31 Aralık 2013 Salı

Sıradaki...

Bu da bitti,
...gelsin sıradaki!

Ama rica etsem şöyle aşağıdaki gibi gelebilir mi?

(Elbette istediği seçenekten başlayabilir)


26 Aralık 2013 Perşembe

Filmler Üzerine Konuşuyoruz

Geçtiğimiz salı akşamı üçüncü kez konuştuk filmler üzerine. 

Her oturumumuz saat 18 de bir kısa film ile başlıyor. İzlediğimiz kısa film üzerine söyleşiyor ve o akşamki asıl filmimizi çözümlemeye çalışıyoruz. Toplantımız 20:30 gibi bitiyor. 

Sinema üzerine sunumlarım ilk kez geçen yıl bu vakitlerde başlamıştı, "Cumalı* Seferis Gökyüzü Derneği'nin konuşmacı konuğu olarak yaptığım "Kış ve Sinema" ile Alfred'in Kuşları başlıklı iki sunumumun verdiği cesaret ile bu işe kalkıştım. İlkinde kış duygusunu yoğun biçimde barındıran dört film ve yapıldıkları döneme dair konuşmuştum. The Last Laugh, I Girasoli, La Sirene du Mississippi ve Mİshima: A Life in 4 Chapters filmleriden kısa parçalar üzerinden kışı anlatırken  kış temasının geçmişe özlemi de barındırıp barındırmadığını tartışmıştık. "Alfred'in Kuşları" başlıklı konuşmada ise filmlerinden görüntüler eşliğinde Hitchcock filmlerinde bazen aleni bazen gizliden kullanılan kuşları incelemiştik. 

Kasım sonundan bu yana iki haftada bir, Kafka, Frances Ha ve Smoke filmlerini tartıştık bugüne kadar. Ocak ayında devam edeceğiz. 


Smoke: Paul Auster'ın sinema ile ilk buluması, senaryosu "Auggie Wren'in Noel Öyküsü"nden yla çıkılarak yazar tarafından tamamlanmış ve filme yönetmen olarak elinin değdiği de biliniyor. 


Frances HA, Noah Baumbach'ın yönettiği Fransız yeni dalgasından izler taşıyam kendini iyi hisset filmlerinden, film bittiği anda okurun zihninde yeniden başlıyor hoş finali sebebiyle. Frances HA'nın yaşamının dizginlerini eline almaya çalışmasını, yani çocukluk ile genç kadınlık arasında sıkışmış bir kadının büyüme öyküsü hepimize ayrı ilham vermiş olmalı ki, hayli uzun konuştuk bu film üzerine. 

,
Kafka: S. Soderbergh'in ikinci filmi 1991 yapımı. Yönetmeinin bu filmle işi bitmemiş olmalı ki, 2013 de ilave sahneleri çekip tüm filmi almanca seslendirmesi ile tamamladı. Seyircisine yeni hali ile yakında yeniden kavuşacağa benziyor. Siyah beyaz film Kafka'nın eserlerinden derin izler taşıyor, aniden renklendiği bölmün anlamı üzerine sıkı bir beyin fırtınası yaşadık.


25 Aralık 2013 Çarşamba

Sayın İzan Sahibi Birey

Ahmak aç gözlülerce yönetilen her ahmak başına ne gelirse gelsin Tanrı'dan deyip, üzerine bir de mutlu olduğunu sanırken her aklı başında, ar ve izan sahibi birey bir gün geliyor biçim değiştiriyor, munislikten arınıp hesap sorası geliyormuş demek.

Siz ne durumdasınız?

Saint Etienne, Fransa... 
Bir duvar gerçeği.

24 Aralık 2013 Salı

Fen Bilimlerinden İki Nostaljik Kural Yokladı Zihnimi, Kalın Bir Bere Takayım, Neme Lazım.

