderilemeye çalışıldı, bir çok vatandaşımız da işini gücünü bırakıp bu yöredeki zor durumdaki kurtulanlara yardım edebilmek için oraya gittiler. İnsaniyetin ölmediğini görmek olayın tüm acı verici boyutlarına rağmen hüzünlü bir mutluluk veriyordu insana.

İyilik sever insanların yanısıra bir çok fırsatçı da yaşadıkları şehirlerden yanlarına aldıkları ekmek, peynir ve şişe suyunu orada son derece fahiş fiyattan sattılar. Öte yandan organ mafyasının depremden sağ kurtulabilenler üzerinde son derece başarılı operasyonlar gerçekleştirdiği, cesetlerin ise asla bulunamadığı söylentileri yayıldı.

Yağma ve talanı yapanlar, insanlık dışı eylemleri gerçekleştirenler malesefe içimizde yaşıyor, felaket anında buraya ışınlanmıyorlar.

Resimde yardımsever, çalışkan, dürüst vatandaşlarımızı mutlu bir anlarında görüyoruz.

-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-

Canını seven tepelere çıksın ey aziz türk halkı!!!

8 Eylül 2009 Salı

Marika'nın Göz Yaşları

Bir varmış, bir yokmuş....

Marika isimli New York'ta yaşayan bir amerikan vatandaşı varmış. Annesi de, babası da dünyaya İstanbul'da gözlerini açmışlar. Marika'nın aile tarihinde bir leke varmış. Annesi ve babası ufacık bir çocukken doğdukları ülkeden, çıldırmış bir eylül ayında sürülüp Yunanistan'a gitmişler. Ana vatanlarında türkçeleştirilmiş soy isimlerini öz vatanlarının diline çevirmiş her ikisinin ailesi ama Yunanistan onları dışlamış hep başka topraklardan gelmiş yabancılar olarak görmüş. Marika'nın annesi de babası da aynı yollardan geçmiş öz vatanlarından da kendi kendilerini sürgün edip bu sefer Amerika Birleşik Devletlerine göçetmişler. Amerikan vatandaşı olmuşlar. Kader Marika'nın anne ve babasını bir kez İstanbul'da bir kez de Philedelphia'da karşılaştırmış. İkinci karşılaşamalarından sonra ayrılmamışlar.

Marika, dört kardeş'in en küçüğüymüş. Üniversiteyi bitirdikleri yaz dört kardeş, anne ve baba anavatan bildikleri ülkeye gelip gezmişler. Yüreklerinin bir köşesinde hep İstanbul'un kaldırımlarına konan kuşların sesi varmış. Edebiyata gönül vermiş Marika ilk romanını Türkiye'de yazmak için çıkmış yola. Iliadis ailesinin izlerini toparlamakla meşgulmüş İstanbul ve İzmir arasında.

Marika ve arkadaşları bir akşamüstü Miko'daymışlar, şarap içerken barda çalan müziğin yunanlı tınıları şaşırtmış onu. Hem ardından Kordonboyu Balıkçısı'na gitmişler aynı akşam. Yunanlıları denize döktükleri yerde Sezen Aksu konseri olacakmış bir kaç gün sonra. Sezen Aksu ile Haris Alexiu'nun beraber verdikleri konserler anılırken gözleri gülmüş. "Haris annemle babamın sevdiği bir şarkıcı biraz uzak bir müzik türü bana" demiş.

Beraber gülmüşler, anlatmışlar. Güzel bir geceymiş, serin bir Eylül akşamıymış. Hesabı ödeyip kalkarlarken Kordonboyu Balıkçısı'nın garsonu üç tane eski İzmir resmi hediye etmişler Marika'ya. Siyah beyaz resimlere bakarken gözlerinden yaşlar yuvarlanmış Marika'nın.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Haberlere Dikiz

