30 Ekim 2009 Cuma

Maddesel Olmayan Varlık mı? Dinlen Dinlen Kaç

Domuz gribi korkusundan sokağa çıkamaz olduk. Anadili ingilizce olanların deyimi ile çok kısa zamanda bir "couch potato"ya dönüşme riskinden beni koruyacak tek şey ise kanepeden kalkmamı sağlayacak sıkı bir korku filmi. Korku filmlerinde de Star TV'nin hayatımıza soktuğu saçmasapan terim ile ifade edecek olursam "maadesel olmayan varlıklar" beni hayli irkiltegelir nedense. Ben böylesi bir korku filmi ararken beklediğim sıkı korku filmi meğer 2007 yılında çekilmiş bile. Bir kaç festivalde boy göstermiş ancak, gösterime girme şansı bulamamış, yönetmeni kapı kapı dolaşıp filmini dağıtacak bir baba stüdyo bulmasa haberimiz olmadan unutulup gidecek bir filmmiş.
Senaryoyu yazan ve filmi yöneten Oren Peli, Oyuncular aynı zamanda filmin büyük bölümünü elde kamera, çeken Katie Featherston ve Micah Sloat. Blair Witch Project, Rec, Cloverfield, Quarantine ve Diary of the Dead'den sonra yine bir amatör kamera ile çekilmiş süsü verilmiş bir film ile karşıkarşıyayız. 15.000 USD'nı aşmayan bu film bir haftada, filmde önemli rolü olan dublex, bahçeli, havuzlu bir evde çekilmiş. Filmin üç ayrı sonu var, ilk gösterildiğindeki son fazlası ile kanlı ve akılda çok soru işareti bırakıyor, sanırım bu sebeple katıldığı festivallere ve bir kaç gösterim şansı bulduğunda ikinci son ile gösterilmiş. Direktör Oren Peli yılmamış filmini gösterime sokabilmek için neredeyse 3 yılı bulan bir süre uğraşmış ve sonunda Dreamworks'e ve Steven Spielberg'e ulaşabilmiş. Steven Bey filmi izlemiş, dokunulmamış haline rağmen filmdeki potansiyeli görüp seyirci yüzü görmemiş sayılabilecek bu filmi yeniden çekmeye karar vermiş. Ancak yeniden yazmaya girişmeden önce filmin ikinci finalini beğenmemiş ve eldeki malzemeden son bir final oluşturmuş. Kurgulamış demiyorum çünkü film uzun planlardan oluşuyor. Özellikle finalde kamera sabit hiç bir yere kıpırdamıyor. Üçüncü finali ile film için bir deneme gösterimi yapılmış ve alınan tepkiler çok olumlu olunca yeniden çevrim planı rafa kaldırılmış ve Paranormal Activity 16 Ekim 2009 tarihinde seyircisine kavuşmuş. Amerika'da bindokuzyüz küsur salonda gişe rekorları kırarak gösterime girmiş. Imbd'de filme filmi oylayan 13025 kişinin oluşturduğu rating şu anda 7,4 seviyelerinde.
Filmin öyküsü; Micah ve Katie henüz yeni beraber yaşamaya başlamış genç bir çift. Micah evde geçen her anlarını video kamera ile kayıt altına almaya meraklı. Evdeki ilk gecelerinden itibaren Katie tuhaf sesler duyarak uykusundan fırlıyor, bazen kulağının dibinde bir ses adını fısıldıyor bazen alt katta bir tıkırtı oluyor. Bunun üzerine Micah evdeki 24 saati kameraya almaya başlıyor. Geceleri kamera yatak odasında kamera ayaklığının üzerine sabitlenip tüm odayı görüntülüyor. Evlerini bilinmeyen bir güç ile paylaşmakta olduklarını düşünerek tedirginleşmeye başlayan çift doğa üstü güçler konusunda tanınmış bir medyumu evlerine davet ediyor.
Dikkat bundan sonrası filmin büyük bölümünü anlatıyor yani feci biçimde spoiler içeriyor, filmi izlemeyi düşünenler okumasın lütfen.
Medyum, Katie'nin 13 yaşında iken evlerinin yanmasından beri görünmeyen bir varlık tarafından ziyaret edildiğini öğreniyor. Böyle güçlerin olduğunu, bunların iyi ya da kötü huylu olabildiklerini ama ne yaparlarsa yapsınlar onlarla asla iletişim kurmaya çalışmamalarını. İletişim kurarlarsa ve kötü niyetli ise öbür dünya ile aralarında bir daha asla kapatamayacakları bir kapıyı açacaklarını ve ondan sonra başlarına çok kötü olaylar geleceğini söylüyor. Özellikle ruh çağırma tahtalarındani ruh çağırma seanslarından uzak durmalarını hatta denemeyi asla kalkışmamalarını önerip gidiyor.