Orta okul yılarında fen bilgisi dersimizde öğretilen iki bilimsel gerçeğe dair ifade hep aklımda kaldı. Günlük hayat pratiği içinde sokak arşınlayan vatandaşın bu konudaki ısrarcı cehaletini uygulamadan kaldırmayı akıl edememesi nedeniyle daha bir hayli süre aklımı işgal edeceğe benzeyen ilk ifade şu:
"İki farklı madde aynı anda aynı yerde bulunamaz." 
Gel de bunu kaldırımlarda birbirlerinin üzerine tırmanırcasına  yürüyen vatandaşa anlat science hocası. 

İkinci  bilimsel gerçeğimiz ise şu:
"Madde yoktan var edilemez, var olan madde yok edilemez, (Ancak biçim değiştirebilir)"
Madem yoktan var edilemiyor  öyleyse nerden geldi bu trilyonlar, trilaylomlar, v.s.

Şimdi anladın mı neden cehalete dört elle sarılan sarılana pek sevgili science hocası? 



Afiş Rusya'da bir izlüyon gösterisinin ilanı için tasarlanmış. İnsanlarının gözünün önünde güya yoktan var edip, var olanı yok ettikleri eğlenceliklerden birinin duyurusu.

  .

23 Aralık 2013 Pazartesi

Son Kadehim Bu Düzen İçin

İster beğenelim ister beğenmeyelim,
üç şansımız var bizim:
dün, bugün ve yarın.

Üç bile değil hatta
düşünür der ki zira
dün dündedir
hatırasıdır bizde kalan
tıpkı koparılmış bir gülün
solan taçyaprağı gibi


Kaldı mı elimizde
iki kart sadece:
Şimdi ve gelecek.

İki bile değil hatta
herkes bilir bu gerçeği
şimdinin varolmadığını
sadece geçmişi sarmaladığını
ve tıpkı gençlik gibi
tüketildiğini...

Sonunda elde kalan,
bir tek yarın.
İşte o asla gelmeyecek gün için
kaldırıyorum kadehimi.

böyle gelmiş bu düzen,
hepsi bu.

Nicanor Parra

(Çeviren: D.M.)


22 Aralık 2013 Pazar

Şerefinize!

Bu gönderiyi internette "şerefe" kelimesinin anlamını bulmaya çalışıp da, "camilerde ezanın okunduğu yer" ifadesinden başka bir anlamına rastlamamış olanlar için yazıyorum. Ciddi sözlük diye geçinen yerlerde bu sözün içki kadehleri okuşturulurken söylenen bir söz olduğu anlamını silme gayreti bariz zira. Yüzlerce yıldır söylenen bir kelimeyi unutturmak üç beş öküze mi kaldı bilmiyorum ama, şeref ve haysiyetin boyutu bir iki katlandığında bir ayakkabı kutusuna sığıyormuş.

Bunu da gördük geçtiğimiz günlerde.

Şerefinize!

Siz gene de kutuarınızı dekoratif amaçlı olara kulanmaktan şaşmayın. :)


29 Kasım 2013 Cuma

Su'nun Kitapları

Su Blackwell kitaplara neler yapıyor neler.

Aşağıdaki resim yaptıklarının basit örneklerinden biri diyeyim gerisini siz hayal edin, ya da sitesini bir ziyaret edin derim.

Benim favorim Italo Calvino'dan "Ağaca Tüneyen Baron" kitabına yaptıkları. (Detaylara dikkat!)

Biraz da Gezelim.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Virginia Woolf'tan Çıktık Yola

Virginia Woolf'un  "Kendine Ait Bir Oda" adlı kitabının başlarındaki bir bölümde, "Oxbridge" Üniversitesi'ni ziyaret etmekte olan kadın kahramanı bahçedeki çimlere bastığı için din adamı bir erkek tarafından sert biçimde uyarılır: 

"Yüzünde öfkeli bir ifade vardı, Aklımdan ziyade içgüdülerim yardımıma koştu; o bir klise görevlisi, bense bir kadındım. Burası çimenlik bir alandı; ileride de yürüyüş yolu vardı. Çimenlerin üzerinde yalnızca öğretim görevlileri ve öğrencilerin yani sadece erkeklerin yürümeye hakkı vardı. Benim yolum çakıllı yürüyüş yolu idi."  