Televizyon kanallarında haber bülteni adı altında izleyiciye yutturulanlardan bir tanesi bile haber niteliğinde değil. Sanki geri zekalıların beynine nakşetmek istercesine, sunucunun okuduğu saçmalığın arkasında mütemadiyen aynı görüntünün tekrarladığı laf salatası bunlar. Salatanın olağan yolculuğu mutfakta başlayıp, masaya uğradıktan sonra, sindirim organlarından geçip tuvalette son buluyor. Bunların halka layık gördüğü salata, yolculuğunun sonuna gelmiş salata. Daha haber diye okunmadan sindirilmiş pis kokulu imalatı vatandaşın üzerine bombardıman gibi okuyor da okuyorlar. Haber diye yutturulan pisliklerden Show TV haberlerine gülüyorum, sabah saatlerinde izleyicisini saygısızca hiçe sayan programı sunan kişi kesinlikle haber bölümünden derhal ayırılıp aynı kanalda bir komedyen yapılmalı. Türkiye'de olan biten gerçek gündeme dair yanılıp da bir haber kırıntısı önüne konulacak olsa elleri ile iki yandan masayı kavrayıp "asacaksın bunlardaan beş yüztanesini bak bir daha oluyor mu?" edası ile efeleniyor. Bazı kanalların sahipleri ya da ortakları gayrimenkul alanında büyük yatırımlar yapmışlar anlaşılan aylardır satamadılar yaptıkları evleri her haber bülteninde de reklam yapılmazz ki. RTÜK bu haber görünümlü reklamları sineye çekiyor. Ne güzel. RTÜK bizi ağıza götürülen sigara ve alkollü içki şişesi görüntülerinden, yolda yürürken arka planda gözüken marka görüntülerinden korusun. Haberin ortasında gizli reklammış kim ne karışır?

Bir de haberlerin ortasında alttan yazı geçiyor, çocuk istismarcıları hadım edilsin istiyorsanız evet, hadım edilmesin diyorsanız hayır yazıp XXXX'e mesaj gönderin diyor. Bu da komisyonlu bir iş, haber bülteni vatandaşa görüşünü sorup para kazanıyor bir yandan.

Yasalarda çocuk istismarcıları ile ilgili bir düzenleme yapmak üzere heyet kuruyorlar heyetin ortaya çıkardığı fikirlerin getirdiği nokta bu, hadım etmek, eğer diploması varsa onu iptal etmek. Çok iyi düşünmüşsünüz vatandaşı ıslah etmek seçeneklerinizin arasında olmasın mesleği varsa onu da alın elinden sokağa atın, beyinsizler sürüsü.

Ben en çok türk CNN'ine gülüyorum, orijinal CNN yöneticilerinin akalına gelmeyecek biçimde magazinsel bir hale büründü.

Ya halk haber sevmiyor ya da birileri halk olan bitenden haberdar olmasın diye haber bültenlerini haberlerle ilgisi olmayan laf bombardımanına dönüştürmeyi seçiyor.

5 Eylül 2009 Cumartesi

Kalça Mankeni

"The Taking of Pelham 1 2 3" yaz günlerinda kolay izlenen bir seyirlik. Sonlara doğru esas oyuncu Denzel Washington'un, karısı ile yaptığı, "film güzel bir macera oldu ama hanimiş bunun aile değerlerini yüceltelim" bölümü dışında filmin diğer bölümleri ile uyumsuz kaçmış başkaca bir bölüm yok. Denzel Washington bir tür rüşvet olayına karıştığı için metrodaki üst düzey görevinden alınıp bir kabine koyulmuş seyahat halindeki metro trenlerinde sorun varsa oturduu yerden makiniste ulaşarak durumu kurtarmakla görevlendirilmiş. Sürekli inkar ettiği rüşvet olayı açıklığa kavuşuncaya kadar kızağa alınmış yani. John Travolta'nın canlandırdığı karakter ve arkadaşları New York metrosunda bir aracı içindeki yolcular ile rehin alıp 1 saat içinde 10 milyun USD getirilmesini aksi takdirde süre bitiminde yolcularu 1 er dakika ara ile para getirilinceye kadar öldürmeye devam edecekler.

Filmin sonlarına doğru John Travolta'nın canlandırdığı karakterin ağzında Denzel Washington'un aldığı laflar ile çözümlemey ve kim olduğuna dair ipuçları elde etmeye başlıyorlar. Verdiği ipuçlarından biri de yıllar önce çok iyi para kazandığı bir dönemde bil "kalça mankeni" ile hafta sonu bir partiye katılmak üzere İzlanda'ya uçak ile gitmiş olmaları. Aniden "yahu filmde bir tane göğüs bir tane kalça bir çıplak vücut yok kalça mankeni ile bu açığı mı kapatacaklar acaba dedim" kendi kendime. Tabi filmin alt yazısını çevirenin uydurması zaten kalça mankeni diye bir şey yok. Türk seyircisini "tüm bir film boyunca metronun kapkara tünellerini seyrettiniz alın size birazdan istediğiniz kadar kalça göstereceğiz" hissiyatına büründürmeye ne hakkınız var? Ne güzel macera filmi izliyoruz. Travolta da, Washington'da kendi dillerinde kalça mankeni anlamına gelecek bir tek kelime etmiyorlarken üstelik nedir bu atmasyon? Çevirmeninizde sözlük mü kalmadı yoksa? Adamlar "elf model" diyor, yani elf gibi, dal gibi, zayıf, güzel, sapsarı saçlı anlamına geliyor dedikleri. Elf ne zamandan beri kalça oldu?

