31 Mart 2012 Cumartesi

Can Sıkıntısı

Kadın kitap okumayı çok seviyordu, okumak onun için artık hobiden daha ileriye geçmiş bir alışkanlıktı. Gelirinin büyük bölümü cilt cilt kitaplara gidiyordu. Herşeyi bir kenara bırakıp, evdeki büyük okuma koltuğunda saatlerce kitaplarının sayfaları içinde kaybolurdu. Ama bir gün, durduk yerde kitaplar eskisi kadar ilginç gelmemeye başladı. Dahası bir kitabı açtığında cümleler gözünde büyüyordu. Nereden çıktığı belli olmayan bu dikkat toplayamama, okuduğuna odaklanamama hali onu sinirlendiriyordu. Çünkü okumak istiyordu, ancak kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın, bir iki sayfadan fazlasını okuyamıyordu. Daha önceleri okumaktan keyif aldığı kitapları koltuğunun kenarına üst üste yığdı. Büyücü, Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı, Kürk Mantolu Madonna, İnce Memed, Suç ve Ceza, Madam Bovary, Leviathan, Şans Müziği, Geniş Geniş Bir Deniz, Kesişen Yazgılar Şatosu, Justine, Gülün Adı gibi kitapların değil bir satırını okumak, yanında durmalarına bile artık tahammül edemiyordu. Acaip bir sıkıntı büyüyordu içinde, kitaplara her dokunduğunda.

Dışarıda okumayı denedi, çantasına birkaç kitap koyup sokaklara çıktı. Parklarda, kafeteryalarda, trende, otobüste, vapurda okumaya çalıştı. Yok, işe yaramıyordu, can sıkıntısı bir türlü yenemiyordu.

Bir arkadaşı, profesyonel destek alması gerektiğini söyledi. Kadın, itirazsız kabul etti. Doktor kadının anlattıklarını sessiz dinledi. Seans sona erdiğinde kargacık burgacık yazısı ile kağıda kısacık bir not düştü, “Bu size iyi gelecek” dedi. Kadın notta yazılanı hemen satın satın aldı, Roberto Bolaño’nun 2666’sıydı önerilen çare. “Bunu kesintisiz okursanız eskisi gibi olacaksınız” demişti doktor.

Kadın, kitapçıda bütün kitap kurtlarının yaptığı gibi kitabı koklarken, eski heyecanın geriye döndüğünü hissetti. 


Resim: Okuyan Kadın - Alexander Deineka

30 Mart 2012 Cuma

Çocuk Oyunu

Çocuk korkuyordu.

Çünkü, hep böyle başlıyordu.

Babası ne zaman sinirlense;

“Otur o koltuğa” diyordu.
Tek kişilik koltuğu işaret ediyordu. 

Çocuk başı önüne eğik, koltuğa oturuken, adam televizyonun sesini kapatıyordu. TV ekranında görüntüler kıpırdıyor, ağızlardan ses çıkmıyordu. Adam yemek masasından çektiği sandalyeyi koltuğun karşısına yerleştirip, çocukla yüzyüze oturuyor, gözlerini çocuktan ayırmıyordu. Sebep; ya kırılmış bir bardak, ya odada oynarken sesini yükseltmiş olması, ya da komşuların top oynamasından şikayet etmesi  oluyordu.

“Sen adam olmazsın”

Çocuk gözlerini kaçırıyordu. Odadaki diğer nesnelere çeviriyordu.

“…yersin dayağı”

Akşamlar adamın verdiği gözdağı  ile başlıyordu. Sonra adam, masaya bardağını koyuyor, buzdolabından yiyecek bir şeyler almaya gidiyordu.

Bu gece de azarlarla başlamıştı. Adam ağzına geleni söylerken çocuk odada uçan sineğin duvara, lambaya, sehpaya uçuşlarını izliyordu. Savaş uçağının motorları muazzam gürültülerle dönerken, avizeden halıya pikelere yapıyordu. Bağırması geçen adam içkisini doldurdu, bir yudum aldı. Mutfaktan tıkırtılar geliyordu.  

Sinek bardağın kenarına kondu. Çocuk kalktı elini büyük bir nefretle bardağın üzerine kapattı. Savaş uçağı denizin derinliklerine gömüldü.



2 Soru

Başlıkta “2 Soru” dediğime bakmayın aslında 1 adet mim bu. Mim konusundaki halim hiç belli olmuyor, bazen hemen yazıyorum bazen de üst üste yığılıyor, yığılıyor, ihmal ediyorum. Unuttuğum mimlerden vicdan azabı duyuyorum, hatırlayınca yazıyorum bazısını. Bu kez; “1’i Yok mu?”dan geldi mim. İnsanın zaman zaman kendine sorabileceği ve cevabını bulmaya çalışacağı sorulardan.

SORU 1:  Hayatınızda ‘artık yok’ dediğiniz şeyler var mı? Eskiden bu yana neler değişti sizce? Neleri özlüyorsunuz peki, neleri yad ediyorsunuz? Ya da aklınıza gelince ‘iyi ki de değişti’ dediğiniz şeyler oluyor mu?

Geçmişe dair özlediğim çok fazla şey yok. Geçmişin geriye gelmeyeceğini bildiğim için kendimi  “ah keşke” diye ciddi biçimdeyormuyorum. Arada nostalji krizine kapılıp buradan kafa ütülesem de, yok valla şu an iyi sanki. Eskiye dair özlediğim insanların samimiyeti sadece. Gerçek bir samimiyetten söz ediyorum. Şimdiki “bundan ne kopartırım bakışlı”insan samimiyetinden bahsetmiyorum.

Mesleğim gereği uzun yıllar insanlarla zaman geçirmek bana karşılaştığım insanların kişiliklerine dair ipuçlarını hızlı biçimde birleştirmeyi öğretti. Sahte samimiyete kolay kanmıyorum. Sosyal ortamları paylaştığım kişilere ben de medeniyetin gerektirdiği kadar, ilgili gibi davranabilirim, ama kimseden bir şey kopartmayı uygun görmediğim gibi o menfaat uğruna yaklaşan kıtipsiyoz yaratıkları, asalakları gayet hızlı tanırım. Ama bu kendi gizli menfaati uğruna yakınlık gösteren budalaların haline de öte yandan hayli eğlenirim.

Bence arkadaşlık, karşısındakinin etinden, sütünden, yününden yararlanmak değildir. Bu yola sapanlardan ne ahbap olur, ne de dost. Bir de görünüyor kardeşim, hele ahmak olup da açıkgöz entel ayağına yatmış olanlarda iki misli görünüyor.

SORU 2: Hayatınızda neyin değişmesini isterdiniz? Yeni bir eşya, yeni bir hayat ya da yeni bir icat mı istediğiniz? ‘Hayalimdir…’ dediğiniz bir şey söyler misiniz?

Hayatımda değişmesini istediğim çok fazla bir şey yok, şu ara bir değişiklik ile haşır nelşir vaziyetteyim. Onun keyfini çıkarmaya çalışıyorum. O sonuçlandıktan sonra yapacağım şey üzerine de çaba harcar vaziyetteyim. Bu senenin sonuna doğru olmasını beklediğim bir başka şey var, O da olsun düşünürüz.