Sözü geçen kadın kahraman Virginia'dan başkası değildir. Bellidir ki sırf kadın olduğu için çimlerin üzerinde yürüyememek, ikinci sınıf insan muamelesi görmek gücüne gitmiştir. Acaba ikaz edildiği gün düşünceleri ile yıllar sonra bir çok kadını, feminizm akımını ve bir çok yazarı etkileyeceğini hayal etmiş midir? "Kendine Ait Bir Oda"  yıllar sonra bir çok kadının elinden düşürmediği önemli kitaplardan olmuştur. Üstelik Woolf'un en kolay okunan kitabı olduğu söylenebilir. Çünkü ana teması somuttur: "kadın ve edebiyat". Yazıldığı dönemde erkeklerin kadın yazarlara alaycı tonlarda yönelttikleri bir sual vardır: "Madem bizlere eşit düşünme yetisine sahip olduğunuzu ileri sürüyorsunuz, o halde neden yüzyıllardan beri Shakespeare gibi bir deha çıkartamıyorsunuz?" Woolf kütüphane raflarında uzun uzadıya gezindikten ve kadın yazarlara dair bir tarihçe çıkardıktan sonra bu soruya esaslı bir yanıt verir küçük hacimli ancak içerik olarak hayli yüklü kitabı ile. "Önce para kazanın" der kadınlara, "sonra da kendinize ait bir oda, tamamen kendinize ait boş zamanlar yaratın ve yazın. Erkekler ne der diye düşünmeden yazın." Onun bu çağrısı pek çok kadın üzerinde etkili olmuş ve cesurca yazmaya koyulmuşlardır. 

Woolf roman sanatına getirdiği yenilikler ve bilinç akışı tekniğine kattığı kendi yorumu sayesinde; kadın erkek diye ayırmaksızın kendi dönemindeki ve sonraki dönemlerdeki yazarları da etkiledi. 

Virginia Woolf'un kitleleri etkileyen yazma tarzzına nasıl ulaştığına dair sırlar ise elbette geçmişinde gizli. Anne ve babası ile ablasının kişilikleri yazdıklarının üzerinde hayli etkili olmuştur. Bir de entellektüel bir çevrede doğmuş ve yaşamış olmasına rağmen abilerinin aksine kız kardeşlerin evde eğitim almak zorunda kalmışlığı onun içinde farklı muameleye dair farkındalığınının erken gelişmesine sebep olmuştur. Onüç yaşında iken annesinin ölümü ile üzerinden bir türlü atamayacağı, annesinin beğenisini ve onayını alamamış olmanın verdiği bir ruh haline bürünür ve eserlerinin beğenilmeyeceğine dair kuşkuyu bir türlü içinden atamaz. "Annem ne der?"  takıntısından bir türlü kurtulamaz. Zekâ düzeyinin yüksekliği ve bir çok özelliğini babasından almıştır, babasını belki de annesinden fazla sevmektedir. Ablası Vanessa'yı ise duygusal sorunlarında sığınılacak bir liman olarak görmüştür. 

Annesinin ölümü ile ilk sinir buhranını yaşayan Woolf hayatının geri kalan bölümünde de ruhsal dengesilikler yaşayacaktır.




20 Kasım 2013 Çarşamba

Londra Sokaklarında

Ellerindeki seyahat kitaplarından okuyarak, satır satır geziyorlar ülkemizi. Üstelik kitaplar şaşırtıcı derecede güncel. Ama ne yazık ki bizim böyle gezi kitaplarımız yok. O zaman ne yapacağız? Romanlardan medet umacağız. Farzedelim Londra sokaklarını keşfe çıkmak istiyoruz, rehberimiz kim olmalı diye iyice bir düşünmek lazım. Eski Londra'yı mı öğrenmek isatiyoruz? O zaman gelsin Charles Dickens'dan; Olvier Twist ve David Copperfield. Bu iki minik kahramanın peşinden Londra'nın karanlık sokaklarına dair hayallere dalmak mümkün. Hele o "İki Şehrin Hikayesi" yok mu? Onunla Paris ile Londra'yı karşılaştıra kıyaslaya gezmek olası. Dickens'dan sonra gelsin Sör ünvanlı Arthur Conan Doyle ve ölümsüz karakteri Sherlock Holmes'un peşine takılmayı kim istemez? 