Bu ziyaretten sonra video kamera, yatak odalarında tuhaf hareketler kaydediyor. Gece yarısından sonra yatak odası kapısı aralanıp kapanıyor, aşağıdan sesler geliyor. Uyanıp alt kata indiklerinde avizenin sallandığını görüyorlar. Uykularında yatak örtüsünün altından bir hava akımı girip Katie'nin ayağını tutuyor, yatak odası kapısında ayakta duran bir varlığın gölgesi izlenebiliyor, üst kattaki diğer odanın ışığı yanıp sönüyor. Bütün bunlar çiftin sinirlerini iyice bozuyor. Kameranın her anlarını kaydetmesi kadının sinirlerini bozuyor ve Katie Micah ile kavga ediyor.
Her gece ayrı bir tuhaflığın kaydedilmesi ile bir yere varılamadığını gören Micah bir arkadaşından ruh çağırma tahtasını ödünç alıyor. Tahtayı gören Katie evi terkediyor. Çift evi terkedince ruh çağırma tahtasının üzerindeki işaret tahtası harflerin üzerinde hızla hareket edip bir şeyle yazıyor. Ve ardından tahtanın yüzeyi alev alıyor. Saatler sonra eve geri dönen çift o gece merdivenlere, koridora ve yatak odası kapısına un serpiyorlar. Aniden bir sesle uyandıklarında ışıkları yakıp odalarında üç parmaklı bir ayağa benzeyen nesnenin braktığı izleri görüyorlar. İzler onları tavanarasına açılan bölmeye götürüyor. Micah tavanarasında üç parmaklı ayağa benzeyen yanmış bir eski fotoğraf buluyor. Resim Katie'nin 13 yaşındaki halini gösteriyor. Aile fertlerini arayan Katie küçüklüğünde yaşadıkları yangından bir tek eşyalarını bile kurtaramadıklarını o resmin de yanmış olduğunu öğreniyor.
Ruh çağırma tahtasının eve girmesinden sonra varlık daha sinirli bir hal alıyor. Ertesi gece kapıyı çarpıp arkasından tekmeler atıyor. İnternette bir araştırma yaptıklarında 1963 yılında bir kızın ruhuna şeytan girdiği öğreniyorlar, kızın internetteki ürkütücü görüntülerinden bu durumdaki kurbanların ne kadar tehlikeli olabildiklerini görüyorlar.
Ertesi gece merdivenlerden öfke ile çıkan adımları duyuyoruz, merdivenlerden çıkıp odaya giriyor ve Katie'yi yataktan çekip ayaklarından sürüklemeye başlıyor. Katie'nin çığlıklarına uyanan Micah diğer odaya koşup kadını geriye alıyor. Alt kata iniyorlar, Katie'nin sırtında bir ısırık izi var. Daha sonra bacağında da bir ısırık izi oluşuyor. Katie yatağına dönüyor ve evden taşınmayı düşünmelerinin gereksiz olduğunu söylemeye başlıyor. Takip eden gece Micah buldukları yanık resmi şöminede yakıor. Katie gece yarısını bir kaç saat geçe uyanıyor bir saati aşkın süre kıpırdamadan durup Micah'a bakıyor. Sonra aşağıya iniyor, derken Katie'nin çığlıklarını duyuyoruz. Micah koşarak yanına iniyor, olan biteni görmüyoruz seslerden anladığımız kadarı ile dövüşüyorlar. Birisi ölüyor. Merdivenleri çıkan ayak sesini duyuyoruz. Katie yatak odasına giriyor, üstü başı kan içinde ve elinde büyük, kanlı bir bıçak var.
İlk final: Katie kameraya yüzünde çılgınca bir gülümseme ile yaklaşıyor. Gözlerini dikip aniden bıçağı kendi boğazına sokup yere düşüyor.
İkinci final: Katie yatağın ayak kısmına yakın, yere oturup saaterce sallanıyor. Ertesi gün akşamüstü telefona mesajlar nırakılıyor. Akşam dokuz gibi Katie'nin yakın arkadaşı eve giriyor, mutfakta ceset görünce kaçıyor. Yarım saat sonra eve giren polisin sesini duyuyoruz. Polis üst kata çıkıyor, Katie'yi görüyor. Kadın elinde bıçakla polislere doğru yürüyor, "Micah nerede?" diye soruyor. Polis bir kaç el ateş ederek kadını vuruyor.
Sinema finali: Çift döğüşüyor ve Katie Micah'ı bıçaklayarak öldürüyor.
Ağır başlayıp, yavaş ilerleyen ama yavaş yavaş yarattığı korku dolu dünyanın içine çeken bir film. Gece, yatak odası çekimleri sıkıcı olabilecekken hızlı ilerlemelerle ilginç hale getirilmiş. Bir korku filmi şaheseri değil ama seyiriciye verdiği ufak bilgi kırıntıları ile gerilimi tırmandırmayı başarmış bir film. Ben holywood sonunu değil de ikinci finali olanı baştan sona izledim. Film bu hali ile daha güzel bence, diğer tam bekleneni veriyor.
Micah ve Katie beraber yaşamaya başlayıp paranormal aktivitelere şahit olmadan önce, mutlu günlerinde.

