28 Ocak 2010 Perşembe

Şu Köşe Kış Köşesi

GÖRÜNTÜLER

Kış geç ama ani bastırmıştı, şehire kar yağıyordu. Bütün insan yapımı binalar, araçlar, yollar ve insandan paçasını kurtarmayı başardığını zanneden doğaya ait nesneler hep birlikte karlar altında kalmıştı. Kar, kentteki bütün yaşam izlerini felce uğramıştı adeta. Örtülerin altındaki şehrin tenha bir köşesinde üç adam ve arada sırada beliren üç bulanık görüntü vardı. Bu üç kişinin dışında insanlar da vardı, hepsi evlerine çekilmiş, perdelerini kapatmış içeride duruyorlardı. İnsanın olduğu her yerde yasaklar vardı.

Her şeyi net görmemize izin vermeyen bir kışın tam ortasındaydık.

KÖŞE

Kendi halindeki adam:
Hava güzeldi, kar yağıyordu. Ağaçları, yeri, tepeleri her yeri sarmıştı kar. Soba geçmesin diye biraz kömür ekledim. Camdan bakınca karda giden adamı gördüm.

Kendinde olmayan adam:
Kendimde değildim. Akşam içkiyi fazla kaçırmıştım. Ne zaman kırmızı şarap içsem böyle olur zaten. İçiyorum içiyorum, tatlı bir uyku bastırınca zıbarıp kalıyorum. Artık ertesi gün ne zaman uyanırsam başımda koskocaman bir ağrı. Uykumda bile başımın ağrıdığını fark edebilirim aslında. Saat dörde geliyordu. Tuvalete gittim. Aynada kendime baktım, midem bulanmaya başladı. Bulantıya neyin iyi geldiğini biliyordum ama evde kalmamıştı. Genelde elma da iyi gelirdi, var mı diye bakmaya mutafa gittim. “Aaa!! Kar yağmış” diyerek cama koştum. Cama burnumu dayayınca buhar oldu. Buharların parmağımla dağıtınca kuşu andıran bir resim oluştu. Camda açılan boşluklardan karda giden adamı gördüm.

Karda giden adam:
Kar yağıyordu geldiğim yoldan yürüyerek geriye döndüm. Sanki giderkenki ben değildim, dönerken. Kalbime bir ağırlık çöktü. Giderken soğuktan öleceğim sanmıştım. Ama dönerken soğuğu fark edemedim bile. Demek ölmek dedikleri böyle bir şeymiş diye aklımdan geçti.

Kendi halindeki adam:
Dışarısı çok soğuktu, içeride tişört üstüne ince bir kazakla oturuyordum, havanın soğuk olduğunu şuradan biliyorum: Balkona çıkıp kömür almıştım, soğuktu resmen. Yanımda yarısı yenmiş elma romanıma dalmıştım. Elma buz gibiydi, sayfayı çevirdikçe kütür kütür ısırıp yiyordum ne güzel. Ta ki karda giden adamı görünceye kadar.

İnsan bu soğukta dışarıya mı çıkar? Yürüyüşü de bir tuhaftı. Üşür gibiydi. Hatta bir derdi var gibiydi. Bu kadar uzaktan derdi de nasıl kondurdum adama? Bembeyaz örtülerin üzerinde yürüyen adama dertli olmayı yakıştırdım karda yürümesi yetmez gibi.

Kendi halinde olmayan adam:
Adamın derdi mi var? Deli mi yoksa? Bu havada ölsem çıkmam dışarıya? Başım ağrıyor zaten? Sehpanın üstündeki kutudan beyaz uzun şeylerden çıkaracaktım ki kutu ve içindekiler bulanık görünmeye başladı. Sanki buzlu camın arkasında beyaz mı gri mi olduğu belli olmayan şeyi ağzıma götürüp bir kenarından yakıp içime dumanı çektim.

Karda yürüyen adam:
Bu derdi bana kim yakıştırdı bilmiyorum. Aşık olacağım varmış besbelli. Buz tutmuş kalpli kadının yanından geliyorum. Giderken dışarıdaki soğuğu fark etmeyecek kadar içimin üşüyeceğini bilmiyordum. Bilsem de giderdim ama, bu soğuğu onun için hisetmem gerekiyorsa hissetmeliydim. Hiç çıkmayacak bu soğuk sanki içimden.

Kendi halindeki adam:
Adamın karda gidişi tuhaf geldi. Bu gidiş gidiş değil diye espri yapardım normalde ama etrafta benden başka gülecek kimse yok boşa espri yapmak istemedim. Yolunda gitmeyen bir şey olmalı diye düşündüm. Sıcak günleri özledim.

Kendi halinde olmayan adam:
Çivi çiviyi söker hesabına göre bir şişe şarap mı açsam kendime düye düşündüm önce. Sonra seslensem şu adama beraber içer miyiz düşüncesi geçti aklımdan. Soğukta nereye gider bir insan, evde oturmak varken?

Karda yürüyen adam:

Soğukta evde oturmak varken gittin, boyunun ölçüsünü aldın işte. Şimdi dertlenip duracaksın boş yere. Otur yolun kenarında don daha iyi ömür boyu bu başarısızlığı çekeceğine.

Kendi halindeki adam:
Camda durup yolda giden adamı seyretmek tuhaftı yeterince. Zaten hava da kararmak üzereydi. Perdeleri çekip bir ışık daha yaktım, müziğin sesini açıp Ane Brun’a kulak verdim, “to let myself go” çalıyordu. Adamın hali bir tuhaftı, bana ölümü hatırlatan bir şey vardı o adamda. Masanın üzerinde tütüp giden eskiden adını söyleyebildiğimiz s harfi ile başlayan, eski şeklinin nasıl olduğunu anımsamadığımız o bulanık görünümlü şeyi alıp ağzıma koydum derin bir nefes çekip dumanını dışarıya bıraktım.

Kendi halinde olmayan adam:
Camda durup o adamı seyretmekten sıkıldım, içeriye girdim. Twitter’a girip şunları yazdım: “Bu karda yürüyen bir adam var, canlı cenaze gibi gidiyor, düştü düşecek” Başım çatlayacak gibi ağrıyordu, TV yi açıp koltuğa uzandım. Bulanık nesnenin yerini küller almıştı artık çok net görünüyordu.