Aynı çevirmene yüzüklerin efendisini çevirtselerdi nasıl olurdu ama, orta dünyada kafanı ne taraf çevirsen karşına kalça çıkıyor, hem de triloji. Emmanuelle serisine dönerdi mübarek. Yazarının öbür dünyada gözleri, kulakları, ruhu şenlenir miydi onu bilmiyorum ama, Türkiye'deki "Yüzüklerin Efendisi" seyircisi izleyicisi sayısında patlama yaşanırdı.

Film dediğim gibi finaline doğru baş karakter ile eşinin yaptığı "eve gelirken 2 galon süt getir muhabbeti anında bir 30 saniye kadar bayıyor ki o kadar süre baymak baymak sayılmaz. İzlemesi kolay, kendine baktıran bir film işte.

Yüzüklerin Efendisi de nasıl bir filmdir, izleyenler merakla bekledi her sene bir sonraki bölümü n gösterime girmesini. Bir de o filmi izlerken ruhu sıkılanlar var, çok az sayıda ama, az ve de öz sayıda. Ben de aynı yönetmenin King Kong filmini izlerken sıkılmıştım hiç bitmeyecek sanmıştım ama bittiği için de az şükretmedim. Kadir kıymet bilirim, şükretmesini de bilirim. (Geyik başlatan sözler bunlar. Başladı mı bitmeyen sözler. Eyvah kısır döngüye giriyorum. Looplarsam biri bana gelsin... Ferhat Göçer senden de bu şarkından da nefreTH ediyorum lan)

Film konusu şöyle dursun, evdeki cdleri mp3 çevirip çevirip saklamaya cd leri de satmaya karar verdim vereli. Türk müziğinin neden doğru düzgün bir adım ileri gidemediğini neden adam gibi bir arşivimizin olmadığını, cd lere ilk geçildiği yıllarda en dandik avrupa ülkesi bile eski albümlerini cd ortamına aktarmışken bizimkilerin daha yeni yeni, arada 30 yıl fark var dikkatinizi çekerim farkettim. 1990 lı yıllardan itibaren günümüze kadar olan türkiye baskısı cdlerde tarih yok. Bir kaç tane albümün istisnası var, bir kaç albümün ismi seneyi barındırıyor, bir ara bandrollere yılı belirten bir kaç işaret koymuşlar o kadar. Bu müzik işine yıllarını vermiş adamlar bu kadar mı kalın kafalı olur? Yazsana albümün bir tarafına yapıldığı seneyi. Albümün başrolündeki Jön/artiz/şantöz sereserpe poz vermiş yedi düveline, kuaförüne, ayağına deniz kestanesi battığı vakit pansuman yapan eczacı yamağına kadar teşekkürle donatmış cdyi bir tane sene/yıl/tarih işareti yok. Çok arşivlersiniz müziğinizi. Demedi demeyin sonra.

Kıllanan adam modumdayım anlaşıldı.

CD ve tabi daha önceden kaset. Ürünleri ambalajlamasını icad edenler bu icadın türklerin eline geçeceğini hesaba katmamışlar tabi daha bir çok icad gibi. Cdleri bir jelatinliyorlar, açmak için belli bir teknik geliştirmezseniz çok uğraşır zor açabilirsiniz. CD elinizde ambalajlı vaziyette siz açamadığınız için üstünde zıplayarak sinir krizi geçirirsiniz rahatlıkla.

Bir de dışını kartondan yapmanın maliyeti düşürdüğünü keşfetti ya Ercan Saatçi tipli uyanıklar, o kadar kalitesiz mi olur bir cdnin zarfı? Hiç mi yabancı örneklerini alıp bakmadınız elinize? Hiç mi Avrupa, Amerika görmediniz? Oralara kendi sektörünüzle ilgili araştırma yapmak üzere giden bakan peşine it sürüsü gibi takılmadınız? Gittiniz gitmesine de heyetçe otele odalarına kapanıp bedava sandığınız porno kanallarını izlemekle geçti inceleme gezileriniz. Bir insan kendi mesleği ile ilgili kafa patlatır ya.. Nedir bu çektiğimiz sizin gibi zevksiz, köy kurnazı müzik prodüktörlerinden çektiğimiz, müziğin kalitesine değinmedim bakınız ben dış görüünüşle ilgili ve yüzeyselim şimdilik.