29 Ekim 2009 Perşembe

Atatürk'ün Sözleri

Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi

Ey Türk Gençliği!


Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.


Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.


Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Mustafa Kemal Atatürk20 Ekim 1927

Cumhuriyet Bayramı'mız kutlu olsun.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Pazar

Ortaokul ve liseyi yatılı okumuş olanlar için hayatlarının sonuna kadar kasvetli ve hüzünlü ve özlem dolu gündür.

Yatılı okuyan çocuk her pazar öğleden sonrası, elinde çantası, içinde temiz çamaşırları, kitapları, biraz kurabiye veya börek ya da çerez okulun yolunu tutar. Aklı evdedir, pazar akşamı evde olmayı bilmez, kapıdan dışarıya adım atar atmaz evini özler. Bu özlem bir ömür bırakmaz yakasını.
Öte yandan yatılı okulda okumanın eğlenceli yönleri çok fazladır. Oyun oynamak, derslerden kaytarmak için yanınıza her zaman en az bir kişi bulmanız mümkündür. Dersten kaytararak atıldığınız her macerayı sizden başka hatırlayacak bir anı arkadaşınızın olması demektir bu.
Ben pazarları okula doğru olan yolculuklarımı hep birer serüven gibi yaşamak isterdim. Aynı sokakta benden bir üst sınıfa giden bir arkadaş vardı. O otobüse atlar, Taksim'de bir otobüs değişikliği ile okulunun dibine kadar varırdı en güvenli yoldan. Ben ise yağmura, kara bakmaz güvenli yolu seçmezdim. Dolmuş, otobüs, tren gibi farklı araçları değiştire değiştire deniz kenarına gelir oradan vapura biner Moda'ya varırdım.
Özellikle kış aylarında ggüneşin batmasına yakın saatlerde, vapur güvertesinde olmaktan, şehrin belirmeye başlayan ışıklarına, gökyüzüne bakarak seyahat etmeyi severdim. Rüzgarın serinlikten, soğuğa değişsen ısı farklarını yüzümde hissetmek bana büyük haz verirdi.
Pazar gecelerinin etüd saatleri eğlenceli olurdu. Dolambaçlı yollardan, hüzün içinde geçerken, vardığım yerde beni pazar etüdünün eğlence dolu saatlerinin beklediğini bilirdim.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Daha Çoooook Varrrr....

Bugün benim doğum günüm. Daha babamın öldüğü yaşa gelmeme çok zaman var. O vakite kadar buraları sular basmış olur. Tam bu saatte doğmuşum işte. Sabahın köründe, gece yarısını az bi geçe. 02:15'te.

18 Ekim 2009 Pazar

Günlerden Bir Gün

Böyle bir gündü buraya ilk yazdığım gün de. Aynı, ne soğuk ne de sıcak ekim günü. Bir müddet dolaşmıştım blogspot/blogger da, sonra tıpkı bugün gibi onsekiz ekim günü ilk yazımı yazmış Vladimir'i takdim etmiştim. Nedir bu yıldönümü takıklığı onu bilmiyorum. Bir müddettir tarihleri tekrar eder oldum.
Blog, yazma antrenmanı yapılan bir yer oldu belki. Bazen yorumlara cevaplar yazıyorum bazen hiç yazmıyorum. Bazen yazı yazasım bile olmuyor bzen çok fazla yazacak gibi olup kendimi dizginliyorum.
Sonra "hiç farketmeden iki yıl geçmiş bile" diyorum. Kaplumbağa hızı ile yazılar yazılmış burada ama yazarken ne kadar çabuk geçmiş zaman. Ne kadar çabuk geçiyor hep.
Şu resimdeki kaplumbağa kadar yavaş ve bir o kadar hızlı.


16 Ekim 2009 Cuma

Zorbahar

Oğlunun kompozisyon ödevine yardım etmeliydi, çocuk acele ediyordu, sigarasını söndürdü, yanına gitti, çala kalem doldurulmuş sayfaya uzandı, okudu. Sonbaharı anlatın, demişti öğretmen. Çocuk üsteledi, kadın beyaz bir sayfa çekti önüne, oğlan "Ben matematik ödevini yapayım, sen de sonbaharı yaz" dedi ve gitti.