Hep eski mi dediğinizi duyar gibiyim. Merak etmeyin seçeneklerimiz bol. Modern Londra'yı Ian Mc Ewan'ın "Cumartesi"si ile ve J.G. Ballard'ın "Millenyum İnsanları" ile gözler büyümüş vaziyette, hayranlıkla gezebiliriz mesela. Ama benim tercihim Virginia Woolf''un çizdiği Londra haritasından yana. "Mrs Dalloway" kitabının sayfalarını açıp, iki farklı karakterin peşinde Londra sokaklarında dolanmayı başka bir şeye değişmem.  Joyce'un Ullyses'de yaptığı gibi bir gün Londra sokaklarında dolandırır Woolf okurlarını. İki savaş arasında bir gündür anlatılan. Kitap güzel bir açılış cümlesi ile başlar: "Mrs. Dalloway çiçekleri kendi alacaktı."  Okur bu cümlenin peşinden öykünün içine rahatça dalıverir. 

Kitaba ismini veren Clarissa Dalloway akşam vereceği davetin hazırlıklarını tamamlamak uğruna sokaklardan geçerken, romanın gizli kahramanı Septimus Warren Smith aynı sokaklardan karanlık amacının peşinde geçmektedir. Biz de Londra'yı iki farklı rotadan izleriz. 

Bayan Dalloway'in Bond Caddesi'ne doğru olan yolculuğu romanın en ünlü pargarflarından biri olan Big Ben'in vuruşu ile başlar: "Kaç yıldır oturuyor Westminster'da? Yirmi Küsür yıl olmalı.  İnsan trafiğinin ortasında ya da gecenin bir yarısında uyandığında garip bir sesszilik olduğuna kalıbını basardı Clarissa. Daha doğrusu açıklanamz bir sessziliğin içinde gizemli bir şeyler duyardı Big Ben vurmadan az önce. İşte! Yine vuruyor. Önce tatlı bir uyarı, sonra asıl kaçınılmaz ses. Havada eriyen kurşundan halkalar."

Bu paragraf dikkatli okurun beynine bir soru işareti kondurur: "Acaba kaçı vurdu saat?




19 Kasım 2013 Salı

Ne Olacak Bu Ayşegül'ün Hali?

Bir zamanlar Ayşegül Aldinç vardı. 

Hala da var. 

Ve elbette popüler kültür her tür aracı kullanarak geçmişi yağmalarken, Ayşegül de araç olmuştu iki sene kadar önce. Şimdilerde güzel bir Sertab Erener şarkısını yeniden yorumluyor ya, anımsayayım dedim kendi kendime.  

İşte şarkı şuracıkta

Söz konusu fotoğraf da aşağıda. 

Kâh onun gibi, kâh bunun gibi, kâh Sertab gibi... Ne olacak bu Ayşegül'ün hali?  



12 Kasım 2013 Salı

Tanrı Kitap Severleri Seviyor Olmalı


Beylikdüzü'ne fuar için gitmek yorucu bir deneyim. Hele Kadıköy tarafından yola çıkacaksanız kendi kendinizi cezalandırmak üzere yola koyulur gibisiniz. Bu kez fuara bir tek kitap bile almamak kararı ile giden ben, 12 adet kitapla geri dönmeyi başardım. 