Karda giden adam:
Durdum ve gökyüzüne baktım. Kalbi buz tutmuş kadının bu hediyesini ömür boyu taşımayacaktım. Telefonumdan numarasını sildim hemen. Omzumu dikleştirdim. Yürüyüşümü değiştirdim. Hızla yürümeye başladım. Bir ıslık tutturdum; “zor kadın” kendiliğinden döküldü üşüyen dudaklarımdan, nota nota çalmaya başladım. Soğuğu hissedebiliyordum tekrar, ardından burnumun ucu donma alametleri gösterdi. Koşmaya başladım. Temiz hava ciğerlerimi yakmaya başladı, ciğerlerim başka bir şeyi özlüyordu. Yolun sonundaki evin köşesinde kardan adam vardı. Yemin ederim ağlıyordu. Göz yaşları donmuştu. Köşeyi dönüp cebimden o minik kutuyu çıkardım. Bulanık görünüyordu son zamanlardaki gibi. İçinden bir bulanık çekip keyifle tüttürmeye başladım. Nefesimi verdim dumanlar kapladı etrafımı. Köşe görünmez oldu.


ve ÖRTÜ

Zaman ve kar geçiyordu şehrin üzerinden, kar ve zamanın örtemediklerini de insanlar bir punduna getirip gizliyorlardı. Görüntüyü bulandıran örtüyü kaldırıp altına bakmak kimselerin işine gelmiyordu.


Not: Bu öyküde sanal yasaklama yapılmıştır, işimize gelmeyen yerler bulandırılmıştır, araya reklam gizlenmiş ve bolca yalan söylenmiştir, lütfen yazdıklarımın bir kelimesine bile inanmayınız.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Şu Köşe Yaz Köşesi

Kentin bu köşesini çok seviyorum.

Engin denizlerin üzerinden alıp başını gelmiş özgürlük gibi tertemiz ve serin hava, Ağustos ayı ikindisinin başıboş gezinenlerin üzerinde bıraktığı o yapışkan isteksizliği bir nefeste alıp götürüyor. Denize doğru bakarken sırtını neredeyse yüzyıllara dayamış olmanın verdiği güven ve huzur karışımı duyguyu başka yerde kolay hissedemiyorum. Sarayburnu böyle bir yer işte. Mavinin en güzelini yer yüzünü ve gökyüzünü örterken görebileceğiniz, şehrin serin elinin yanağınızda hissedebileceğiniz mutluluğa benzer bir yer. Sonra ikindi ile birlikte güneşin pastel tonları dökülmeye başlar önünüze, mavi daha güzel görünebilir mi diye düşünürken boğazı geçen vapurların camlarından gözünüze yansır bir an için güneş, usul usul rengi değişir denizin ve gökyüzünün.

Her şeyin ortasında ama her şeyden uzak kalınabilecek bir yer.

Bazen lazım.

Resim için M.M.'a teşekkürler.

22 Ocak 2010 Cuma

Nasıl Çekelim?

Kenarından tutup çekelim, ağırsa her birimiz bir kenarından tutup yardımlaşa yardımlaşa çekelim derim yukarıdaki soru bana gelse. Ama yok öyle konuya lap diye dalmaca, lafı uzatasım var şimdilik.

Bir kere artık Twitter'e girdim, epeydir kayıtlıydım orada bir kenarda durup duruyordu, daha aktif bir kullanımım olacak. "Hakikivladimir" ismi ile beni arayan orada bulabilir. Her dakika bir vecize twittliyorum. Kuş gibi cik cik cik ne güzel, bir de bilumum dedikodu elimin altında bu da büyük bir kolaylık. Evdeki PC bana aylardır oyun ediyor blogspot’a doğru dürüst giremiyorum, main sayfada şifre gireceğim yer açılmadığı için anonim anonim bakınıyorum. yazılarımı evden iş yerine elekronik postalayıp yapıştırıyorum. Elim varıp da bu durumu çözesim bile gelmiyor, wordpress’e geçmem an meselesi. Neyse bu Twitlemece beni bir müddet evde meşgul tutar.

Ekim ayının sonlarında filmi çok sevip benimseyip Paranormal Activity ile ilgili bir yazı yazmıştım. O günden beri en çok ziyaret edilen yazım o olmakta. “Katie ile Micah gerçekten yaşadı mı?”, “Katie ile Micah’ın gerçek sonları bu mu oldu?” dallarında sorgu sual yapana blogumun kapılarının açılıyor olması, Googlle’ın Türkçe sayfalarında paranormal aktivite arayanların beni buluyor olması bir süredir beni kışkırtıp duruyor çok eskiden izlediğim başka bir paranormal aktivite filmini internet üzerinde arıyor bir türlü bulamıyordum. Amazon’a da bu film için para vermeye kıyamıyordum. Geçtiğimiz Pazar çalışma odasında bir sebeple gözümü raflarda gezdirirken aylardır aradığım “The Entity” filmini karşımda görünce sevindim. Benim satın alıp da izlemediğim filmler efsane olur, efsane.

The Entity şu aralar moda olan filmin konusunu biraz daha Holywood kalıpları içinde ele alan bir film. Bizde “Karabasan” adı ile gösterilmiş, Amerika’da yaşanmış gerçek bir olaydan hareketle senaryosu oluşturulmuş bir film. Yönetmeni Sidney J. Furie, Başrolleri Barbara Hershey’in dudakları silikonsuz hali Ron Silver’ı nher zamanki hali paylaşıyor. Carla Moran adlı otuzlu yaşlarında, üç çocuklu dul kadın gözle görülemeyen bir varlığın cinsel tacizlerine maruz kalmaya çalışıyor. İkinci saldırıdan sonra yenilgisini kabul edip boyun eğmeye razı gelmiş görünse de bu varlıktan kurtulmak için bütün kozlarını oynamaya çalışıyor. 1981 yapımı bu filmi 2010 yılında izlerken zamana karşı iyi dayanmış bir film olduğunu görüyorum. Aynı dönemlerde çekilmiş Poltergeist serisi gibi gülünecek tarafı yok çünkü Gerilim birden kucağınıza düşüyor ve bilinçli olarak seyirciye arada soluk aldırıp, arada germeye devam ediyor. Barbara Hershey hayatının oyununu çıkarmış. Mekanik efektler arasında oyunculuğundan taviz vermeden Carla’nın başına gelenleri inanılır kılabiliyor.

Filmin sinir bozucu yanı finalden sonra geçen yazılarda anlatılanlar. Çaresizlik duygusu yazılar akarken büyüyor.