Kadın pencereden dışarıya, ağaçlara baktı, ağaçların gerisindeki istasyon binalarına atladı gözleri, sonra daha da ilerilere, kızıllaşan ormana daldı. "Yapraklar ait oldukları yere dönüyor, yolcular gibi, göçmen kuşlar gibi!" diye yazdı. Çocuğun dili değildi bu. Sıkıldı. Bir sigara yaktı, sonra kalktı odanın camını açtı. İstasyona bir tren girdi. Rüzgar çıktı, ağaçlar sarsalandı, uzak tepelere bulutlar çöktü. "Yazın ilk günlerinde gittiğimiz denizden topladığımız kabuklar, kurumuş deniz kestaneleri, renkli taşlara bakıyor ve sonbaharı sevmiyorum. Çünkü...." Cümleyi tamamlayamadı. Kalktı bir çay koydu kendine. Çocuk parmak hesabıyla ödevini yapmaya çalışıyor, rakamlarla boğuşuyordu. Yeni bir kağıt çekti önüne. İki gün önce yüklükten çıkarıp çocuğun yatağına serdiği battaniyeye takıldı gözü. "Annem dün yatağıma yün battaniyeyi serdiğinde ona sebebini sordum, annem dedi ki artık havalar serinliyor, sonbahar geldi. . . " Yağmur tepelerden inip açık pencereden içeriye damladı, kalktı pencereyi kapattı, önündeki kağıdı buruşturup attı.


"Sonbahar benim hayatımdır. Otuz altı yaşımda üç çocuklu, taşralı bir kadının penceresinden gördüğü istasyon binasıdır sonbahar. Uzayan ve sararmış otlara karışan raylar bahar memleketlerine gider, ben gidemem. Sonbahar lavabodaki kirli bulaşıktır. Sessiz akşam yemeklerinden sonra televizyonun karşısında ne beklediğini bilmeden saatler geçirmektir ve geceleri aniden yatağımda uyandığımda yanımdaki hırıltıdan ürkerek salona kaçmaktır. Sonbahar gece yarıları geçen trenlerdir, tren pencerelerinden gördüğüm gölgelerden biri olmayı istemektir. Sonbahar, trenler geçip gittikten sonra sabah ezanlarına kadar avunmak için karıştırılan fotoğraf albümleridir. Sonbahar içine onca şey doldurduğum büfemdir, büfedeki yıllardır açılmamış içki şişeleridir, vazolardaki plastik çiçekler, taksitle alınmış ansiklopedilerdir. Sonbahar kayınpederimin salon duvarına asılı fotoğrafıdır. Sonbahar kasabanın tek kadın terzisinin vitrinindeki pullu payetli elbisedir, yılda bir kere gidebildiğim berberin aynasında yılda bir kere güzel görünmektir. Sonbahar komşu günlerinde misafirlerle karşılıklı göbek atmaktır. Sonbahar budur benim için; bahar da, yaz da, kış da hep böyledir, bir de. . . " Çocuğun dokunmasıyla, kağıdı örtmesi bir oldu. "Bitti mi anne, yazdın mı?" diye sordu çocuk. Kadın "Şimdi bitiyor, merak etme" dedi. "İyi öyleyse ben çıkıp biraz oynayayım. . ." Kadın yeni bir sayfaya geçti.


"Sonbahar bir mevsimdir. Yazdan sonra gelir. Yapraklar dökülür. Yağmur yağar. Havalar soğur. Sobalar yanar. Kuşlar göç eder. Karıncalar, kaplumbağalar kış uykusuna yatar. Elma, ayva, nar gibi meyvalar sonbaharın habercisidir ....."


İstasyona giren trene bakmak için başını sayfadan kaldırdı. Trenin penceresinden kasabaya bakan yolcunun yerinde olmak istedi. Aşağıdan bağıran çocuğun sesini işitti "Anne topumu atar mısın?.."


Kadının durup dururken pencereden kendini niye attığını kimse anlamadı.


Haftalar sonra çocuk, sonbahar kompozisyonundan yıldızlı pekiyi aldı.


---------------


Semih Kaplanoğlu 1996-1999 yılları arasında Radikal gazetesinde yazılar yazdı. Yukarıdaki "Zorbahar" onun yazılarından bir tanesi. Yazılarında filmlerden kareler sundu okurlarına. Sonra kafasındaki filmleri çekebilmek için dizi film yönetmenliği yapıp para biriktirdi. Herkes kendi evinde, Meleğin düşüşü, Yumurta ve Süt'ü çekti. Filmlerinde yaşamlardan kesitler sundu bize. Yazdıkları da, yaptığı filmler de çok yaşamın içinden, çok tanıdık geldi bizlere.