Hayalim olan, hep yazan bir insan olarak kalmak istiyorum. Buradan paylaştıklarım dışında yazdıklarımın gün ışığına çıkıp başkaları tarafından okunabilmesi de en büyük hayalim sanırım. Küçük hayalim de bu ülkede işlerin yüzde sekseni “eş, ahbap, dost ve akraba” kontenjanından yürüyor kanısındayım. O yüzden çevirmenlik yapma hayallerim hep suya düşüyor yaptığım baçvuruların her birine olumsuz yanıt alıyorum. Çok güzel cümle kurabilen ama yalan yanlış çeviren bir sürü insanın da o çevirme eylemini hatır gönülle aldığına inancım artık iyice pekişti. Zorla kıytırık bir çeviri koparacak olsam bunun da kontenjandan girenlerin kıvırmakta iyice zorlanacağı, canlarını üzmek istemedikleri metinler olacağını gayet iyi biliyorum. Dertliyim, çünkü bu konuda yaptığım 22 başvuruya da henüz yanıt almadım. Kontenjan güllerinin arasında belki birkaç nadir düzgün çevirmen vardır son yıllarda bilemem. Sözüm onlara değil. Ama çevirmenler çemberine kılım aralarına bu iş için gereken donanıma sahip olanları almakta direndikleri için. Ama bir gün, bir kitabın içinde adı çevirmen olarak yazılı olsun istiyorum. Bakalım. Göreceğiz.

Mim için teşekkürler ben de bu mimi, eğer yazmak isterlerse sevgili; Sessiz Prenses ve Bolat’a gönderiyorum. 

Sevgiler.  .  





29 Mart 2012 Perşembe

Filmlerde Beni Geren Anlar

Gerilim filmlerini izlemeye bayılırım. Nitekim türü ne olursa olsun izlemeye dayanamadığım film anları şunlardır;

- Filmdeki esas oğlan ya da kadın ya da bambaşka biri gizlice birinin odasını, çekmecesin,i, şurasını veya burasını gizlice karıştırmaya gitti miydi gerim gerilirm. Gerçek hayatta olabilecek bir şeydir o anda yakalanma riski olan kimse filmin kötü adamı dahi olsa gerim gerim gerilirm. Dahası ekrana bile bakamadığım olur.

- Yakın çekimde gösterilen insan vücudundaki kanlı kesikleri film içinde görmek beni deli eder, bakamam, içim kalkar.

- Haksız yere suçlanmış insanların kendilerini filmlerde müdafaa etmeleri,ne sinir olurum. Herkes söz birliği etmiş gibi bunların karşısındadır. Yürek dayanamaz izlemeye.


Resim: Rebecca'dan bir sahhe: Meşum Miss Danvers,
evin hanımını intihar etmesinin kendisi için en iyi seçim olduğuna
ikna etti edecek iken.

Bu sahnede;
Joan Fontaine, ömür boyu nefret duyduğu kardeşi
Olivia de Havilland'ı jayal edip oynuyor olmalı.

Fazlalık

Adamın biri Kuğulu Park’ta esrarengiz bir biçimde ortadan kayboldu. Öğle saatleriydi, içerisi kalabalıktı; adam parkın bir kapısından öbür kapısına doğru aheste yürüyordu. Aniden yer yarıldı da içine girdi sanki; adam yok oldu. O sırada adamın etrafında bulunanların hepsi bu tuhaf olaya şahit oldu. Kendileri kadar sıradan, normal bir adam nasıl olmuştu da aniden kayıplara karışmıştı? Bilim kurgu filmlerindeki gibiydi; adam bir adım daha atmak üzereyken, sanki eriyerek havaya karışmıştı.

En siyasi haberde de, en saçma haberde de sesini duyguyla titreten, kırçıl saçlı, kır bıyıklı haber spikeri; olayı TV ekranından anlatırken ağlamaklıydı. Sıradan bir adam sıra dışı bir biçimde sırra kadem basmıştı. Halbuki sıra dışılıklar kendisine yaraşırdı. Halk spikerin duyduğu üzüntüden ötürü ağlamaklı olduğunu sandı, oysa kıskancından deliye dönmüştü.

Olay günlerce soruşturuldu, görgü tanıkları kendilerine doğru uzatılan her mikrofona gördüklerini anlattı, anlattı. Gazeteler üç, dört gün kadar bu sansasyonel haberi ön sayfalarına taşıdı. Üzerinden bir hafta geçmemişti ki, haber de adam gibi gündemden kayboldu. Olayı görenler bile yaşadıklarını unuttular.

Adama ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bir kişi hariç: Yazar; parkta her zamanki yerinde oturmuş, aylardır üzerinde uğraşmakta olduğu romanını düşünüyordu. Birden bu adamın, romana katkısı olmayan bir fazlalıktan ibaret olduğunu fark etti. 


28 Mart 2012 Çarşamba

Ayrı Cümleler

Öngörü paylaşımı 
ve geleneklerin sessizliği...
Geride kalanla 
Bugün.

Görsel derinleşme evreninde
cümleleri ayıran;
     fotoğraflar,
     şiirler
     ve giriş kapılarına giden yollar.


Radikal Gazetesi'nin "Hayat" Eki,
21 Nisan 2011, Perşembe, Sayfa 9

27 Mart 2012 Salı

Dikkat Yaratık!!

Alien serisinin beşinci durağı olan Prometheus'a, heyecan içinde gün saymakta iken; Allah korusun o yaratık dünya da olsaydı eğer ne yapardık diye düşündüm bir an. Meğer benden önce düşünenler de çıkmış. Yaratık için trafik levhası aşağıdakine benzer bir şey olurdu sanırım.Camları sımsıkı kapatır basar gaza, geçerdik. 


Dunning & Kruger Sendromu

Bildiğiniz "cahil cesareti"ne denir. Yani, az bilen insanların, kendini çok biliyor zannetmesinden başka bir şey değildir.

Justin Kruger ve David Dunning'in ünlü deneyi ile literatüre geçmiştir: Cornell Üniversitesi'nden bir grup üniversite öğrencisi denek üzerinde yapılan testlerde, mantıksal çıkarımlar, gramer bilgisi ve mizah duygusu test edilmiş; testlerden sonra deneklerden kendi sıralamalarını tahmin etmeleri istenmiştir. En alt yüzde onluk dilimde yer almış olan kimselerin büyük kısmı, kendilerinin ilk yüzde otuzun içinde olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa gerçekten iyi sonuç elde etmiş olan denekler, mütevazı davranıp sıralamalarını olduğundan daha düşük tahmin etmişlerdir. Bunu yaparken de "bana kolay gelen herkese kolay gelmiştir" düşüncesine kapılmışlardır.

Kimbilir, belki bu deney; neden işinin ehli insanlar tarafından yönetilmediğimizi biraz olsun açıklayabilir...



Resim: Danielle Stolle 



              


26 Mart 2012 Pazartesi

Origami: Yunus

Olivia Newton-John 1981 yılında Physical albümünün birçok şarkısı ile dünyada hit olmuştu.  Albümde bir de sessiz sedası bir şarkı vardı: "The Promise (Dolphin Song)" 
Şöyle diyordu şarkıda;

“Yunus şarkımda;
Bir tane olsun yanlışı düzeltsem,
Yola koyulurken aklımda olanı,
Bir kişiye olsun farkettirebilsem
Birinin daha umurunda olsa
Sana verdiğim sözü tutmuş olacağım”


Dalgaların arasında yunuslarla yüzer gibi bir melodisi vardı. 