Filmi izledikten sonra geçenlerde satın aldığım bir kitabı okumak için yatağa kuruldum. 125 dakika boyunca ful paranormal aktivite izlemiş bir Vladimir’in başına beklediğiniz şey gelmedi, korkmayın. Guillaume Musso’nun “Çünkü Seni Seviyorum” isimli romanına o günden beri her gece yeniden başlıyorum. Kitabın arka kapağında yazanlar şunlar “Beş yaşındaki Layla, Los Angeles'ta büyük bir alışveriş merkezinde kaybolur. Anne ve babası bu acıyla başa çıkamazlar; hayatları tamamen değişmiş, ilişkileri tükenmiştir. Tam beş yıl sonra, aynı tarihte ve tam kaybolduğu yerde ortaya çıkar küçük kız. Ancak konuşamamaktadır. Anne ve babası kızlarının bulunmasına sevinmiştir, fakat bu sevinç cevaplanması zor soruları da beraberinde getirir. Layla bu beş yılı nerede, kiminle geçirmiştir? Ve asıl önemlisi, neden dönmüştür?” Merakla geçecek saatle vadeden bu kitabı daha ilk sayfada takılıp kalıp ilerleyememek de tamamen benim sinamekiliğim olsa gerek.

Kitaba başlıyorum yılın en soğuk günlerini tasvire başlıyor yazar, çevirmen de bu çabaya ortak oluyor dilimize kazandırırken. Hava o kadar soğuk ki her şeyi ağır çekimde izler gibi oluyorsunuz ki işte benim takıldığım o “ağır çekim” lafı üzerine kitabı alıp kenara koyuyorum. Slow motion söz konusu olduğunda ağır hareket eden görüntüler önümüze serilir sinemada ya da televizyon ekranlarında. Ama bu görüntüyü elde etmek için ağır ağır çekmezsiniz, çünkü filmlerin gösterim hızı aynıdır. Eğer ağır çekerseniz 100 yıl öncekiler gibi hızla yürüyen insanlar, hızla giden trenler görürsünüz. Ağır ilerleyen görüntü elde etmek için normalden daha hızlı biçimde çekmeniz lazım ki bir ana birden daha fazla anın görüntüsünü sığdırabilesiniz ve bunları her zamanki hızda gösterdiğinizde şekiller ağır ağır hareket ediyormuş gibi gözüksün. Uzun lafın kısası slow motion lafını hangi hızlı düşünen cevval çevirmen dilimize ağır çekim diye kattıysa o hata o gün bu gündür dilimizde. Gelelim soruya. “Nasıl Çekelim?” Sorusuna. Nasıl çekerseniz çekin, lütfen ağır çekmeyin.







21 Ocak 2010 Perşembe

Kapat Gözlerimi

Böyle soğuk havalarda bir koltuğa kurulup, yumuşacık bir battaniyenin altına girip uyuyasım geliyor. Akşamları yatarken kulağımda müzik olsun istediğim için yatağa girdim mi kulaklarıma önceden kaydedilmiş seslerden başkası erişemiyor. Şimdi canım, koltuğuma elimde bir kitapla oturup içim usulca ısınırken kitabın içindeki dünyaya akmak istiyor. Biraz okuduktan sonra kitabı sehpanın üzerine bırakıp uyku ile gerçek arasında gezer gibi olmayı özledim. Başucumda son okuduğum sayfayı ayraçlayıp, gözlerim kapalı uzanırken, uyku ülkesine girmeden önce bu taraftaki sesleri dinlemek istiyorum.

Dün gece kanallar arasında zaplarken TRT1’de birkaç adet konuşan kafanın yaptığı bir al takke ver külâhlamaya denk geldim. Sanırım internet erişimi ile ilgili bir çorap örülmek üzere başımıza. Son derece yetkili, yetkisi kadar ağır mı ağır şiveli, düşünceleri ağzından tavukların boğazlanırken çıkardığına benzeyen bir ses olup heyecanından kabına sığmamış tükürükler ile çıkan kırklı yaşlarda, kır saçlı bir adam, internet müptelası olmayı en adi uyuşturucu bağımlısı kadar sapıkça bir emele yenik düşmek olarak tasvir ediyordu. Bu betimlemeyi yaparken de elleri ve kollarını iki yana açmış hem ses hem görüntü kirliliği yaratıyordu. Bu tarz ses ve görüntü kirliliğinden ibaret kişiler bizim düşünce özgürlüğümüzü içine tıkışlayacakları cendereyi yaratma peşindeler. Hararetlerinden bu konuda hayli mesai harcamış oldukları anlaşılıyor ve maalesef bu halleri 302 model Mercedes Benz’lerin su kaynatmadan önceki dakikalarını çok andırıyordu. Bu kızışmanın bedelini vergisini günü gününe ödeyen bizler ödeyeceğiz. Zira tavuk sesli adamlardan asla hayırlı bir iş çıkmaz.

Bir insan öğretmen olur da öğrencisinin hassasiyetinden bu denli mi habersiz olur? Bu denli habersiz insan hangi kategorideki insan sınıfına girer, dangalak mı? Masum bir tehdit değildi o yaptığınız hocam. O çocuğun eline aldığı silahın tetiğini çekenlerden birisi de sizdiniz. Değil miydiniz?

Ağca yine serbest. Bir önceki yanlışlıkla olmuştu şimdikine dair, şimdilik yanlışlık açıklaması yapılmadı. Papayı yaralamanın cezası 19 yıl, birkaç gasp yapıp bir gazeteciyi öldürüp hapisten kaçmanın cezası 10 yıl. Bu denklemde bir eşitsizlik var. Adaletsizlik var demek istemiyorum. Katilin üç avukatının yaptığı açık hava açıklaması esnasında avukatlarından birinin 4 yıl önce onu hatalı biçimde salan savcı olduğu ortaya çıktı ya bir vatandaş Ağca’dan hesap sorulmasını isteyecek gibi oldu. Ne altına alındı? Cevap veriyorum: Göz – Altı. (Gözaltlarında torba olması hoş bir görüntü değil. Hoş ben de kendimde hoş görüntüyü önceliklerim arasına almasam da göz altımda torba olsa onları aldırtırım. Yeri geldi de söylemek istedim, yoksa hemen yazmasam unutulup gidiyor).