Fuar hengameli bir deneyim, standların yerleşimi okuyucudan ziyade stand görevlilerini rahat ettirmeye yönelik gibi (Metis'in standı hariç). Hele bir de yazarlar imza salonunda değil de standda imza atıyorsa izdiham sıkıntıyı büyütüyor. Kitap seçmeye yani elinize alıp arka kapağı okuyup, içini karıştırmaya uygun bir ortam fuar alanlarında sağlanamıyor. Bu sadece İstanbul'da görülen bir hata değil geçtiğimiz dönemlerde katıldığım tüm kitap fuarları okuyucu dostu değildi. 



Fuar alanından metrobüse bindim, ilk durak olduğu için rahat biçimde Cevizlibağ'a geldim. Söğütlüçeşme için aktarmamı yaptım itiş tepiş aracın kapısına bir yere sıkıştım. Bir iki  durak geçmişti ki elim kolum dolu ve ayakta gitmek iyice zul gelmeye başladı. İzmirliler bildiğiniz gibi sıkıntıya gelemez pek. "Tanrım bir mucize olsa da ben de oturarak gitsem" düşünceleri ile derhal hayale daldım elbette. İşte o anda aklımdan geçen mucize başıma geldi. 

Otobüsün lastiği patladı. Ön kapıya tüneyen ben olduğum için yeni gelen bomboş otobüse ilk ben binerek rahat rahat ve kitaplarımı kurcalayarak son durağa kadar geldim. 

Tanrı kitap severleri seviyor arkadaşlar.

Bu sefer edindiğim kitaplar şunlar:
Kara Kitap'ın Sırları
Küçük Prens'in Güzel Hikayesi
Okuma Günlüğü - Alberto Manguel
Bütün İnsanlar Yalancıdır - Alberto Manguel (ilk kez yabancı bir yazardan imzalı kitabım oldu, üstelik imza süresi dolmuş standdan ayrılmıştı :)  )
Ses Taklitçisi - Thomas Bernhard
Gelelim onur konuğu Çin'e ayrılan bölümden edindiğim kitaplara
Golden Treasury of Chinese Poetry in Han Wei and Six Dynasties
300 Tang Poems
Dialogue with 2 Contemporary Chinese Writers (Mo Yan dahil, entersan ropörtaj yazıları)
Tales from Tibetan Opera
Unravelling the Mystery, Chinese Faces (Çinlileri anlamak, vücut dillerini okumak için enteresan bir kitap)
China in the Movies
Chinese Literature (biröykü ve novella antolojisi)

Bu kitapalrın arasında en ilginç bulduklarım ise,
İlki daha önce bahsettiğim, Yaşar Kemal imzalı İlk Sözler

İkincisi "Küçük Prens'in Güzel Hikayesi. Kitabın oluşma öyküsünü anlatıyor, yazılışından basımına giden süreyi fotoğraflarla, orijinal metinden fotoğraflar ile ve bugüne kadar yapılmış Küçük Prens kitabından sayfaları içerdiği gibi, kitapta yer almamış sayfalara da yer veriyor. Bu hali ile "kamera arkası görüntüler" ve "silinmiş sahneler" içeren bir DVD yi andıran bir kitap. Elbette bir böüm de bildiğimiz "Küçük Prens"e ayrılmış. Mavi Bulut yayınlarından küçük büyük tüm okurlara hediye adeta. Kitapla bir verilen Küçük Prens kitabı görünümlü defter de cabası. Önümüzdeki bir yıl boyunca dostlarıma alacağım doğum günü hediyesi de diyebilirim artık buna :)


Son ilginç kitap ise, Orhan Pamuk'un Kara Kitabının hazırlanma sürecini konu alıyor. Kara Kitap'ın Sırları. Yazarın kendi eli ile yazdığı notlardan, çizdiği rsimlere, kendi hayatının gizemlerine dokunan bölümlere kadar bir çok ayrıntı yer alıyor. Bu işin mutfağına kayıtsız kalamayan okurlar için biçilmiş kaftan.



Hiç kitap almayacağım derken 12 kitap ile çıktım bir de alamadğım için pişmanlık duyduğum kitap var. O da Radikal Gazetesinin seçtiklerinden oluşmuş bir derleme.

Neyse..

Bir daha başka fuardan bir daha kitap mitap almayacağım. 