Meraklısına Linkler;

Esin

Rus Yazar Vladimir Paskov’u keşfettiğim seneydi; “Hazar Denizi İnsanları” üçlemesinin ilk kitabı olan “Hüzünlü Rivayetler” isimli kitabının İngilizce baskısını eski kitaplar satan bir yerde bulmuştum. Hakkında o güne kadar hiçbir şey duymamıştım. İnternetin henüz adının bile geçmediği yıllardı. Ankara’da ilk yılımdı..Üçlemenin diğer iki kitabını okumak için yılların geçmesi gerekiyordu.


Kışın ofiste sıkıntıdan patlıyordum Ama havalar ısınınca yakındaki Kuğulu Park’a gider olmuştum. Oturduğum yerde,  takmaya bir türlü alışamadığım kravatımı gevşetir, gömleğimin yakaların açar, kendimce boğulmama önlemleri alarak, Hüzünlü Rivayetler’in altını çizdidiğim satılarlarını okur, bazen de insanları izler, etrafa kulak kabartırdım. Etraftaki seslerin insanın içindeki bir öyküyü nasıl tetikleyeceğini yeni yeni öğreniyor, bol bol gözlem yapıyordum. Park baharla birlikte uyanıyordu ve giderek daha kalabalık hale geliyordu. Birkaç öğlen tatilimi orada geçirince, siyah takım elbiseli bir adamın da benim gibi hep suyun kenarındaki banklara oturmakta olduğunu fark ettim: etrafı izliyordu. Siması o kadar tanıdıktı ki. Kuğulara ekmek atan insanlara büyük bir ilgi ile bakıyor ve ardından elindeki deftere notlar alıyordu.


Bir gün, elimdeki kitabın arka sayfasını çevirdim, yazarının fotoürafına  baktım. Evet hiç şüphe yoktu, parktaki siyahlı adam, kitabını aylardır hayranlıkla okuduğum yazarın ta kendisiydi.  


İkimiz de parkın müdavimi olmuştuk. Bir öğlen, kuğuların ekmekleri yemesiyle heyecanlanmış çığlıklar atan bir erkek çocuğunu gülümseyerek izlediğini fark ettim. Çocuk yarı beline kadar suyun içindeydi, annesi telaş içinde suya girmiş, kuğu ise istifini bile bozmamıştı. Meraklı kalabalık dağılınca Vladimir Paskov not defterine izlediği anı hızla kaydetmeye başlamıştı. Ondan özenerek elimdeki kitabın en son sayfasına ben de notlar aldım. Başımı kaldırdığımda beni ilgi ile süzmekte olduğunu gördüm.  Cesaretimi itoplayıp kendisi ile konuşabilir, kitabını imzalamasını rica edebilirdim. Ama yapamadım. Yazın ilk günlerinde Bay Paskov gitti. Onu bir daha hiç görmedim.  

Birkaç sene sonra internetten son çıkan kitabı “Gerekçesiz Özürler” isimli kitabını sipariş ettim. Kuğulu bir parkın etrafında geçen olaylar zincirini anlatıyordu. Parkın müdavimleri arasında takım elbisesinden nefret eden,  sürekli kravatını çözmeye çalışan, oturduğu yerden insanları gözleyen sarışın delikanlıyı anlattığı bölüm benim için büyük sürpiz oldu. O satırları defalarca okudum. Karater değildi, kısacık bir tiplemeydi, ama kimden esinlenildiğini çok iyi biliyordum.   

Kitapları hala çok satan, birçok dile çevrilen, ülkemizi gizlice ziyaret edip uzun süre kalan  bu yazarın dilimize hala çevrilmemiş olmasına hep hayret etmişimdir. 



Resim: Danielle Stolle

25 Mart 2012 Pazar

Gölge Falı

Çocukluğumda evdeki ansiklopedileri okumaktan büyük keyif alırdım. Sayfaların arasında kaybolur, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım. Bir keresinde oluduklarımdan çok korkmuştum.Hayat Ansiklopedisi’nin “G-I cildi” elimde, oturmuş, vakit öldürüyordum. Orada ilk kez gördüm “Gölge Falı"nı.Yazılanlara göre, gerçekleşme olasılığı hayli yüksek bir fal türüymüş. Uzun yıllar sebat edip de bu falı bakmasını öğrenenler. sahip oldukları bilgiyi hep kendilerine saklarlarmış. Fal gün ışığı altında bakılabiliyormuş. Kişinin yüzüne doğrudan ya da, yansıyarak gelen gün ışığının, yüzlerde oluşturduğu gölgeler anlamlandırılnaya çalışılırmış. Günün saatine göre yüzde oluşan türlü şekillere bakılarak kişilerin karakter analizi, yakın ve uzak geleceğinde olacak olayları bir güzel okurmuş Gölge Falını bilenler. Falın gerçekleşmesinin tek şartı, fala bakan kişinin gördüklerini  kimselere söylememesiymiş. Eğer gölge falına bakan kötü niyetli ise her hangi bir şekilde karşısındakini uyarmak maksadıyla, ya da onu kıskanıp da gelecekte başına gelecek bir iyi olayı sırf hasetinden dillendirirse, falcının başına çok kötü şeyler gelirmiş. Moğolların ve Hindistan’ın Kuzey yörelerindekilerin bu falı ilk uygulayanlar olduğu biliniyormuş. Yazılanlar bu kadardı. İnsanların yüzlerine bakılarak geleceklerinin öngörülmesi fikri beni çok korkutmuştu.

Sonra uzun yıllar Gölge Falı ile ilgili başkaca bilgilere ulaşmaya çalıştım. Birkaç sene öncesine kadar çabalarımın hepsi boşa gitti. Artık, Gölge Falı’na ilişkin herhangi bir bilgiye ulaşmaktan umudu kestiğim sırada,,  İstanbul’da Tarihi Yarımada’da, çınar ağaçlarının altındaki bir sahafta, Osmanlıca yazılmış bir kitap geçti elime, yazarın ismi belirsizdi. Nusret Efendi Risalesi’nde alınan birkaç bölümü de  içeren bu kitabın ismi “Esrar-ı Huruf”tu. Büyülerden, büyü bozmaya, aldanıp üç isimliler’in hizmeti altına girmiş insanları tanımaktan, ayna ile yapılan tuzaklara, su falına kadar her şey yazılıydı bu kitapta. Son bölümünde ise İzmir’in şimdiki Karşıyaka ilçesindeki Naldöken yöresinde, Gölge Falı’na bakan bir tarikattin mevcudiyetinden bahsediliyordu. Sonunda aradığımı bulmuştum. Merakla okumaya devam ettim Tarikat 200 yğüzyıl kadar varlığını sürdürmüş, Ege Bölgesin^de nüfuz sahibi olmuştu. Ancak. 16. Yüzyılın başlarında tarikat üyelerinin hepsi de  tuhaf biçimde, iz bırakmaksızın ortadan kaybolmuşlardı. Tarikattin çınar yaprağını andıran sembolü kitabın içinde acemice çizilmişti. Bu işin ustalarının yaz aylarında baktığı falların ve özellikle çınar ağaçlarının altında yüze vuran yaprak gölgeleri ve güneş ışığının; falı bakılanın geleceğşne kapılar açtıpından söz ediliyordu. Alın bölgesinin geçmiş ve şimdiki zamana dair önemli bilgileri sakladığı, göz kenarlarından burun ucuna kara olan bölgenin duygusal geçmiş ve geleceğin izlerini taşıdığını, ki burada sadece aşk yaşamı değil aile, dostlar ve arkadaşlarla olan ilişkileri de görmek mümkündü. Otuz yaş üzeri kişilerde gülme çizgilerinin insanın ömrüne dair ipuçları taşıdığını, doğru okumasını becerenlerin az olduğu, dudak ve bıyun arasında kalan bölgenin de gelecek, umutlar, gelecekle ilgili planların gerçekleşmesine dair bilgileri gizlediği anlatılıyordu. Bu fala dair yöntemler anlatılmıyordu. Mantık aynı kahve falındaki gibiydi. Yüz kahve fincanı yerine geçiyor, gölgeler de kahve telvesinin işini görüyordu. Kahve falına inanıyorsanız eğer çok mantıklıydı anlatılanlar. Bu falda ustalaşanlar aynı kahve falında olduğu gibi baktığı kişinin yüzünden her şeyi anlayabiliyordu. Ama önemli ve tek şartı vardı.: sükût etmek. Falcının falını baktığı kimseye bile faldan bahsetmesi yasaktı. Birkaç sayfa okumuştum ki, dükkan sahibi yanıma geldi ve o kitabı benden istedi.