Büyük elçimizi görevli olduğu ülkedeki resmi bir herif aşağılarsa, sadece büyük elçimizi değil ülkemizi de aşağılamış olur. Hemen ardından bizi aşağılamaya kalkışmış adamın özür dilemesi yeterli midir? Özür yazısının altında o ülkenin imzasının olması bu işin olmazsa olmazlarından değil midir? Şimdi o ülke bizim ülkemizden özür diledi mi?

Bir blogda okumuş olabilirim emin değilim. Tecavüz artık ikiye ayrılmış. Birincisi normal tecavüz. Bir erkeğin bir kadına tecavüz etmesi “normal tecavüz” olarak anılıyor konuşmalarda. İkincisi, normal olmayan tecavüz türü. Aile içi aksiyonlar ile daha çok erkek dergisi türü fantazilerde hayat bulan kadının erkeğe tecavüz etmesine şimdilik normal gözü ile bakılmıyor. Normal sıfatının hemen ardından tecavüz sıfatının edilmesi sizce normal mi? Tecavüz sayısı çok belki de duya duya kanıksadık, kayıtsız kalma kaşarlığına erişmek normal mi peki? O kadar çok suç var ki çoğu normal karşılanır oldu. Neden böyle oldu?

İki gün önce bir arkadaşım kendi blogunda sormuştu şu soruyu, okuduğumdan beri kafamda yankılanıyor: “Uğruna gözümüz kapalı cinayetler işlediğimiz, kendi kızlarımızı, çocuklarımızı hiç düşünmeden kurban ettiğimiz, her şeyin üstünde ve ötesinde tuttuğumuz ahlak ve namus konusuna bu kadar bağlıyken, bu derece önem verirken ahlaksızlığın ve namussuzluğun diz boyu olmasını, bu derece fazla olmasını neye bağlıyorsunuz?” Epeyden beri kafamda çevirdiğim muazzam bir tutarsızlığı böyle harfe, kelimeye bürünüp cümleye dönüşmüş biçimde karşımda görünce afalladım.

Şimdi uyumak istemiyorum ama gözlerimi de açmak istemiyorum. Bir duyu kaybolunca diğer bir duyu güçlenirmiş derler. Göremediklerimizi duyma ihtimalimiz var yani. Biraz daha gözlerimizi kapatıp çıkan sesleri beraber dinleyebilir miyiz?


20 Ocak 2010 Çarşamba

Bunlar Hayatî Sollamalar

Epey zaman önce dertlenmiştim yakınan tonlarda, şu İzmir’de derdini dinlemediğim ve beni görünce çenesi düşmeyen taksici kalmamıştır diye söylenerek. O zamandan beri akıllandım. Zannedilmesin ki akıllanmakla artık taksicileri dikkate almıyorum, aynı arabada otururken daracık mekanda onları görmezlikten geliyorum, ya da aynı çatı altında onlarla iki yabancıymış gibi seyahat ediyorum. Hayır bunların hiç birisini yapmıyorum. Zaten o kadarcık alanda tanımazlık falan inandırıcı olmaz. En çok inandırıcı olmamaktan korkarım ben, bir de fareden. Ola ki şu satırları yazarken kazara odada bir fare belirdiğini görsem, o fare beni bir daha göremez, görse de ayak izlerimi görür ancak. Bu sebeple kedileri her gün tembihliyorum “Bakın fare görürseniz yaşatmıycaksınız onu!!” diye söylev çekiyorum. Boş gözlerle bakıyorlar bana, onlara Whiskas açacağımı sanıyorlar muhtemelen. Ama yok böyle bir tatlı hayat.

Taksi şoförleri ile diyaloglarımın eskisinden farklı olan tarafı konuşmalara kendimin yön veriyor olması. Yani madem o kadar dinleyeceğim istediğim bilgiyi alır, istemediğim konu oldu mu konuyu öyle bir değiştiririm ki ne anlatmakta olduklarını kendileri bile anlamazlar. Hah, şimdi hatırladım korkulara dair bir sırrımı vereyim: Bir de Kayahan’ın her hangi bir albümünü baştan sona dinlemekten korkarım ki o korkunun artık en üst mertebesine çıkmış mantık sınırlarından şuursuzluğa taşmış bir formudur ki düpedüz fobidir. Bildiğin fobi işte, gün gelip de bir Kayahan’ın bir tane albümünü başından sonuna değin dinlemek zorunda kalma endişesi taşıyorum sabahtan akşama kadar. Allah’tan bu güne kadar hiç Kayahan dinleyen taksiciye denk gelmemiştim. Mutlu sayılmalıydım eni konu ama endişe mutluluğuma gölge düşürüyordu. "Ya çalarsa" diyordum, şansım yaver gittiği için denk gelemiyordum. Ta ki bugüne kadar.

Zaman: Bugün sabah.
Yer: İzmir.
Hava: Açık sayılır, ama sayılmaz da (çelişkiye bakın) sadece tam körfezin üzerinde parça parça bulutlar aslı durmakta. Ortası parçalı bulutlu kenarlar güneşli olsa da gözüme çarpan bulutlara bakacak olursak; al sana parçalı bulutlu sopsoğuk bir gün daha.

Evden çıktım, asansöre bindim. Birkaç kat boyunca aynada kendi aksimi seyrettim. Düzeltilebilecek çok şey vardı ama zamanım yoktu. İner inmez cümle kapısından geçip kendimi yola attım. Karşıdan geliyordu; sarıydı, 35 plakalıydı. Taksiyi durdurdum. Kapıyı açtım, bütün bunlar çok doğal çok sıradan şeylerdi. “Günaydın” deyip koltuğa kuruldum ve o an protoplazmama kadar sarsıldım: İçeride bir Kayahan şarkısı çalıyordu, hangisiydi bilemiyorum ve bilmek de istemiyorum. Zaten hepsi aynı. Hep aynı hükmetmeye çalıştıkça komik düşen ses tonunun üzerine oturtulmuş benzeri formüller. Ve hep aynı, hayatı suçlayan adam. İlk okuldaki başöğretmenim beni tahtaya dikmiş, tedrisat tam günmüş ve bütün gün sadece beni azarlıyor da azarlıyormuş gibi oldum. Bütün bunların hepsini saliselerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içinde oldum. “Kapatın lütfen şu müziği” dedim. Dememle birlikte “Şu taksiciye ne sevimsiz nemrut herif dedirtmiyeyim kendim için” düşüncesi de geçti aklımdan.

Girdim Altınyol’dan.