Onun yazdıklarını okumak isterseniz bir kısmı aşağıda yer alıyor. Gönül istiyor ki, satırlarında sinema aşkı gizli bu adamın yazıları bir kitapta toplansın.


















Onun yazdıklarının peşine düşmek ise keyifli bir yolculuk, denemeye değer.

13 Ekim 2009 Salı

Hayatım Klip Olsa

Yaz Bitti. Yazın, teknik olarak bittiğini epeydir biliyordum. Ancak bu sabah, yatak odası kapısından çıkıp holde ilerlemeye başladığımda yüzüme çarpan kendi rüzgarımın serinliği ile kesinkes bittiğine karar verdim. Böyle de hassasım işte. Kendi yürüyüşümün hızı ile yarattığım hava akımının derecesindeki en ufak değişikliğine bile duyarsız kalamıyorum. Belki biraz daha hızlı yürüsem, yarattığım rüzgar ile duvardaki tablolar havalanıp, havalanıp tekrar duvara vuracak, pencerelerdeki perdeler sanki Stevie Nicks video kliplerindeki gibi uçuşarak yüzüme çarpacaktı. Allah'tan sabahları o denli hızlı olmuyorum. Yoksa hayatımın bir video klip kadar anlam kazanması işten değil.
Aslında hayatımı bir video klip gibi yaşamak isterim, ama bir şartım var türk video klibi olmak istemiyorum. Bir Emrah videosuna dönmek ya da ne bileyim uyuz, popçulardan birisinin klibine hapis olup kalmak da imkan dahilinde. En son çıkanlardan sinir bir tip var Tarkan'a Tarkan'dan sonra en çok benzeyen tip ünvanı yapıştırdılar buna, ismi lazım değil. Öğrenesiye kadar unutulur gider zaten.
Yaz bitti işte. Halbuki sıcaklardan bunalmaya bile daha yeni yeni alışır olmuştum. Grip aşısı olduğumu haber aldılar kışı getirdiler kesin. Koridoru kafamda bu düşünceler ile aşıvermişim. Hızlı yürüdüğümden daha da hızlı, hızla ve saçmasapan düşünme yeteneğim de var, daha ne isterim. Dört adımlık yerde bunların geçmesi tuvalette geçecek zamanımın binbir boş fikir ile dolu geçeceğinin müjdesini verdi bana.
Banyo kapısını arkamdan kapatıp, kendimi komple biçimde kendi kendimle başbaşa bıraktıktan sonra geçirdiğim ilk 25 saniyede olan ve biteni bir sır olarak kendime saklıyorum. Şu dünya döndükçe bu sır, o banyo ile benim aramda kalacak.
Sır dolu o andan sonra sifonu çektim. Sifonu çekerken daha bir kaç gün önce çok önemli bir bücürün, "Yaz bitmeden şunu şunu da Ekim ayına yetiştireceğiz söz verdiğimiz gibi" teranesi beynimde yankılandı. Aniden sinirlendim, elim titredi, traş olurken bir yanımı kesmekten ürktüm. Elektrikli traş makinesi ile traş olacağımı hatırlayınca afyonum patladı, ürkmem geçti.
Yaz bitti ya bu yazın en güzel pop şarkıları neydi acaba diye bir liste yapayım dedim kendi kendime.
Bence bu yazın en güzel pop şarkıları şunlardı:
1 - Sertab Erener, Bu böyle
2 - Sezen Aksu, Pardon
3 - Mustafa Sandal, En Büyük Hikaye
EN fazla üç tane geliyor aklıma. Bu şarkıların kalıcı olacağını düşünüyorum, onun dışında bu sene çıkmış şarkılar unutulacak üzgünüm.
Sertab'ın şarkısı çok iyi, Pardon ise onun kadar olmasa bile iyi. Mustafa Sandal'ın şarkısı pek fazla insana ulaşamadı sanırım ama iyi şarkı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Adam birbirinin benzeri onca şarkıdan sonra nihayet güzel bir, romantik, usul usul, yavaş şarkıya imzasını atabildi.
Yaz bitti işte. Hayatım bir video klip olsa hangi klip gibi olsun isterdim diye düşünüyorum deminden beri. Buldum buldum buldum: Kate Bush, Cloudbusting olsun. Bugünkü gibi yağmurlu bir hava, hafif kasvetli ama hafif de olsa umutla dolu olduğu hissediliyor.