“Ben yıllardır bunu arıyordum” deyince.
“Şimdi telefonda görüştüğüm müşterime sattım, birazdan gelip alacak” dedi.
Kitabı ona uzatırken gözlerime, yüzüme uzun uzun baktı. O anda farkettim pencerelerden yüzüme düşen güneş ışınlarını.
“Ama” dedim. Sözlerimin gerisini getiremedim. Sanki Hayat Ansiklopedisi’nin sayfaları arasında kaybolmuş o çocuk olmuştum yine. Sahaf da, bir şey söyleyecek oldu, duraksadı.  Kitabı alarak dükkânın arka bölmesine açılan kapıdan geçip gözden kayboldu. Çıkıp gittim, ancak iki gün sonra ayaklarım beni tekrar aynı dükkana götürdü.

 Sahaf uzun saçlı, uzun sakallı bir adamdı, sanki yüzünü saklamak istiyor gibiydi.
 “Geçen günkü kitap.. “dedim..”Okuduğum bölümü görünce gelip aldınız”
Aramızda uzun bir sesszilik oldu. Kendi kendine mırıldanır gibiydi. Ama hala konuşmuyor ve yüzümü inceliyordu. Rahatsız olmuştum. Gün ışığından kaçıp dükkanın içinde ilerledim. Adam bunun üzerine belli belirsiz gülümsedi.
“Peki, neden?” diye sordum.
Adam “Oturun” dedi.

Dakikalar geçti, sessizlik büyüyordu. Konuştu sonra. Kelimelerin arasında uzun uzadıya duraksıyor, tedirgin biçimde cümeleler kuruyordu. Söylemesi gerekenden fazlasını söylemeyecekti. Yüzünden anlamıştım;
“Bu falı bakmasını bilen hiç kimse, Gölge Falı’nın yöntemleri hakkında konuşamaz. Ancak bilmeyenler konuşur. Onların sayısı da giderek azalıyor. Hoş Gölge Falı’nı bilenler de azalıyor. Akıbetlerini bile bile bir an geliyor ki tekniklerini paylaşmadan edemiyorlar. Size şunu anlatabilirim. Gölge falını kitaplardan öğrenemezsiniz; en çoğu evvelsi gün okuduğunuz kitapta yazılı olandır zaten. İnsanların yüzüne gün ışında bakın, yüzlerdeki gölgeleri inceleyin, Siz de görecek göz varsa eğer, gölgelerin anlamları zaman içerisinde size de görünecektir.Ama yüzleri okumayı öğrendiğinizde, kendinize bir iyilik yapın. falına baktığınız kimse en yakınınız olsa dahi konuşmayın. Olur mu?
Ne cevap vereceğimi bilmeden orada kalakaldım.
“Ama insanların geleceğini bilmek ağır bir yük”
“Alışırsınız” dedi. “Ama yine de başlamadan önce vazgeçmeyi denemenizi öneririm” diye ilave etti.

Konuşacağımız fazla bir şey kalmamıştı. “Hoşçakalın” diyerek yerimden kalktım. Beni kapıya kadar geçirdi. Elini sıkmak için dödüm, alnına uzun uzun baktım. Gördüklerimi söylemeyi çok isterdim. Ama artık anlatamam.


Resim: Gölge Falı - D.M.

22 Mart 2012 Perşembe

Sihir

Oturma odasında, sırtı pencereye dönük vaziyette, yanındaki abajurdan gelen ışığa doğru uzattığı kitabını okuyordu. Hava çoktan kararmıştı. O ise zamanın farkında olmaksızın, kendisini elindeki kitabına kaptırmıştı. Müzik setinden kısık sesle dinlediği, klasik müzik yalnızlığına eşlik ediyordu: Bruch’un 1 Numaralı Keman Konçertosu’ydu çalan. En sevdiği parçalardan birisiydi, ama kendisini okumaya o denli kaptırmıştı ki, odasındaki müziği bile duymuyordu.

Çocukluğunda, bir yaz gününde, aniden bir sağanak yağmur bastırmıştı. Temmuz ortasıydı, sanki sonbaharın gölgesi düşüvermişti bunaltan sıcağın orta yerine. Evdeydi ve şimdi olduğu gibi eline bir kitap almış, okumaya koyulmuştu. Yağmur damlalarının sesini dinlerken uykuya yenik düşmüştü. Bir saat kadar sonra uyandığında, kitabının uzandığı divandan yere düştüğünü ve yağmurun dindiğini görmüştü. Üzerinden yaklaşık yirmi yıl kadar geçmiş olmasına rağmen o yaz yağmurundaki minik şekerlemesini unutamamıştı. Yıllar boyunca hep çocukken, yağmurun sesine kulak vererek uyuyakaldığı zamanki keyfin bir benzerini yaşamayı hayal etmişti.

Okumaya kendini kaptırdığı zaman, dünyaları duymuyordu. Bu akşamüstü de öyle olmuştu. Duymadığı sadece odadaki müzik değildi. Dışarıda sağanak yağmur vardı. Kentin sokaklarını, kiremitlerini, camlarını haşin bir yağmur dövüyordu. Çift camlı ve plastik türevinden üretilmiş pencereler dışarıdaki en büyük gürültüyü bile cılız bir inleme gibi geçiriyordu. Hep sesini dinleyerek uyumak istediği yağmur hemen birkaç santim gerisindeki pencerelerden süzülüyordu. Ama o duymuyordu. Birden dışarıdan iki ağır cismin çarpışmasından oluşan bir gürültü geldi. Sonunda pencerelerin koyduğu ses engelini aşabilecek bir ses çıkmıştı. Okuması bölündü. Oturduğu yerden kalkıp, yüzünü pencereden yana çevirdiğinde, yağmuru gördü. İçini çocukça bir sevinç, heyecan kapladı. Dışarıda, kaldırıma park etmeye çalışan bir araç çöp kovasına çarpmıştı. Karşı apartmandaki pencerelerden bir adam başını dışarıya uzatmış, çarpan kişiyi dikkatsizlikle suçluyordu.


Pencereyi açmasıyla; rüzgar, yağmur damlalarını içeriye taşıdı. Dışarıda; trafiğin uğultusu, korna sesleri birbirne karışmıştı. Toprağın kokusu geldi aniden burnuna. Derin bir nefes çekti içine.