30’lu yaşlarının başında bir şofördü. “Siz hangi durakta çalışıyorsunuz” diye sorunca başladı anlatmaya. Patronu bir gün onu, bir gün diğer şoförü çalıştırıyormuş. Annesi Almanya’dan emekli olmuş parası varmış ama ona para vermiyormuş, kız kardeşine veriyormuş. Kendisi kayınpederinin kredi kartı borcunu ödemek için kredi almış.

“Siz taksi şoförlerinin başından amma da ilginç olaylar geçiyordur” dedim. Geçen gün Girne’nin girişinde genç bir kadın araba kullanıyormuş arkadan izlemiş sürekli hatalı sollamalar yapıyormuş. Yalpalamasından hükmetmiş, “sarhoş bu” demiş, punduna getirip öne geçmiş. Kırmızı ışıkta durunca bizimkine arkadan dokunmuş, yanında erkek arkadaşı varmış kadının, çirkeflik yapmışlar bizimkine, o da sarhoş olduklarından başlamış tanıdık bir polis arkadaşına telefon açmış. Polis geliyor diye ürküp şoföre biraz para verip ikilemişler.

“Yatırıyor mu patron SSK’nı senin? Dedim; yarısını o yatırıyormuş yarısını kendisi tamamını yatırması için uğraşıyormuş.

“Aynı araçta iki şoför, olmuyor mu karışıklı peki?” diye sorunca başladı anlatmaya. Geçen gün bir trafik cezası gitmiş patronun ev adresine. Adam küplere binmiş telefona sarılmış. Bizim şoförden hesap sormaya başlamış. Şoför sora sora ağzından cezanın tarihini almış. Tarih ortaya çıkınca sevinmiş. Kendi çalıştığı gün değil, diğer şoförün çalıştığı günmüş.

“Biraz yavaş gitmiyor muyuz sence de?” diye sorunca, “Ben de tam oraya gelecektim” şimdi dedi. Geçen gün bir yolcuyu almış aynı soruyu o da sormuş. Diğer şoför cezayı yediğinde araştırmışlar gündüzleri sabah 10 ile 12 arasında ve 14 ile 16 arasında gezici radar Altnyol’da turluyormuş. Hız limitini aşan araçları kayıt edip peşlerinden cezayı postalıyorlarmış. Bunu anlatınca adama ona hak vermiş. “Vay be neler öğrendim sayende” dedim. “O abi de öyle demişti” dedi.

Altınyol çabuk bitti, çıktım Alsancak’tan.

Gideceğim yere varınca durduk, indim parçalı bulutlu İzmir sokaklarına.

Umarım taksi şoförü beni Kayahan sanmamıştır.



19 Ocak 2010 Salı

Haiti'de "Türk Mucizesi"

Önce gazetede gördüm başlığı tuhafıma gitti, daha sonra akşam eve gittiğimde gözümün içine kaçtı slogan, gece yarısına varmadan da içimi kemirmeye başladı, bu ahmak adam tavlama başlıklarına hala takılakalabildiğim için ayna karşısında kendimi azarladım. Süt dökmüş kedi gibi baktım kendi aksime.

Haiti’de çok büyük bir deprem oldu. Arada kıtalarca ve okyanus dolusu mesafe var ya, tsunami olsa dalgası değmez ya günler geçti bizim cici basınımızın her bir kanadı “köpeğini kaybeden kadın”, “birbirinin gözünü oyan hayvan ruhlu insanlar”, “hönküren devlet büyükleri”, “kaldırıma çıktı çok ayıp etti”ler, “polis karakolunun önünde eşŞek sudan gelinceye kadar benzettiler polis kılını kıpırdatmadı”lar gibi bir alay mucizeye benzemeyen sayıklamaya öncelik verdi. Bu incir çekirdeği kökenli teferruatların arasında bir ya da iki dakikayı aşmayan görüntü üzerine küçük harflerle “hayitide deypreym olmuğş” diye tıngırdadı tivi çığırtkanları, “azz sonra” sonrasında gösterilen haber bile olamadı Haiti günlerce. Pek kale almadılar faciayı. Oysa dünyanın bir çok ülkesi kaale aldı. Dünyanın en fakir ülkelerinden birisinde yaşanan insanlık dramına yardım eli çok ülkeden uzandı. Haber bültenlerinde uzun uzun anlattılar yaşananları. Biz sadece farkında değilmiş gibi yaptık, ya da fark edemedik hepsi aynı kapıya çıkar nasılsa. Günler sonra bir Türk ekibi Haiti’de Amerikan ekibinin göçükten çıkaramadığı üç kişiyi kurtarmış ya; al sana “Haiti’de Türk Mucizesi”ni dayadılar gözümüze. Allah’ım bu ne büyük, bu ne bitmek tükenmek bilmeyen aşağılık kompleksidir. Bir alay beceriksiz attık mı mangalda kül bırakmıyoruz, kendimize dair her biri birbirinden daha tozpembe tonlardaki mucizeden mucizeye koşuyoruz. Sanki topluca Demet Akalın haleti ruhiyesine büründük, Serdar Ortaç yazar biz söyler olduk. Kavuşmamız mucize, hayallerimiz tozpembe olup olup önümüzde dağlar gibi dikeliyor, hemen ardından herkes bizi kıskanıyor, kimse bizi çekemiyor.

Haiti kendi halinde, geri kalmış bir ülke, prim toplayacağımız coğrafya da değil ya acıyıp da ruhumuzu üzersek yüzümüz kırışır. Hem üzüntümüz henüz Osmanlı askerini kıyımdan geçirip özgürlüğünü elde etmiş, ardından özgürleştirdiği topraklarını Yahudilere sata sata bitirmiş şimdi bir güzel geriye isteyen Filistin’e yetiyor ancak. Başka üzüntüye ne gerek var? Sonra üzül üzül helak oluyoruz. Filistin’deki insan kıyımına insan olarak elbette çok üzülüyorum, Yahudilerin bu saldırgan tavrına asla katılmıyorum. Ancak dostu düşmanı bilmek adına birinci dünya savaşı esnasında Osmanlı’nın her cepheden kıstırıldığı esnada onların da bizi arkadan vurduğunu iki üzülüyorsam bir defa hatırlıyorum. Çağrışım yapınca benzeri bir arkadan vurma, ermeni milis hadisesi hatırlar gibi oluyorum bir müddetliğine. Ermeniye sinirlen, Filistinliye üzül. Hislerimize kimler ne amaçla yön veriyor bilesim var. Arada üzülsem de Filistinlilere nötr kalıyorum, bir Ermenistan, bir Bulgaristan, bir Yunanistan’a eş değer görüyorum. Müslümana üzül, hristiyanı görmezden gel, voodoo yapanı görme, görme, görme.