Konu ile ilgisi olsun diye kalça mankeni resmi aradım ama bulamadım onun yerine bunları buldum, bu ayakkabılar nasıl bir engizisyon eziyetidir ya? Daha da kıllanmayacağım. Söz.

2 Eylül 2009 Çarşamba

Davulun Sesi

Ramazan geldi mi davul sesi kabusum olur. Duyacağım diye gerim gerim gerilirim. Yedi saatten az uyuma ihtimali bende bir tür fobi. Ya davullar çalar ben de duyar uyanır sonra bir daha uyuyamazsam diye irkim irkim irkilirim. Bu sene şu ana kadar davul sesi duymadım. Rahat rahat uyumuşum.

Seneler önce Üç Kuyular'da oturan bir arkadaşım ve eşi anlatmıştı; Ramazan ayında henüz pencerelerin açık uyunduğu bir dönemde, davulcu bunların evinin arka tarafında bulunan parkta uyuyan köpeklerin yanından geçerken köpekler sinirlenip havlamaya başlıyorlar. Davulcu kaçayım diyor kaçamıyor ancak köpeklerin derdi davulcuyla değil davulla. Gürültüyü çıkarıp onları kahreden objeye dişlerini geçiriveriyorlar. Arkadaşım ve eşi yeminler ediyor davulun derisine geçen dişin sesi yankılandı evlerin beton gövdelerinde diyorlar. Arkadaşlarım dört sene daha o evde oturdu ve davulcu bir daha parkın oradan geçmemiş.

Eşrefpaşa semtinde bir adam davulcuya sinir olmuş "geçme buradan bir daha demiş" ama dinletememiş, sonunda salı sabahı saat üçbuçuk sularında davulcu evinin önünden geçerken almış pompalı tüfeği, çıkmış balkona, nişan almış ve adamcağızı yaralamış. Hiç tasvip edilir yanı yok elbette, bir insana saldıracak kadar gürültüye karşı koyamamak tahammülsüzlükte gelinen son noktalardan biri olmalı.

Ramazanlar oldukça davulcular da olacak memleketimizde elbette, ta ki arapların günde beş vakit ezan okuyan saat icat etmeleri gibi, davul sesi çıkartan saati keşfetmelerine kadar.

Davul ile ilgili şu karikatürü pek bir beğendim. Az dursun şurada...

Radyo Devri Çocukları

Radyo devri çocuklarının Djleri yoktu. Radyolardan anlamsız sesler çıkmaz, geri zekalı olduğunun farkında olmayıp bilakis çok konuşursa zeki olduğunun sanılacağını zanneden bulanık su kurnazlarının eline mikrofon tutuşturulmazdı. Ardarda dizildiği zaman paragraf oluşturacak anlamlı sözler dökülürdü sunucuların ağızlarından.

Hafta içi, saat on da, her gün mutlaka "Arkası Yarın" olurdu. 20 dakika süren bu program yerli veya yabancı edebiyat eserlerinin türkçeye uyarlanmış beş veya on günü aşmayacak bir zaman dilimine uyarlanmış halleriydi. Kapı mı çalıyor "tak tak"kapı sesi, at mı koşturuyor "şakk şakk şakk" nal şakırtısı, "öhö öhö" öksürük, "gırrrç" esrarengiz kapının açılışı, "hışır hışır" Munise'nin tafta tuniğinin yürüken çıkardığı sesleri duyardınız. Bu efektleri yapan kimsenin adı programın başında karakterleri seslendiren tiyatro oyuncularının isimlerinden hemen sonra anons edilirdi. Konu ile pek bir uyumlu olan tema müziğinin üzerinde anons duyulurdu, davudi bir ses şöyle derdi "Efekt, Ertuğrul İmer". Pazartesi başlayan radyofonik oyuna kaptırdınız mı her gün saatleri iple çekerdiniz, "Monte Kristo Kontu bugün ne yapacak?", "Vronski Anna Karenina'yı terk mi edecek?", "Arsen Lüpen aslında kim?", "Therese Raquin'in hali ne olacak", "Reşat Nuri Güntekin'in Huzur'u nasıl bitecek", "Kamuran Çalıkuşu'na kavuşabilecek mi?", "Hasat zamanındaki çifti linç edecekler mi?" sorularına bir bilemediniz iki hafta kadar yanıt arardınız.

Radyo tiyatrosunun yanı sıra her akşamüstü saat 18:00 de "Çocuk Bahçesi"nde türlü macera içere bir tür çocuk radyosu vardı. Benim en unutamadığım ise iki kez dinlemiş olamam rağmen her seferinde bir sebepten son bölümünü dinleyemediğim "Kırık Anahtar" isimli bir macera olmuştu. Miami'de dönen bir entrikayı aydınlatan bir çocuk vardı. Gözlerimi kapayıp dinlerken Miami'de palmiye ağaçlarının altından geçip bataklıkta esrarengiz kırık anahtarı aradığımı hayl ederdim. Flüt ve gitarın birbirine karıştığı gerilimi arttırmaya hizmet eden güzel bir melodisi vardı.