Söz.  
 

11 Kasım 2013 Pazartesi

Solamante Tu

Bu akustik şarıyı beğeniyorum bu ara. Solamante Tu, Pablo Alboran'dan. Yaban ellerin "O ses" birincisi.







9 Kasım 2013 Cumartesi

Detaylar...

Sahaflara düşmüş anıları kaldırmaya devam. Bunlar Kadıköy'de bulduğum fotoğraflardan detaylar.

İki kız kardeş. Aynaya başını dayamış düşünceli bir kadın gibi, ama değil. Bir elin parmakları kadar benzeşen iki kadın. 


Ordu Evi'nde bir yılbaşı balosu.
- Anlamıyor musunuz kuzum? Çekmeyin diyorum size.


Aynı balodan bir küçük kız. Masum gözlerinde gezinen minik bir dilek:
"O kadar mesudum ki, dilerim bu fevkalade gece nihayet bulmasın."


Yalova'da, bir apartman dairesi. Misafirlerini uğurlamak üzere balkona çıkmış bir kadın. Ellerinin arasındaki oyuncak kediye dikkat!


Bir geçit resminden...
- Şinasi Bey bu yılki üniformaları müdafaa etmeyin bana reca ederim. Zira bu denli rüküş fener alayı görülmüş hadise değil 

Sahaflarda eski resimler kuruş hesabı ile alıcı bula dursun. Bizlerden geriye bunlar da kalmayacak desem fazla mı içli olurum, yoksa az mı elektronik kalırım... 

Bilemiyorum. 

:) 

8 Kasım 2013 Cuma

İlk Sözler

32. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı'na bir tane olsun kitap almamak için gittim. Ha, ha, ha. Gülünür böyle bir iddiaya elbette. Aldıklarımı şu an sayamamakla birlikte, yeni kitaplarım arasında bana en ilginç gelenlerini buradan paylaşmak istedim.

Yaşar Kemal kitaplarının ilk cümlelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş bu avuç içinden de minik kitap Yapı Kredi Yayınları'nın fuar için hazırladığı hoş bir şıklık. Kitabın içindeki ayracı bile unutmamışlar. Aldığım gibi muska niyetine kaldırdım çantama. Arada çıkarıp birer cümle okumayı planlıyorum. Belki iki de olur, bilemem. Ne de olsa aldığım kararlara uzun süre bağlı kalamıyorum kitaplar söz konusu olduğunda. 


Fotoğraftakiler: 
Kitap: Yaşar Kemal - İlk Sözler, YKY 2013
Sol el: Vladimir
Masa: Fuardaki bir masa.

25 Ekim 2013 Cuma

Carrie'nin Derdi

Carrie, Stephen King'in ilk çok satan kitaplarından. 1974 yılında yayımlanmasının ardından Brian De Palma yönetiminde sinemaya uyarlanmış, lise yıllarımızın akla ziyan filmlerinden olmuştu. 2013'te yeniden çevrildi. Başlıca rollerde ilkinde olduğu gibi iki iyi oyuncu var: Julianne Moore ve Chlöe Moretz... 
Lisedeki silik öğrencilerden Carrie, telekinetik güçleri olduğunu farkeder. 
Tanıtım filminden şu cümle geçer "Ya günün birinde herşeyi değiştirebilecek güce sahip olduğunu farkedersen?" 
İşte herşeyi değiştirebilecek güç bu filmin anahtarı. 
Din ile kafayı bozmuş, bağnazlık çıtasını gıdım indirmemekte kararlı annesinin baskılarından ve okulda kendisi ile alay eden tiplerden kafayı sıyırmış debelenen zavallı, ezik Carrie dizginleri kendince eline almaya kalkışınca olan olur. Bir lise dolusu insan ona ettiklerinin bedelini hayatları ile öderler. 
Politik doğruluk ile kafayı sıyırmış amerikalıların eğretilemelerinden biri bu film. 
Ezik, alay konusu, silik öğrencilerin babalarının silahını alıp kendisini kötü hissetmesine sebep olmuş çocuklardan, öğretmenlerden, büyüklerinden intikam alma çabaları son yıllarda ABD'de gündemden inmeyen olaylardan. Her yıl benzeri bir facia yaşanıyor. Hal böyle iken bu film eziklerin hayatlarının gidişatına dur demek için kendi silahlarını kuşanan ve ileride kuşanacak olanlara yapılmış bir güzelleme gibi duruyor. 
Filmi izleyecek olanlar, ekranda olan bitene kendilerini kaptırmadan evvel, lütfen akıllarından Columbine Lisesi'nden başlayarak tüm çocuk katliamlarını geçirsinler. 