Haiti bizim vicdanımızın gözünden kaçtı ama gider gitmez gösterdik türk mucizesini. Amerikan ekibi geriye kalan çok kıymetli altı saatinde göçmüş alışveriş merkezinden çok sayıda insan kurtardıktan sonra zayıf ihtimal peşinde zaman harcamak yerine, hiç el atılmadık başka göçükten çok daha fazla sayıda canı kurtarmanın hesabını yapmayı elbette türk olmadıkları için akıl etmemiştir. Sonradan çıkagelmiş Türk ekibine “biz diğer sokaktaki şu binaya gireceğiz siz de bizim ilk etapta girip çok sayıda can kurtardığımız şu binada devam edin geride kalan varsa ulaşmaya bakın“ dememiştir. Biz yapamadık Türk ekibi siz gelin beceriksizliğimizi düzeltin demişler biz de ne yapmışızdır? Cevap veriyorum “Mucize”. Ne kadar mucizelerle doluyuz, bir can pazarından mucize çıkardık. Günlerce fark etmedik önemli falan olmasın sakın diye düşünen yazı işleri memuru - ah çok pardon - yazı işleri müdürü de çıkmadı tabii.

Maalesef hepimiz biliyoruz kurtarma ekiplerimizin mucize dolu olmadığını. En büyük, en gelişmiş, en güzel, en mükemmel, en mucize dolu şehrimizde olan sıradan bir trafik kazasına el atsak kazazedelerin kurtulacağı varsa ilk yardım konusunda uzman Türk halkı sayesinde hayatı kayıp en ucuzundan kötürüm kalıyor. Arabaya el verip omuz atıp içerideki yarı canlı yarı ölü adamların son nefesini vermesine neden oluyoruz çoğunlukla. Yani geçin mucizeden asla ve asla bir organizasyon ya da ilkyardım timsali olacak iç dinamiklerden yoksunuz.

Gerçek olaylara suskun ama gereken gündemi gözünden, kolundan, bacağından yani sarkan bir tarafından şıp diye yakalayan güzide basınımızın çevirin kazı fazla yanmasın timsali başlıklarına bakacak olsak her anımız yeni bir icad, her elimizi attığımız ayrı bir devrim niteliğinde buluş, her bir yanımız özveri, çalışkanlık ve başarı dolu. Tepki gösterilmesi gereken olaylar karşısında ilgisiz, büyütülmeye gerek olmayan konularda bir bardak suda keskin sirke küpüne zarar misali fırtına üstüne frtına.

12 Ocak 2010 Salı

Bu Kadın Ne Yapıyor?

Ülkemizde kadın veya erkek olsun mankenlerin envai çeşit mal teşhirinde sergilenmesi bana tuhaf geliyor. Giyime ilişkin ürünlerin tanıtımında insan vücudu kullanılması gayet doğal tabi de, otomobil, bilgisayar, televizyon, mobilya, otomobil lastiği tanıtımında ya da kebap salonu açılışında manken kullanılmasının tanıtılması hedeflenen ürüne katkısı minimum düzeyde.

Birkaç sene önce İzmir’deki ayakkabı fuarında stand açmış bir arkadaşımı ziyaret ettiğimde ayakkabı defilesi saatine denk gelmiştim. Ülkemizin en tanınmış mankenleri, yılın en soğuk günlerinden bir tanesinde üzerlerine giydikleri yok denecek kadar az giysi ile ayakkabı tanıtıyorlardı. Podyumda bir gidip bir geliyor, podyumun en ucunda durup uzaklarda tepelerdeki bir yerlere bakıyorlardı. Giydikleri ayakkabılar kasıklarına kadar çıkan model bile olsalar en ön sıradaki kafa kalabalığı dışında görülme imkanı olmamasına rağmen kasıktan yukarıya kadar olan bölüm için içeride inanılmaz bir izdiham yaşanıyordu. Ön sıra haricinde kimsenin bir tane olsun ayakkabı göremeyeceği bir ayakkabı defilesinde alkış kıyamet gırla gidiyordu. Bu tezahürat ayakkabı modellerine değildi.

Şimdi gelelim aşağıdaki resime. Sizce bu kadın ne yapıyor?


A – Kalçasında sivilce çıkmış. Sonra da bir güzel patlamış kadın da hem sivilceyi hem de acıyı gizleyebilecek en iyi pozisyonu almış, acısını gizliyor. İyi gizleyememiş.
B – Otomobil fuarına katılmış ben bu modeli gerekirse elimi kullanmadan kullanırım demeye getiriyor.
C – Otomobil fuarına katılmış kendini değil de otomobili sergiliyor.
D – Fuarda mal teşhir ederken yorulmuş, otomobilin oturmak için en uygun yerine ilişmiş dinleniyor.
E - Kendine frikik vermeyi istemezmiş süsü vermiş, frikik vermek için uygun zamanı bekleyerek prim yapıyor.
F - "Zenginin biri gelse beni görse hayatına dahil etse, beni hayatına dahil etmenin ücretini ödese de otomobil tepesinde dikilmekten kurtulsam" diye stratejik hesaplamalara takılmış sanki.
G - "Bu sergi alanındaki en zengin adam kim acaba?" diye düşünmekten yorulmuş yazık.

Şıklar çoğaltılabilir ama kadının orada otomobil tanıtımından başka her türlü işe meze olduğu kesin. İsteyen manken bir diğeri için atıp tutsun, asıl manken benim, öbürleri mankenliğin yüz karası desin görünen köy kılavuz istemez.

Bir zamanlar bir de kıpırdamadan duran bir erkek manken vardı, kıpırdamaması ile meşhurdu. Sonra kıpırdamamaktan emekli olunca zıplamaya başladı. Yapmayın yahu! Zıplamayın böyle.