Birden perdeler dalgalandı ve işte tam o sırada, sihirli bir şey oldu: önce odaki müzik sesi kesildi, arkasından trafiğin yankılanan gürültüsü ve onun ardından bağıran komşusunun sesi duyulmaz oldu. Geriye sadece yağmur damlalarının sesi kaldı. Yağmurun sesi olmasa bir anlığına sağır olduğunu zannedecekti. Büyük bir dikkatle damlaların sesini dinledi. Tekdüze bir ses değildi bu. Her bir damla düştüğü yüzeye uygun bir ses çıkartıyordu. Balkon demirlerineden başka, camlardan başka, pencere kenarlarından, duvarlardan, ağaç yağraklarından farklı sesler çıkıyordu. Ve damlarlın hızları birbirinden farklı olmalıydı ki her bir yüzeye aynı anda düşmüyordu damlalar. Yağmur damlalarının düşme anları arasındaki saliselik farklar ortaya daha önce hiç dikkat etmediği bir harmoni çıkarmıştı. Tıpkı az önce içeride çalan müzik gibi, aralarında tuhaf bir uyum vardı. Pencerelerdeki damlalar tıpırdıyor, bir an sonra ağaçların olduğu taraftan yapraklara vuran sesler geliyordu. Arada rüzgar önüne gelen her şeyi sarsarak ilerliyor bu da tıpırtıların arasına farklı bir ses katıyordu. Doğanın ahenkli melodisini ilk kez farkediyordu. Çocukluğundaki uyku keyfi gibi, bu anı ölünceye kadar anımsamak istiyordu.

Gözlerini yumdu, yüzünü yağmura uzatarak, çok derin bir nefes çekti içine genç kadın.

Nefesini tuttu, tuttu… 



21 Mart 2012 Çarşamba

Bahşiş

Genç kadın, kafeteryaya haftada iki gün gelen orta yaşlı adamı izlemekten büyük keyif alıyordu. Adam  tek başına oturduğu masasında, kahvesinden büyük bir yudum aldıktan sonra, gözlerini boşlukta bir yerlere dikiyor ve sanki uzakta duran bir kişiyi ya da nesneyi tanımak ister gibi dakikalarca baktıktan sonra aklına gelenleri acele etmeksizin, itinalı bir el yazısı ile ince uçlu bir kalemle yazıyordu. Adam, kafeye öğleden sonraları geliyordu. Tek başına oturup, kahvesini içiyor, notlar yazıyor ve gidiyordu. Birkaç kez kısacık sohbetleri olmuştu.

Kafede çalışanların büyük bölümü adamın egzantrik buluyor ve arkasından alay ediyorlardı. Boşlukta bir yere bakıp, sonra elleri ile masaların üzerine yazı yazar gibi yapıyorlardı. Sonra da kahkaları koyberiyorlardı. Kafedeki hayat çok sıkıcıydı, zaman biraz zor ilerliyordu.


Genç kadının üniversite öğrencisi olması ve harçlığını çıkarmak için o kafede garsonluk yapıyor olması adamın hoşuna gitmişti. İlk kez konuştuklarında; adam sanki bir sırrı paylaşırmış gibi;

 “İnsanın, kendi parasını kendisinin kazanman kadar güzel bir şey yoktur” demişti.
Kız da gülümseyerek;
“Biliyorum” yanıtını vermişti.  
Gülümserken, genç kadının gözleri kısılıyor; kırışıksız yüzünde hoş bir gülümseme genişliyordu. İçten gelerek gülen insanlara değer verirdi adam, kız ise yazmayı sevenlere. Aralarında kısık sesli bir dostluk büyüyordu.

Adam uzun uzadıya yazıyordu. Kız bazı günler ie gitmiyor, okulda oluyordu. Adamın en garip huyu; notlarını masada duran beyaz renkli, minik peçetelerin üzerine alıyor olmasıydı. Hesabı ödeyip kafeteryadan çıktığında, masasının üzerinde, koyu yeşil renkli tükenmez kalemle doldurulmuş  peçete tomarı kalıyordu. Genç kadın bu notları alıp önlüğünün cebine koyuyor, yalnız kaldığı zaman okuyor; sonra da evindeki sarı renkli, büyük bir ayakkabı kutsunun içinde biriktiriyordu. Peçeteler üzerine yazılmış yüzlerce; roman ya da öykü karakteri, uydurma ya da gerçek bir sürü anı, bir yerlere varmayan diyaloglar ile dolu bir kutusu olmuştu genç kadının.

Adamın masada bıraktığı kağıtlar; genç kadının kafeteryada olmadığı günlerde çöp kutusunu boylarken, çalıştığı günler, en cömertinden bahşişin yerine geçiyordu. 



20 Mart 2012 Salı

Sonraki Blog






Yukarıdaki metni ben yazmadım. 

Olasılıklar ile ilgili notlarımın arasında şöyle bir not vardı: "Blog sayfanı aç, 'Sonraki Blog' butonuna bas, karşına çıkan ilk on blogun en yeni yazısının, ilk cümlelerini al ve alt alta yaz." 

Bir kaç hafta önce almış olmalıyım bu notu, zamanını tam anımsamıyorum. Birbiri ile ilgisi olmayan on kişinin farklı zaman dilimlerinde, birbirlerinden bağımsız, habersiz kaleme aldığı cümlelerin alt alta dizilmesi ile ortaya çıkacak metni notumu görünce merak ettim doğrusu. Üstelik, ait olduğu metinin içinde iken belli bir anlam taşıyan cümlenin, bir başka metnin içine bırakılması olasılığının ne o cümleyi yazan kişiler için, ne de benim için de zayıf olasılıklardan olacağını düşünerek başladım düğmeye heves ve merakla basmaya. Öncelikle, nedense benim izlediğim bloglardan hiç bir tanesi ile rastlaşmamış olmak ve daha önce görmediğim kişilerin bloglarına denk gelmiş olmak, bana hayli tuhaf geldi. Öte yandan, iki blog da sürekli karşıma çıktı. Önceden alıntı yaptığım bir blog, tekrar karşıma çıktığında ise; butona tekrar basıp, yoluma devam ettim. Gördüğüm yazıları beğenmemek gibi bir lüksüm yoktu. Önceden planladığım kota dolunca ben de durdum.

Cümleleri kuranların aklında olmayan, yazılma olasılığı sıfıra yakın olan bir metni oluşturmak "Olasılıklar" serisi için iyi bir başlangış olur diye düşünmekle yanılmamışım.   


Kolaj: On Blog - D.M.

Not: Her bir cümleye imlecinizle tıkladığınızda, alıntının yapıldığı bloga erişmeniz mümkündür.

Seçenekler, Olasılıklar, Alışkanlıklar,

İnsan, hayatı boyunca karşısına çıkan seçeneklerin büyük bölümünün farkında olmaksızın yaşıyor. Belki önemli karar anlarında bu seçeneklerimizin farkına varıyoruz. Ancak özümüze serilen seçeneklerden birisini tercih ederken; çoğumuz geleceğimiz üzerine mantıklı biçimde düşünerek karar vermektense, günlük rutinimizin bozulmaması ve alışkın olduğumuz rahatımızın kaçmamasını merkeze koyarak geleceğimizi bugünkü konforumuzun bozulmaması üzerine inşa ediyoruz. Üstelik bu tür kararları hayatımızın dönüm noktası olabilecek bir anda yani seçeneklerimizi görebildiğimiz anlarda veriyoruz. Bir de seçeneklerimizi göremediğimiz anlar var. Günlük koşuşturmaca içinde kimsenin durup da, kendi hayatının bir anında, derin bir nefes alarak, "Ne yapıyorum ben?" diye kendi kendine sorduğu yok. Ben de böyleyim, günlük rutin içinde durup da kendimi düşündüğüm yok. Bunu farkedebilmem için olasılıklar ve seçenekler üzerine bir takım minik öyküler karalamaya başlamam gerekiyormuş.