İlkokul yıllarımda ise sabahçıysam saat 16, öğlenci isem saat 11 de başlayan okul radyolarında dramatize edilmiş dersleri dinlerdim. Bu derslerden en çok yabancı dil bölümleri hoşuma giderdi. "İngilizce dil bilgisi"ni kaçırmaz kargacık burgacık el yazımla kendi kendime ingilizce öprenmeye çalışırdım.

Çarşamba akşamları saat dokuz sularında ise 1 saat süren radyo tiyatrosunu dinlemey çalışırdım. Transistörlü radyoyu kulağıma yapıştırır TVye bakmaktansa küçücük kutunun içinden kulağıma fısıldayan sesleri dinlemek nedense daha cazip gelirdi. Bu radyo tiyatrolarında bazen bir roman, bazen de o dönem popüler olmuş bir film uyarlaması dinleyiciye sunulurdu. "Rüzgar" isimli bölümü unutamıyorum. Güya ölüm istediği zaman bir rüzgar olup gözüne kestirdiği kimsenin peşine düşüyor ve rüzgarı giremiyeceği anahtar deliği, pencere kenarı, duvar yarığı olmadığı için ne yapıp ne edip, esip tozu dumana katıp istediği insanı kendi yanına çekip alıyordu. Elektirk kesintisine denk gelmiş bir karanlık İstanbul gecesinde dinlediğim bu temsil, her rüzgarlı gece aklıma gelir oldu yıllar boyunca.
Çok değil bir kaç sene öncesine kadar her gece saat 10:15 te klasik romanlar okunurdu. Bir başlar aynı romanı haftalarc satır satır okur bitirilerdi. İnat edip "Budenbrook Ailesi"nin hazin öyküsünü kaydetmişim soksanlık kasetlere.
Bir de cumartesi akşamüstleri yayınlanan "Dilek Kutusu" vardı. Klasik müzik tutkunlarının da klasik müziğe yeni yeni ilgi duymaya başlamışların da her hafta aynı saatte, 17:00 de radyolarının yanına koşmalarına sebep olurdu. Sinyal müziği Beethoven'ın Dördüncü Senfonisinin giriş bölümünden alınmıştı. Programı hazırlayıp sunan Nevin Uluçam'ın ismi hafızamda yer etmiş. Tuhaf bir öğretmen edası taşıyan sesi ile Nevin Hanım özenle hazırlandığı belli olan; biraz sonra çalınacak esere ve bestecisine ilişkin bilgilerin yanısıra, o dönem dünyada yaşananlar, bestecinin o eserini üretirken içinde bulunduğu ruh haline ilişkin ipuçlarını dinleyicisine aktarırdı. Müzik başlamadan önce istekte bulunanların isimlerini okurdu. Kimbilir kaç ay önce Nevin Hanım'a gönderilmiş mektupları ile sadık dinleyicilerinin paylaşımlarıydı o dilekler. "Az sonraki eseri istekte bulunan; Edirne'den Nadire Hanım, Çanakkale'de Fikret Bey ve Bursa'dan Talat Bey ile tüm dinleyicilerimizi için çalıyoruz" derdi mesafeli sesi ile Nevin Hanım. Bir çok insana klasik müziğe ilişkin genel kültür düzeyinde bilgi kazandırmış, onların müziği sevmesine neden olmuştur iddiasındayım. Program sessiz sedasız sona erdi.
Bir de her öğlen saat 13:00 de ana haber bülteni okunurdu. Davudi bir ses evin büyük radyosunun iri gövdesinde en bas hali ile yankılanırdı. Evdeki yaşlılar pür dikkat kesilir, gazeteler katlanıp sehpanın üzerine konulur, onun üzerine okuma gözlükleri bırakılır. Tıkırtı çıksa büyükler "şşşşş" derlerdi. Dünya durur, haberler okunur, biz küçükleri as sonra oturulacak öğlen sofrasındaki kızarmış köftelerin heyecanı kaplardı.


Bütün bunlar top yekûn geçmişte kaldı, geçmişe mazi dendiği oldu. Kısa bir düre önce arkası yarın hayata Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı"sı ile tekrar geçirildi. Eski bölümlerini ise TRT den satın alan bir radyo kanalı yayınlamaya başladı.