6 Ocak 2010 Çarşamba

La Defogliazione

Onu son gördüğümde bir dizini yere dayar gibi yapmış, başını önüne eğmiş ayakkabısının bağcığını bağlıyordu. Tercüme bürosunda benimle birlikte asteğmenlik yapmış askerlik arkadaşımdı Namık. Hiçbir kalıba girmeyen, dizginlenilmeyi sevmeyen, kendi öfkesini de dizginlemeyen bir adamdı. Pardesüsünü pelerin gibi omzuna koyarak merdivenleri inerken onu görünce “bu askerliği a.q.du bunlar” diyen bir üst rütbeli subaya, hiç düşünmeden “ne diyor bu ya?” diyebiliyordu. Hiddetlendi mi gizlemeye gerek duymayan özgür bir ruhtu. Yaşça bizlerden büyüktü ama yaş farkını kafaya takmayan tiplerdendi. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca tercüman aramızda gayet iyi anlaşıyor, askerlik gibi değil de sanki modern bir işyerinde yarı ayık günlerimiz alkol buğusunun arkasından izliyorduk.

Nasıl ve ne kadar biliyordu, hatta bildiğine dair kuşkularım vardı ama askerliğini İtalyanca tercüman olarak yapmıştı. İşini seven bir iç mimardı gerçek hayatta. Askere giderken İtalyancaya onun yüzünden merak salıp bir yıl kursa gitmiştim. Bana verdiği İtalyanca deyimler kitabı hala kitaplıkta bir yerlerde duruyor.

Askerlikten sonra da bir müddet görüştük onunla. Ankara’ya yolum düştüğünde eskisi gibi içmeye çıkardık. Onun ev dekorasyon maceraları ile benim macerasız dümdüz hayatımdan izlenimlerimizi değiş tokuş ederdik. Zaman başka insanları sokuyor hayatımıza, yer açarken diğerlerini dışarıya çıkardığımızı farketmiyoruz bile.

Benim için çok tuhaf bir telefon görüşmesi yaptım geçtiğimiz günlerde. Konuştuğum kadın Namık’ın Ankara’da askerlik süresince bulunduğu Anıtkabir yakınlarındaki apartman dairesinin ondan sonraki kim bilir kaçıncı kiracısı ya da ev sahibiydi.

Yıllardır ismini bile düşünmediğim birisi ile aynı mekanı farklı zaman dilimlerinde paylaşan birisi ile konuşuyor olmak tuhaf bir duygu haline soktu beni. İş ile ilgili telefon görüşmelerimde halkla ilişkiler yüzümü giyinirim her zaman, aynı elbiseyi sesime de giydiririm. Gülümseyen, mesafeli bir ses. Adres eşdeşliğini fark ettiğim andaki sesimdeki gülümsemeyi tarif etmeye kalkışacak olsam; bozuk bir buzdolabı gülümsemesine benzetebilirim ancak. Aynı yerle, aynı ben, seneler sonra konuşuyorum ve oradan başkası cevap veriyor, üstelik farklı bir telefon numarasından. Kirli sokak, numara iki daire 2, parka bakan salon bahçesi, salondaki kör şömine.

Telefonu kapattıktan sonra eski kiracısını aramayı düşündüm. On yılı aşan bir süredir görüşmüyorduk. Ankara’da iş için bir süre kaldığım oteli telefon birkaç kez ile aramış, bir akşam çıkalım eskisi gibi Karpiç’te takılalım demiştik ama bir türlü zaman uyuşmazlığını aşamamıştık.

İnternette arattım Namık’ı. Ya Ankara’da ya da Bodrum’da karşıma çıkacağını umuyordum. Bodrumluydu, annesi geleneksel kıyafetlerini bırakmamış has Anadolu kadınlarındandı. Namık lükse markaya tutkun bir tipti ama yakın akrabalarını gizlemeye kalkışan bir tip asla olmamıştı. Oysa iki takım elbise giyince yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyenlerin sergiledikleri tek perdelik komedileri çok görmüştüm. Bugün ailesinden utanan yarın hiç kimseyi beğenmez. Sığlığın o kadarına demir atmanın lüzümu yok zaten, hemen topuklamak lazım.

Son görüşmemizden beş yıl sonra Ankara’da gripten ölmüş. İnternette okudum, iki ay süren ihmal ettiği bir grip üzerine hastaneye yattığında artık çok geç kalınmış. Bir ölümü kimin ile paylaşırsınız? İstanbul’daki Fransızca tercümanı aradım, o da bilmiyormuş. Karşılıklı kırık buzdolapları gibi gülümsedik bir müddet birbirimize. Önce bizler hayatımızda yer açıp başkalarını karşılıyorduk sonra da hayat yer açıyordu işte yeni gelenlere. Yaprak dökümü denilen, böyle başlıyordu anlaşılan.



Namık Nalbantoğlu,

Allah rahmet eylesin.

5 Ocak 2010 Salı

Kabileyi Kızdıranlar

Müzik aşk işi bence. Müziği yapanların akıllarından bir çok şeyi silip hayattan alacaklarını yanlarına alarak kendilerini müziğin içine bırakmaları gerekiyor. Sonradan akıllarına bir şey gelince geriye dönüp de bakmak, kumanya tazelemek yok ama. Bu yola çıkanların geriye dönüşü yok. Geriye dönmeyi kafadan silenlerin işi müzik.

Öbür türlü; “kes”, “yapıştır”, “kestiğinin yarısını öbürünün sonuna ekle”, “vokali tizleştir”, “sesinin yetmediği yere bir yankı ilave et” gibi komutları gerizekalıdan hallice herkes kendi evinde bile yapabiliyor zaten. Elektronik ortamda üretilen sesler bir dönem insana cazip gelip peşine takılınabiliyor ama sonradan eskiyor ilk heves ile cazip sanılan sesler. Seneler sonrasında yabancılık hissetmeden dinlememek mümkün değil. Dönüp dolaşıp akustiğin sularına demir atıyor gerçek müziğe sevdalılar.

Müziğe sevdalıların ülkemizde kayıtlarını müzikseverlere ulaştırmaları imkansız denecek kadar zor olmuş hep. Bazı zihinsel özürlü söz yazarlarının kelime ruleti yolu ile uydurdukları sloganın üzerine ya arabesk yaylıları, ya da cıstaklamaları döşüyorlar, ya da dönem dönem cıstaklamaların yaylılarla birleştiği kakafoni yaratıyorlar. Olan gerçek müziği üretmek isteyip üretemeyenlere oluyor. Kakafoni sattığı için adam gibi müzik satmadığı için kaliteli müziğe prim verecek yapımcı sayısı az olduğu için az ama öz sayıda örneği kalplerimize kadar ulaşıyor temiz müziğin. Lüzumsuz bir takım insanlar lüzümundan fazla ses üretirken duyulası sesler bazen duyulmadan bile unutulup gidiyorlar. Nankör müzik camiasına küsmemeyi başaranlar belki bir belki iki tane albümü müzik severlere ulaşacak kıvama getiriyorlar. 2009 yılı keyifle dinlenebilen ve önümüzdeki yıllarda da keyifle dinlenebilecek birkaç albümü getirdi seslerin dünyasına.