12 Ekim 2009 Pazartesi

1 Aşı, 4 Film, 1 Adres Tarifi, 1 Haftasonu

Cuma grip aşısı oldum nihayet. Aşının tesiri ile kendimden geçmişim. Yarı hasta, yarı değil, TV karşısında geçti Cuma gecem ve Cumartesi'm. Neler izledim neler.
Öncelikle aylardır bir kenarda bekleyen "Lesbian Vampire Killers" umduğum gibi çıkmadı, iyi başladı ama vasat bir korku komedi filmi olmuş. Görüntü ile eşleştirilmiş ses efektlerinde abartıya kaçmışlar. Üzerlerindeki lanet sebebi ile 18 yaşına girdiği gün aynı anda hem lezbiyen hem de vampire dönüşen köyün genç kızları yeterince korkutmuyor/güldürmüyor. Baş karakterler de fazla hödük, empati kuramadım, sempati duyamadım, ölsünler diye bir lanet de ben okudum.
"The Heart is a Lonely Hunter" ise mevsimlerdir bir kenarda bekliyordu. Carson McCullers'ın bize "Yalnız Bir Avcıdır Yürek" ismi ile kazandırılan kitabından 1968'de uyarlanmış bir film. Oyunculuk, senaryo mükemmele yakın. Şimdiye kadar izlediğim en iyi roman uyarlaması, hatta bir kitaptan uyarlanıp da kitaptan iyi olmayı başarmış yegane film diyebilirim. Daha önce seyretmediğime hayıflandım.
Hayıflanmak??? Hayıflandım, hayıflandın, hayıflandı, hayıflandık, hayıflandınız, hayıflandılar. Neyse hayıflanmayı burada keselim. Orphan'ı izlemeyen kaldı mı bilmem, ben de izlediğime göre kalmamıştır. Bir iki minik detay dışında ikna olunmayacak bir öyküsü yok. İyi kotarılmış bir gerilim "kordela"sı. Sıradan bir şeytan ruhlu minik çocuk hikayesi olmadığını finalde seyircisinin kafasına kafasına vuruyor. Tipik bir son dakka da her şeyi bir açıklarım pir açıklarım filmi olmasa da finaline 20 dakika kala sırrını açıklayıveriyor seyircisine. Böylelikle finaline finale, her şeyi bilen bir seyirci edası bakıyoruz.
"The Cable Guy" seneler önce izlediğim ve aklımda "eh işte" biçiminde yer tutmuş bir filmdi. Jim Carrey'ın abartılı hallerinden saırım vasat muamelesi çekmişim bu filme. Ben Stiller'in yönetmenliğini yaptığı bu filme seneler sonra Digiturk kanallarından birinde denk gelmesem aynı haliyle hatırlamaya devam edecektim. Film, her şey bir tarafa çok şahane bir komedi ve çok şahane bir gerilim filmi. İki farklı türü başarılı biçimde harmanlamayı başarmış, bunu yaparken de popüler kültürün her alanından beslenmiş. 1996 yapımı bu filmi kahkahalar ile izledim.
Filmin finaline doğru Jim Carrey'ın bir tiradı var, kısa bir süre içinde telefon, televizyon ve bilgisayarın bir araya getirileceği kehanetinde bulunuyor. O zamanlar cep telefonu ortalıkta yok henüz. 1997 yılından sonra tek tük beliren cep telefonlarına ülkemizde ayıplayan gözler ile bakılıyor, taşıyanların arkısından ne görgüsüz olduklarına dair yorumlarda bulunuluyor. Vay be nereden nereye, film haklı çıkmış. Bu arada filmde Mathew Broderick'in oynadığını anımsayan çok az kişi vardır, J. Carrey filmin her yanını ele geçirmiş. Rol çalmanın en görülmediği bu filmde.
Filmi izledikten sonra, pazar günü arkadaşlarla buluştuk Alsancak'ta. Kordon'da otururken falcı, boncukçu tacizinden hiç etkilenmem, sanki bana seslenmiyorlarmış gibi davranırım. İlgisizliğime hiç gelemezler, hemen ikilerler. Öyle huşu içinde biramı yudumlarken, bu defa ilgisiz kalamayacağım bir soru ile karşılaştım; "Şuraya, oradan nasıl gidebilirim?". Başımı çevirdim, 20'li yaşlarının başında bir kız ile erkek duruyordu. Soru banaydı. Cevabını bana gösterdikleri yerin tam aksi istikameti işaret ederek hemen verdim "Şöyle gidin, otobüs durakları var, ya da böyle giderseniz taksi" Dediğimi yönde gittiler. Ama soruları yakamı burakmadı. Şimdi ne demek "Şuraya oradan gitmek". Şuraya gidecekseniz, gidersiniz olur biter. Şuraya giderken, oraya uğramak da neyin nesi? Hem şuraya oradan gitme tutkusu nedir? Oraya gidecekseniz oraya sorun? Oraya vardıktan sonra da şuraya şunun şurasında ne var? Zaten çok yakın.