Geçtiğimiz aylarda, not defterime; ana temasını 'Seçenekler, Olasılıklar, Alışkanlıklar'ın oluşturduğu bir seri öykü fikri karaladım. Çok fazla sayıda notla haşır neşir olunca, ortaya adam gibi, eli yüzü düzgün bir şey çıkarması zor oluyor. Yakalanan fikirler güzel olsa da, bazılarının üzerine eğilmek o anda insanın içinden gelmiyor. "Seçenekler, Olasılıklar, Alışkanlıklar" serisinden iki tane fikri daha bir benimsedim, üzerlerinde biraz uğraşarak, öyküye dönüştürmeyi başardım. 

Önümüzdeki bir kaç gün; kısaca "Olasılıklar" diyeceğim. not defterime karaladığım notlardan arta kalan öykü fikirlerimi buradan yayınlamaya karar verdim. 

19 Mart 2012 Pazartesi

Ve Karabaş Otu

Adam kendisini kaptırmış anlatıyordu. Nasıl dinlemişiz ve neden kaydetmişim bilmiyorum. Son olarak karabaş otunu anlatmasına müsaade ettik.

"Karabaş Otu"

"Mor renkli çiçekleri vardır, kurur çayını yaparsın, ya da çiçeklerinden yağını çıkartırsın. Kafa süpürgesi de denir buna, çayını suyunu içince bütün beyin damarlarını süpürür. Vücuttaki bütün damarları temizler. Hafızayı temizler, sakinleştirir, unutturur. Dinlendirici, rahatlatıcı bir uyku verir. Sinirinizi hoop çeker alır. Ödem söktürücüdür. Sigarayı bıraktırır. Karaciğere iyi gelir. Doğada kokusu kötüdür, kuruyunca da çok güzel kokusu yoktur. Suyunu bir dikişte içmezsem çok zorlanırsın. Yarım çay bardağı dolusunu akşamları için. Burundaki sinüzit iltihabını akıtır, rahatlatır."

Adam bir an nefes almak için susunca biz gidelim dedik:  

-       -   Abi biz gitsek artık.
-        -  Ne güzel konuşuyorduk.
-         - Geç oldu.
-         - E, bu kadar çene yordum sizin için, bir şeyler satın alın da gidin o zaman.
-          - ...


Giderken üç şişe Karabaş otu suyu ile on kutu bitki çayı; Funda, Kekik, Karabaş Otu, Melisa satın aldım. Arkadaşlarım benden daha fazla can kulağıyla dinlemiş olmalılar ki, dükkandaki her şeyden birer tane satın aldılar. 

Geçen gün mutfak dolaplarından birisinde kutu kutu kullanılmamış bitki çaylarını görünce yaptığım ses kaydı aklıma geldi. Kutuların hepsini kaldırdım attım. Karabaş otu sularını da seyahatten sonra bardak bardak içtiğimi anımsadım. Gerçekten kafa süpürgesi imiş, bu seyahate dair bütün izlerim kafamdan silmiş atmış. 


Karabaş Otu

Biberiye, Kekik ve Fesleğen…

Adaçayını bizlere bir çırpıda anlatan adam araya girmemize izin vermeden, tezgahındaki kuru ve  taze bitkileri göstererek anlatmasına devam etti. O anlatırken, raflardaki bitkilerden elde edilen sulara, kuru bitki tutamlarına bakarak onu dinledik mecburmuşuz gibi. Başlangıçta sıkıcı gelse de adamın hevesle anlatışı, konuşurken gözlerinin içinden ışıltıların çıkması bizleri etkilemiş olmalıydı, sözlerinin devamını dinledik:  

"Biberiye"

"Biberiye bolluğun simgesidir. Eski çağlarda ölüleri anmak için kullanılırmış şimdi mutfakta ev hanımlarının kullandığı vakit değme aşcıya taş çıkartacak lezzetler yakaladığı bir tatlandırıcı. Kimin aklına gelirdi değil mi? O eski çağlarda o biberiyenin yaprakları ölülerin üzerine serpilirken şimdi yemeklerin üzerine serpilir oldu. Sadece ölüm deyip iç karartmayayım; Biberiye, ılımlı kışların, uzayan baharın da simgesiymiş o zamanlar. Latince ismi, ‘rosmarinus officnalis.’ Ne manaya gelir açıklasam şaşarsınız. “Deniz nemi” demektir. Ne güzel isim değil mi? Hafif bulantılara iyi gelir, mide gazına iyi gelir, yağı cilt yüzeyindeki kan akışını ağrıtır. BU bitki baş ağrılarına birebir iyi gelir. Bir de Bitkinliğe, yorgunluğa ve bıkkınlığa iyi gelir. Ben bu yaşa geldim bıkmadım bir şeylerden, o yüzden bir bana iyi gelmiyor. Gönül ferahlığı hissetmek istiyorsan biberiye şarabı yapacaksın çğle ve akşam yemeğinden evvel bir çay bardağı içeceksin. Bir litre kaliteli kırmızı şarabı alıyorsun, onbeş gram biberiyeyi, onbeş gram adaçayını katıyorsun içine. Otları sekiz gün bu şarabın içinde gölgelik, serin bir yerde dinlendiriyorsun. Kapağı açık kalsın şarabın. Sekiz gün sonra otları al, bir litre sıcak suyun içinde yarım saat beklet, demini alsın süz, bir yemek kaşığı balı at iyice çalkala. İşte bunu öğlen akşam iç, iyi gelir. Hamilelere, yüksek tansiyonlulara zarardır onlar içmemeli."   

"Şarap ne olacak usta. Dökelim mi?"

"Olur mu hiç, onun da tadı ayrı. İç gitsin."

"Biberiye çayı uykusuzluğa da iyi gelir."

"Kekik"

"Mis gibi kokar zamanı geldimi. Mezarlıklarda yetişirmiş eskiden, o sebep, bunu da ölümle ilişkilendirmişler. Hem tıbbi amaçlı hem de mutfakta lezzet katmak için kullanılır. Kekik yağı değerlidir; romatizmaya, öksürüğe iyi gelir. Çayına karıştırırsan ateş düşürmeye yarar. Hazmetmeyi kolaylaştırır, sinirleri yatıştırır, iştahsızlığa iyi gelir, bağırsak iltihabına iyi gelir, idrar söktürür, kalp çarpıntısını keser, bağırsak solucanlarına düşürmeye yarar, kandaki şeker miktarını azaltır, grip ve anjinde ağrıları azaltır."

"Fesleğen"

"Kokusu hoştur, Domatesle yan yana mis gibi olur yemeklerde. Sindirimi hızlandırır, yatıştırıcı etkisi vardır, mideyi rahatlatır. Mide bulantısını yatıştırır, Sinirliliğe iyi gelir, depresyonlardan çıkartır, uykusuzluğa iyi gelir. Migrende ve boğmaca da denenebilir. Sinek, böcek ısırdımı yaprağını al doğrudan ısırılan yerde ez suyunu sür.  Fesleğen aşkın simgesidir. Geçmişte genç kızlar gelinlik çağa geldiğinde pencerelerinin dışına fesleğen yaprakları koyarlarmış.Talipler çıkıçıkıverirmiş. Bir tatlı kaşığı fesleğeni al, ince, ince kıy,bir su bardağı kaynar suyun içine at haşla, üstü kapalı on dakika kadar beklet, süz, iç günde iki defa."  