Birincisi Birsen Tezer. Onu ilk kez Bülent Ortaçgil’in 1998 tarihli “Light” albümünde “Kimseye Anlatmadım” şarkısında yaptığı düet ile tanımıştık. Su gibi akan kontrollü bu ses gizemini bir sayfa daha aralayabilmek için 2000 yılını bekledi. Bülent Ortaçgil’e saygı albümü, “Şarkılar Bir Oyundur” daki Çığlık Çığlığa şarkısını seslendiren kadını konuştu meraklısı uzun süre. Acelesi yoktu su gibi çığlık atan kadının, olgunlaşmayı seçti, ya da engelleri geçmek için dokuz seneye ihtiyacı vardı diyelim. Birsen Tezer’in Cihan isimli albümü hoş bir müzikal sürpriz oldu. Piyasa müziklerine ucundan kıyısından bile bulaşmadan, kişiliğinden taviz vermeyen, naif ve kararlı bir albümdü. Sanatçının su gibi sesi eskisinden de güçlü, hüzünlü, neşeli bir sesti artık.

İkincisi Burak Pekün’dü. Temmuz ayının sonlarında Cdlerin sergilendiği raflara raflara sessizce ilişti, çoğu kimse farkına bile varmadı İskele’nin. Söz ve müzikleri Burak Pekün’e ait 1996 ve 2006 yılları arasında yazılmış altı şarkı, mini bir albümde bir araya geldi. Bir araya gelmek için de bestecisinin yanı sıra, Fatih Erkoç enstrümantal performansı, Şenova Ülker trompet ve flugelhornu, Levent Altındağ saksafonu, Erdal Akyol kontrbası, Edward Aris harmanoikası ve Pınar Duruk viyolonseli ile eşlik etti şarkılara. Sonuç öyküleri olan şarkılarını kafa ütülemeden usul usul mırıldanan bir adamın şarkıları ve her biri kendi enstrümanında virtüöz sanatçıların performansları. Tekrar tekrar dinlemekten bıkılmayacak bir albüm daha.

Üçüncüsü Türkiye aşığı iki İngiliz, kendi ifadeleriyle Endi ve Pol, hatırladığımız kadarıyla; seksenlerin sonunda birkaç Zülfü Livaneli albümüne ve Aylin Livaneli albümüne o dönemki grupları “Partners in Crime” ile eşlik etmiş olan Andy Clayburn ve Paul Dwyer. İlk albümlerini minik bir Mustafa Sandal desteği ile doksanların ikinci yarısında çıkarmışlardı: “Belki Yes Belki No”. Kırık ama sevimli Türkçeleri güçlü besteleri ile müzikseverlere ulaşmışlardı. İstanbul için yazılmış en güzel şarkılardan birisi olan “İstanbul” belki hala birkaç hafızada yankılanıyordur arasıra. Ama hiçbir radyoya uğramayacağı kesin bu mandolinli, akordeonlu buruk bir vedayı, hüzünlü bir karşılaşmayı andıran şarkının. İkili 2009 Aralık ayında Endipol ismi ile geri döndü, albümlerinin ismi “Ya Bugün Ya Da Yarın”. Fatih Erkoç, İlhan Şeşen, Kubat, Fuat Güner, Zülfü Livaneli, Ali Rıza Binboğa gibi sesler ile düetleri içeren albüm farklı bir sounda sahip.

Sertab Erener iki single ve bir türkü esintili caz tınılı albümle çıktı ortaya. İlk singılı “Bu Böyle” hayli tutuldu, “Açık Adres” onun izinden gidecek gibi ama versiyon sayısı az olduğu için ilki kadar tutmayacak diye düşünüyorum. Albüm Demir Demirkan ile uzun soluklu bir projenin ürünü. “Painted on Water” Sertab hem telafuz engellerini büyük ölçüde aşmış hem de şarkılar kulağa yadırgatıcı gelmiyor, farklı bir deney olmuş müziğimizde.

Mazhar Fuat Özkan ilk albümünü uzun mu uzun, hatta upuzun müzisyenlik yıllarından sonra çıkarmıştı, “Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar” müziği sevenlerin ağızlarında çifte kavrulmuş tad olup kalmıştı. ikinci albümünü sessiz sedasız hazırladığına dair haberler duyuluyordu geçen yıl ama kitap formatında bir çalışma beklemiyorduk. “Mazhar Olmak” MFÖ ve Mazhar Alanson’un köşetaşaları olmuş bazı şarkılarının hikayelerini yazarının el yazısıyla anlatıyor bize. Sabredip sonuna kadar okursanız sonunda bir CD bekliyor sizi. Ya da CD çalara takıp, dinlerken de inceleyebilirsiniz kitabı. Mazhar bazı şarkılarını yeniden söylemek istemiş, CD’yi bir oturuşta bir gecede kaydetmiş. İçine sinmemiş aylarca stüdyoya kapanıp her birini oya gibi işlemiş. Elimizdeki CD bir oturuşta kaydedilmiş ilk kayıtlarını içeriyor. Hataları, detoneleri ile sanki Mazhar odaya girmiş sizin için çalıp söylüyor. Hataları olan bir albüm ama bu sahici hali güzel. Kitap kişisel egosu yüksek bir adamı anlatıyor. Yani bildiğiniz Mazhar’ı. İlginç bir deneyim, ülkemizde başka bir örneği yok. Hele “Sanatçının Öyküsü”nü seneler sonra daha yorgun bu sesten dinlediğim için çok mutlu oldum.

Bütün kabile kızar bana
Derler “bu adam çalışmaz mı?”
“Bu adam hep düşünür mü?”
“Bir kuş ölmüş diye üzlür mü?”

Gündüz böyle diyenler
Gece olunca,
Ateşler yakılınca,
Denizler coşunca..

Ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara
Bakın, bakın martılar uçar,
Bakın, bakın yıldızlar koşar,
Bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda…

Bir hüzün çöker bir garip olur insanlar
Yaklaşırlar birbirlerine
Şarkım sürer sabaha kadar
Melekler uçar üstünüzde

Bu sabah uyandırmamışlar beni, ava giden dostlar
Ne güzel, ne güzel....