2 Ekim 2009 Cuma

Şımarık Kedi

Gece başımı yastığa koyduğumda aklımdan türlü soru geçiyor, çoğunun saçma olduğunun bilincindeyim. Ama bu bilinç hali kısa sürüyor, kulakta mp3 playerdan kulağıma dek uzanan kulaklılar, bir iki şarkıyı dinleyesiye kadar aklımdan bir kaç soru geçirtecek vaktim var. O soruları da uyanık durayım ağız tadı ile sakin sakin bir kaç şarkı dinleyip keyif yapayım diye dinliyorum. Yoksa benim sorunum başımı yastığa koyduğum anda uyuyabilmem. Yastıkla buluşuyoruz ve ben tekrar gözümü açıncaya dek en az yedi saat geçmiş oluyor. Deliği olmayan bir uyku bu. Yatılı okuldan, üniversite yurtlarından antrenmanlıyım top atılsa, ortalık yıkılsa uyumam gerektiği anda yatar ve olanca gürültüye rağmen uyurum.
Artık hemen uyumayayım biraz düşüneyim, yeter bu boş kafalılık diye kendimi sorular sormaya ve yanıtlar bulmaya zorluyorum, zorlarken fonda müzik olması işime geliyor en azından şarkıların sözlerini falan dinliyorum. Kimi şarkı sözlerinde derin anlamlar gizli, kimileri saçma ama çok zorlanırsa onlara da derin anlamlar yüklemek mümkün. Ama genellikle şarkılar genellikle saçma sapan sözler içeriyor. "Allahım bu şarkıların sözleri neden böyle saçma?", "Neden bunları dinlemek zorundayız?", "Yoksa değil miyiz?", "Madem değiliz öyleyse ben neden dinliyorum?", "Nedir bu eziyet?" Alın işte sorular başladı mı bitmiyor.
Uykusuzlukla kolay uyuyabilirlik arasında bence ince bir çizgi var. Sorular soranlar uyuyabiliyor bence ama sorulara cevap arayanlar da uyumakta güçlük çekenler kategorisinde olabilirler. "İnsanları neden kategorize ediyorum?", "Mecbur muyum buna?", "Şu an bir yerlerde biri de beni kategorize ediyor mudur?" Sudan sorular bunlar. Öyle her hangi bir meseleyi irdelemeye ya da ciddi bir soruna çözüm aramaya yönelik değil hiç birisi. Uyu geçer, mantığı ile yaklaşıyorum sorunlara. Uyu geçer. Uyanınca kalmaz bir şey.
Bu ara genellikle beyaz kediye taktım. Kedinin kaşları yok. Olsa, gözünün üstünde kaşın vardı diye azarlıyacağım kendisini. Hayır takıntım asla arkasından değil. Getirin şuraya yüzleşelim. Yüzüne de söylerim. Taktım hayvana. Haddini bilsin, zayıflasın biraz. Boğazına hakim olsun. Ama yok akşam kapıdan giriyorum, "maow maow" karşılıyor beni, her daim yankılı miyavlaması ile. Ellerim boşsa arkasını dönüp kanepeye atlıyor ordan hayal kırıklığı dolu yarı kısık, öbür yarısı kızgın gözleriyle beni süzüyor.
"Kediye diyet mi yaptırsam?", "Ne diyeti yaptırsam?", "Diyet yaptırırsam aç kaldığı için öbür kediyi yer mi?", "Yoksa öbür kediyi aç bıraksam o beyaz kediyi yer mi?", "Kendimi aç bıraksam ben ikisini birden yesem daha iyi değil mi?". Yok yok, bunlar vahşice çözümler bunlar birbirini meden ibiçimde yiyemez ortalığı kan götürür, ne ben ne de temizlikçi kadın onca kan izini temizleyemeyiz. Bir kere beni kan tutar. En iyisi diyet. Karbonhidrat diyeti yaptırayım desem kedi bu zaten börek, makarna, pilav yemiyor. Meyveye dönüp bakmıyor. Pizza versem sadece salamlarını yer mendebur. "Süt içirsem?", "Pipetle bardaktan içmesini öğretsem?", "İçer mi acaba?"
Geçen gece bu sorularla kafayı yorarken gecenin karanlık bir anında uykumdan fırlamışım. Bir örümcek ağına takıldığımı, beyaz kedi kılıklı bir örümceğin beni yemek üzere kızgın kızgın üzerime yürüdüğünü görerek can havli ile nefes nefese odaya geri dönmüşüm. Durur muyum? Hemen başucumdaki lambayı yaktım. MP3 playerın kablolar boynuma dolanmış, siyah kedi halının üzerinde. Gözlerim beyaz kediyi aradı. O da koltuğa oturmuş. Sağ patisi sol patisinin üstünde, sfenks gibi poz vermiş. İlgi ile bana bakıyor. Şımardı bu kedi, çok şımardı.