Aslanım Benim

178 Numaralı İtirafımdır: 
Bunca yıldur ne zaman birisine "Aslanım benim!" dediysem hep MGM aslanının kastetmişimdir. Sonra da içimden "Nurlar içinde yatsın" diye iyi dileklerde bulunmuşumdur ki, meğer o aslan bir tane değilmiş. O aslan; Leo, Tanner, Jackie'ymiş. Dahası aralarında ismi konulmamış bir aslan bile varmış. 

Bir aslan kendine isim bile koydutmadıysa korkulur o aslandan arkadaş. 

Bundan sonra "Aslanım Benim" dediğimde o isimsiz aslanı kastedeceğim. Haberiniz olsun.  

Fotoğraf: MGM Aslanları


24 Ekim 2013 Perşembe

Hayaller ve Fasulyeler

Reklam dünyasının insanların anı dünyasını harabeye çevirmesini kanıksadık senelerdir. Yine de şarkı sözlerinin çikolata, araba, banka, çorba gibi ürünlerin isimleri ile yinelenmesi iç acıtmaya devam ediyor. İlk Mazhar'ın şarkılarını kırpıp reklam uğruna kuşa döndürmesi ile başladık sanırım bu acıyı tatmaya: TV'yi açmıştım ve en sevdiğim şarkılardan biri çalıyordu. "Bu sabah yağmur var İstanbul'da" diyordu alıştığımız ses ama anne sesi dinler gibi masum değildi artık. Gerisi geldi ve şarkı sözlerinin talanı büyüdü.

"Sweet Dreams" şarkısını ilk çıktığı sıralarda Annie Lennox'un sesine vurulmuştum. Eurythmics'i derhal takibe aldım. Yıllar geçse de şarkı benim için eskimedi. Farklı tarz ve türlerin kapısını benim için açmış şarkı olarak kaldı. O şarkının izinden yürüyerek yeni türleri, yeni grupları buldum. Sweet Dreams benim gibi bir çok kişiyi etkilemiş olmalı ki, yeniden kaydeden çok solist ve grup oldu (Nez dahil). Marilyn Manson'un yaptığı versiyon dışındakileri aklıma takmadım, duymazdan geldim. Ta ki geçtiğimiz günlere kadar. Bir kaç gündür ne zaman TV'yi açsam reklamlara denk geliyorum ve her seferinde sevdiğim bu şarkı sevilmesi mümkün olmayan biçimde kulağıma çarpıyor. "Sweet dreams are made of this" kısmını gençten, peltek bir ses okuyor. Kimin yorumudur bilmiyorum ama "Sweet beans are made of this" diyor yemin ederim size. Kendimi tutamıyorum, hayallerin fasulyelere dönüşmesi ile ilgili kurgular canlandırıyorum beynimde.     

Tablo: Lichtenstein - Sweet Dreams

23 Ekim 2013 Çarşamba

Şerburg Şemsiyeleri

Yağmur zamanı yakındır, şemsiyeleri saklandıkları yerden çıkarmak yararımıza olabilir. Hayatımda bir kez şemsiye kaybettim, şemsiye konusunda takıntılıyım. Döner son kez içeriye bakarım. İşte budur kaybetmeme sırrım. Kimisi de sık unutur, ne diyeyim. Unutulan şemsiye mutlaka birinin işine yarayacaktır. Müsterih olsunlar. 