Biberiye, Fesleğen, Kekik

18 Mart 2012 Pazar

Origami:Tank

Orhan Veli ne güzle sorgulamış "Bizim Gibi" isimli şiirinde ölüm saçan savaş oyuncaklarının his dünyasını:

Arzulu mudur acaba
Bir tank rüyasında?
Ve ne düşünür tayyare
Yalnız kaldığı zaman

Hep bir ağızdan şarkı söylemesini
Sevmez mi acaba gaz maskeleri
Ay ışığında?

Ve tüfeklerin merhameti yok mudur
Biz insanlar kadar olsun?


Kaıt katlamanın öyle güzel örnekleri var ki; tasarlamak için harcanan zamanı, emeği aklına getirmeden önce bile insan bunun sanat olduğunu düşünüyor. Tankların rüyalarını bir gıdım olsun anlayabilmiş midir acaba bu origami ustası? Sorsak, verir mi acaba şiirdeki soruların yanıtlarını?  



17 Mart 2012 Cumartesi

Adaçayı

Bir kaç sene önce, Bir iş gezisi için Soma - Kırkağaç. arasında seyahat ediyordum. Yanımda iki iş arkadaşım vardı. Kırkağaç. civarlarında, yetmişli yaşlarında bir adam ile tanıştık. Adam ziraat mühendisiymiş, devlet kuruluşunda memuriyetini tamamladıktan sonra, bitki çayları, bitki suları üretmeye başlamış. Konuşmayı fazla sevmese de konu bitkilere geldiğinde susmak bilmeyen, sevimli bir adamdı. Bizlere bir kaç sene önce, bir öğleden sonra; adaçayı, biberiye, kekik, fesleğen ve karabaş otuna dair bildiklerini duraksamadan anlattı. Ben de kaydettim bize anlattıklarını. 

İşte Adaçayı:

"Adaçayı; Latincesi salvia, İngilizcesi sage olan bir bitkidir. Meryemiye olarak da biliniyormuş ama bakın ben yakın zamana kadar bunu bilmiyordum. Buradan gelen, geçen yolculardan bir tanesi dedi geçenlerde. Ülkemizde çok yetişir, yine de çoğu insan doğada görse görse tanımaz. Bir çoğumuz da bardakta çayını görse tanımaz ancak tadından ya da keskin kokusundan anlar adaçayı olduğunu. Kimilerine kokusu ağır gelir, duysa gönlü bulanır, azıcık limon sıkacaksın o vakit içine daha bir katlanılır olur. Bunun çayının tadına tadananlar lak lak bardak bardak kana kana içerler kış aylarında. Halbuki bilmezler fazlası zarardır, hamilelerin uzak durması kendi ve yavrularının lehlerine olur.Bunu yurt dışında, et yemeklerini pişirirken de kullanıyorlarmış, ben denemeyi göze alamadım ama bakarsın bir deneyeni çıkar."

"Adaçayı şans getirir derler. Doğru mudur acaba? Hem şans getiriyorsa da kime getiriyor değil mi? Şuna şans getirdi diyebileceğim kadar yakınen tanık olmadım. O kadarını bilmiyorum."

"Bunu alacaksın yapraklarını gölgede kurutacaksın, iyice kuruyunca incecik incecik kıyacaksın, sonra da hava almayan kaplarda yıllarca, yıllarca, saklayacaksın. O kadar yıl geçse de kokusu hafiflemeyen bir bitkidir bu. Adaçayının antibakteriyel özellikleri vardır. Bununla gargara yapacaksın diş etlerini, geniz etlerini tertemiz edeceksin. Britanyalı bilim adamları bunun yapraklarının insan hafızası üzerine etkili olduğunu sonucuna varmışlar. Bakın ben her gün içerim adaçayını, hafızam bugüne kadar hiç tık demedi. Doğru söylüyor olabilirler ama insan bilemiyor tabi. Bademcik iltihabına iyi gelir bak, unutma sakın. Ada çayı gargarası yaptın mıydı çarçabuk iyileşirsin. Bir şeyciğin kalmaz. Ardarda sekiz sabah aç karnına bundan bir tutam yersen sıtmaya iyi gelir. Kurutulmuş ada çayını pipoya koyup içerdim eskiden, çok hoş kokusu olurdu, şimdi ciğerlerim bırakmıyor, dumanı alamıyorum, yapamıyorum artık.




Adaçayı Kolaj - D.M.

16 Mart 2012 Cuma

Derdini Anlatabilen Tişört

Kime sorsanız bir tane yabancı dili bildiğini iddia eder. Ne kadar biliyorsun diye soran olduğunda da, grameri sular seller gibi şahane biliyorum ama kelime haznem dar der. Biraz kurcalasanız derdini anlatacak kadar dil bildiği ortaya çıkar. Bu iyi bir şeydir. İnsanın yaban ellerde derdini anlatabilmesi yani. Bildiğiniz gibi derdini anlatmayan derman bulamaz ve sora sora Bağdat bile bulunabilir. Tabii o kent bu ara pek revaçta olmasa da bir zamanlar oraya da gidilmek istendiği unutulmamalı.  

Ola ki dil bilmiyor, ne yapsanız ne etseniz öğrenemiyorsanız.Yani dil öğrenme engellisiniz diyelim, bir de çok paranız var gezmeden duramıyorsunuz. Sürekli yabancı ülkelere uçuyorsunuz. Bu tişört tam size göre. Sırtınıza geçridiğiniz gibi yola koyuluyorsunuz. Önünüze gelene önce göğsünüzdeki resimlerden birini, ardından da en ortadaki soru işaretini işaret parmağınız ile gösteriyorsunuz. Karşınızdaki derdinizi şıp diye anlıyor. Ve derdinize dili döndüğünce derman oluyor. . 

Farklı renkleri de mevcut. Ne dersiniz. Yakışır değil mi?



15 Mart 2012 Perşembe

Evde Tek Başına

Evlerinde evcil hayvan besleyenlerin, bu canlılarla kurdukları dostluklar çok sağlam olur. Öncelikle hayvanın onlara verdiği sevgi karşılıksızdır. Onlara iyi de davransanız, kötü de davransanız, sizden korksa da sizi sevmeye devam ederler. Çoğu hayvan dostu, evlerini paylaştığı bu canlılara laf söyletmezler. Onlar için kötü laf söyleyen insanları hayatlarından silip atanlarına bile rastlanır. Onlara başkalarının kötü davranmasına dayanamazlar. Yılın büyük bölümünü onlarla birlikte geçirirler; peki ya tatil zamanları? Hayvanlar evde tek başlarına kalırlar. Ya da sahipleri çalışıyorsa; kedi, köpek, kuş evde yalnız, endişe iiçinde sahiplerinin geri dönmesini beklerler; odaları dolaşır, sahibinin elbiselerini koklar, kediyse hırsını almak için koltukların kumaşlarını, halıları, perdeleri tırmalar, köpekse mobilyaları, koltukları kemirmeye başlar. Ama sahibi eve yaklaştığında nasıl olur bilinmez, apartman kapısının önünde duran araçtan onun ineceğini hemen anlarlar; kapının önünde pür neşe. "İşte buradayım" dercesine sahiplerini karşılarlar.