1 Ekim 2009 Perşembe

Geyikler, Şarkılar, Filmler

"Yolda gidiyorum, yolu uzun..... yeah yeah yeah..."

İzel'in bu şarkısını pek severdim, ara sıra da duş alırken kendimce mırıldanıyorum. Komşulara soracak olursanız da mırıldanmak sayılmaz bu emprovize girşimim. Düpe düz Ferhat Göçer gibi bağırıyor olabilirim.
İzel sivilceli mivilceli ama sesi fena olamayan iyi bir popçu kızımızdı. En iyi albümü de Mustafa Sandal şarkılarından oluşan ikinci albümüydü. Bu en iyi albümünün çıkış parçası ise Mustafa Sandal şarkısı olmayan tek şarkısı: "Kızımız Olacaktı" idi. Hoş bir kalbi kırık genç kız kalbi dizaynında ve de kıvamında olan bir Çelik şarkısıydı. Çeliği o sıralar "hunganga hunganga ateşteyim ben ateşte" naralarıyla tanıyorduk. Kadına bir albüm dolusu, tam tamına dokuz adet şarkı veren, aranjesini yapan, kimi çalgıları tıngırdatan ve vokalini koyan Musti çıkış şarkısı başka şarkı olunca neler hissetmiştir bilemiyorum ama kalbi kırıldığına eminim. O kalp kırıklığı ona bir çok şarkı yazdırmıştır. O albümdeki şarkılar da, İzel de eriştiği kıvam açısından hayli iyi idi. Sonra aniden, takip eden albümlerde İzel'e disco kraliçesi payesi yakıştırıldı. Bu imaj üstüne hiç oturmadı, ne söylerse söylesin ikinci albümünün getirdiği seviyeye yükselemedi. Bir şu şarkısı: "geyik çıkabilir" kaldı bana yadigar.
"Kimin elleri gözleri kaşları,
yakışır mı bir tek sana bakışları"
Bu benim şarkım oldu çünkü hayatta karşıma çıkan herşey geyikleşebiliyordu. Yani ben her şeyi geyik görünümüne sokabiliyordum. Halen de öyle.
Mesela şu dünkü haşerat yazım, aslında tam geyiğe dönecekken kendimi zor tuttum itiraf edeyim. Haşerat konusu benim bağrımda bir yara adeta. Bir tanıdığım var, bir de eşi var. İkisini de tanıyorum. Adamın adı Cemal, karısı ise Nalan. Adam memur olarak çalışırken aniden iş kurup kendi hayatını yaşamaya özendi. Gitti böcek, fare bilimum haşeratı yoketmek üzere bir şirket kurdu. Jest olsun diye de şirkete karısının adını verdi: "Nalan Haşerat Öldürme Servis Hizmetleri Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti." Bakar mısınız şirketin ismine lütfen? Nalan olsanız o an katil olmanız işten değil. Yılların evliliğinin ilk çatırtısı şirketin adından çıktı. Kadın sen benim adımı haşerat isminin yanına mı layık görüyorsun diye yakınmalara başladı haklı olarak. Sonra arkası geldi. Konu konuyu açtı. Bunlar onca yıldan sonra boşandılar. İşin kötüsü adam başarılı bir iş adamı oldu. Elini attığı haşerat malesef sizlere ömür. Müşteriler Cemal'in bu işteki başarısından ayrı bir memnuniyet içinde. Adam karısından ayrıldı ama ortada çocuklar var kadınla sürekli görüşmek ya da aynı ortamı zaman zaman paylaşmak zorunda. Şirketin ismin her an bir hadise çıkmasına yetiyor. Adam şirketin ismini değiştirmek istiyor ama müşteri kaybından korkuyor. Al sana şetteli bir dert.
"Söz verdim bir çok kez koyamadım yerine taşları.."
Geyikler, sevimli ve sevilesi, yerli yersiz okşanılası, şımartılası mahluklar olarak yer etmiş benim kafamda. Ne zamanki "Ringu" dan bozma "Ring 2" filminde Naomi Watts'a saldıran geyikleri gördüm fikrim değişti. Rol yapıyor olabilirler, belki de CGI marifetidir ama tırstım yine de geyik milletinden.