Resimde sahibinin yokluğunda kapıldığı melankoliyi saklandığı çamaşır makinesinin içinde dindirmeye çalışan bir kedi görüyorsunuz.  


14 Mart 2012 Çarşamba

ATM Manzaraları

Banka ATM'lerinde işlem yapmak bir çok sebepten ötürü, en sevdiğim işlerden değil.  Zaten sırada beklemeyi oldum olası sevmem. ATM önünde sıra varsa ve işim ertelenebilir ya da biraz daha bekleyebilir bir işlemse sıraya girmem; yürür geçerim. Belki ileride bir yerlerde, daha sakin bir ATM bulurum ümidine bel bağlarım. 

Sırada beklemeyi sevmeyişimin sebebi, zaman darlığı ya da beklemeye tahammülsüzlük değil. Biliyorum ki bir sıra varsa saygısızlıkta sınır tanımayan Türk insanı mutlaka bir punduna getirip birisinin önüne geçmeyi planlar. Bir kaç ay önce Kadıköye'de, Bostanlı dolmuşunu beklerken, adamın teki önümde bitti. Benden sıra kapcağını sanıyordu, sefil yaratık. "N'apıyorsun sen? Niye önüme geçiyorsun acelen mi var?" diye söylenerek adamın önüne tekrar geçince, utanacağına gevelemeye başladı. İşin komik yanı o sırada, sıranın en sonunda ben vardım. Adam, durağa benden sonra gelmesine rağmen, en sonda olmamak için benim önüme geçmeye kalkışmıştı (Bir nevi en sona kalma endişesi). O sırada bir kişi daha girdi kuyruğa ve adam en sonuncu olmaktan kurtuldu. ATM önleri de böyle işte; sırada üç kişiden fazla bekleyen varsa, birisi bir vesile ile önünüze geçmeye kalkışacaktır hiç kuşkunuz olmasın. Geçenlerde bir ATM önünde sıraya girdim. Sıra dediysem öyle ahım şahım bir sıra değil, sıradan bir sıraydı; işlem yapan kişi ve arkasında ben bekliyordum, hemen bitişikte bir ATM daha vardı ve orada da işlem yapan bir kişi ve onun arkasında bekleyen bir kadın vardı. Benim önümdekinin işlemi çabuk bitti, kartım elimdeydi, bir adım attım kartımı uygun girişe sokuyordum ki yan tarafta bekleyen kadın aniden "Sıra benim" dedi. Gülerek "Kesinlikle inanmıyorum" dedim. Kadın sinirli sinirli saçlarını titreterek, yüksek sesle itiraza koyuldu. Meğer iki yerde de sırayı bekliyormuş da ne varmış canım da. "Valla öyle iki yerde birden beklemen beni bağlamaz" dedim, oralı olmadım fazla. Sanırım kimi insanlar ATM önlerini benimsiyorlar, oraları hep kendilerinin sanıyorlar. Ben "ATM protokolü" diyorum bu cihazların en ön sıralarına geçmeye can atan kitle mensuplarına. 

Sırada beklemenin en yoran kısmı, bazen tuhaf insanların arkasına düşmüş olmak - ATM sevdalıları diyorum bu tuhaf tiplere de. Sanki adamların borsada trilyonları var da, ATM önünde manevra edip trilyonlarına trilyon katacaklar misali, hafiften arpacı kumrusunun uzaktan akrabası gibi düşünüp duruyorlar. Resmen kafa patlatıyorlar, altılı ganyanda talihin peşinden koşturmaya çalışan binlerce atlı gibi bunlar. Bakma, yeter artık, bir de tuşa bas değil mi? Baktıkça tuşların sırrına erecekler sanki. Bankamatik kullanmasını beceremeyen, oradaki tuhaf işlemlere yabancı insanlara hiç bir sözüm yok. O ekranların karmakarışık olması onların suçu değil. Bankacı olduğum dönemde ATM'lerle ilgili olarak kendimce çok şahane  önerilerim vardı:

- Müşterilere banka kartı verirken bir nevi zeka testi yapalım, verdikleri yanıtlara göre onların kartı makineye girdiğinde önlerine yüzlerce abuk sabuk menü çıkmasın; daha basit, daha sade, daha anlaşılması kolay ve yalın bir ATM ekranına maruz kalsınlar ve ATM'de kolayca işlem yaptıkları için de müşteri memnuniyet, hatta sırada bekleyenler üzerinde de alternatif müşteri memnuniyeti olsun.

- Olmaz bu yanlış anlaşılır, müşterilere geri zekalı dediğimizi zannederler.

- O zaman müşteriye banka kartı verirken mini bir anket yapalım; hangi işlemleri makinede yapmayı öngörüyorlarsa müşteriye özel, istediği işlemlerden oluşan bir menü çıksın karşılarına. Günün birinde diğer işlemleri yapmak isterlerse diye de en kenarda "öbür işlemler" diye bir düğme dursun.

- Olmaz müşterinin acelsi varsa işler aksar.

- Müşetilerin bankamatikteki işlem alışkanlıklarını takip edelim en çok yaptığı beş işlem çeşidi ilk menüde görüsün, altıncı işlem butonu olarak yine "öbür işlemler" butonu olsun.

- Müşteri memnuniyeti sağlayamayız böyle.

- Bence kesin sağlarız hem müşteri memnun olur hem de sırada daha az bekleyenler memnun kalır.

Yok önerilerimin hiçbir tanesi rağbet görmedi. ATM ekranına baka baka gördükleri karmakarışık ekranların anlamını çözmeye çalışıp, bekleyip, bekletip, sonra da bıkıp hiç işlem yapmadan çekip giden insanlar çoğunlukta. Bankalar ATM ekranlarını sadeleştirmek yerine, şube dışı bankacılık kanallarına koydukları ürün sayılarının fazlalığı ile böbürlenmekten insanları sıraya sokup, onlardan metazori çaldıkları zamanın hesabını yapmıyorlar.

Diyelim sıra size geldi. Arkanızda bekleyenin nefes alış verişini ense kökünüzde hissedeceksiniz illaki. Türk, alınganlığı ile meşhurdur. Yetişkin ya da çocuk olması farketmez; yüzde doksan dokuzu - bakın ne kadar da kesin konuşuyorum - alınganlığı ile komik durumlara düştüğünü anlamaz, ne yapar ne eder, alınacak bir sebep her halükarda bulur. Tepegöz gibi tepenizden bakıp yaptığınız işlemi görmeye çalışan meraklıya "Bakma kardeşim" diye ikaz ettiğinizde artık alınganlığın bini bir para olur. Siz onun en doğal hakkı olan sizi dikizleme hakkına müdahale etmiş olduğunuz için pozlara bürünür. Geçen gün uzun boyluyum diye dertlenmiştim,. faydasını ATM'de işlem yaparken ardımsıra biri bekliyorsa görüyorum. Bir kaplıyorum ekranı endamım ile, omuzlarım ile, feriştahı gelse ne işlem yaptığımı anlayamaz. Ekran ve ben baş başa kalıyoruz. Saatlerce o ekrana bakıp, dalıp dalıp gidebilme ihtimalini ile aramıza kimsenin giremeyeceğini bilmek bile içimi ürpertiyor. 



İşte ATM Manzaraları: O sıraların dilleri olsa da, konuşsalar. En acıklısı da doğudaki illerimizden birinden çekilmiş karlı fotoğraf. Baksanıza cihaz yarı bele kadar kar altında, adam çömelip de sokabilmiş banka kartını.