"Eskiler alırım, şemsiyeler alırım".  

Eskilerden bir şemsiye şarkısı düştü aklıma. 

Catherine Denevue'ü görüntüleme sırası Jacques Démy'de bu sefer... 

Ve sene 1964... 

Ve Şerburg'dayız, 

Aman, şemsiyelere dikkat!...


Meraklısına Şarkılar:

15 Ekim 2013 Salı

İyi Şeyler...

Geleceğe, çocuklara, dağlara, taşlara, çiçeklere, iyi niyetli insanlara iyi şeyler dilerim. Bayramınız kutlu olsun. 





13 Ekim 2013 Pazar

Görünmez Kaza

İnsanların, hayvanların, nesnelerin, grup çalışmalarının sonunu getiren kazalar var. Ancak görünmez kaza diye bir şey yok. Hepsi görünür. Görünmez şeyler; izansızlık, dikkatsizlik, sorumsuzluk, umursamazlık, bakar körlük, edepsizlik, rezillik, ego yüksekliği, ego yüksekliği ile ters orantılı zeka düzeyi - kısaca beyinsizlik, hazımsızlık, ekelik, tekelik, inat, dediğim dedik çaldığım düdükçübaşılık, kepazelik, ahmaklık, zevzeklik, üç ay evvel gördüğünü yeni gördüğğünü sanıp üç ay sonrasına ertlemeyi cevvalik sanmak, tembellik, basiretsizlik vs. Bunları görüp de kazadan evvel söyleyenin kötü kabul edildiği coğrafyada elbette kazalara görünmez kaza denilecek. Tekerlek kırılınca yol gösteren çok olur. (Atasözlerimizin her birinde olduğu gibi buradaki isimler ve fiiller de sadece örnek olsun diye cümlenin içinden geçmektedir, birebir alakası olduğuna yormamak ehven olabilir. İhtimal bu ya) Ondan sonra ayıkla pirincin görünmez kazasını. :) 

Görünmez kazadan ziyade görünen eza diyorum ben bu salaklıklara. Gerçi benim de bu yaygın hastalığın farkına varmam yıllarımı aldı. Uçaktaydım ve kabin görevlisi önümde oturan kadına çay servisi yaparken aksi yönde oturan bir yolcu ile cilveleşirken benim arkamda oturan biri yüksek sesle:

- "Görünen kaza"

demişti ki, çay bardağı yolcunun üzerine olnca haşlaklığı ile...

O gün bugündür görünmez denen kazaları evvelden farkedebilecek biçimde etrafımda dönenleri izliyorum. Çoğunu olmadan görüyorum ve hiçbiri uyarılarımı dinlememiş oluyor. Hödüklüğü düzeltemiyorsun. 






10 Ekim 2013 Perşembe

Odur!

Göz bu. Torba değil ki, büzesin. Bir de algıda seçicilik illeti var insanın başına bela. İç alemlerini alır da dışına dışına vurur adamın. Kayar elbette göz, algılarının "bak" dediği yere. İnsan görmek istemediği yere bakar mı, yoksa gözlerini kapar mı?
Unutmayalım; bir atasözümüz der ki "Dervişin fikrindeki neyse zikrindeki de odur"





2 Ekim 2013 Çarşamba

Datça'nın Nesi Meşhur?

Beşinci Datça Öykü günleri yarın başlıyor,
Dördüncü Nihat Akkaraca Öykü Ödülleri etkinliklerin son gününde verilecek.
Üçüncülük ödülünü almak üzere orada olacağım.
5, 4, ve 3...
Rakamların bu şekilde dizilişi numerolojide bir şeye delalet eder mi bilemiyorum...
İlk kez Datça'ya gidiyorum, ilk kez yazdığım bir öykü ile ödül alacağım.
- "Heyecan var mı? "
- "Hafiften, yani evet."
"Ateş" isimli öyküm, "Fantastik Türk Filmleri Sözlüğü" isimli öykü dosyamdandı.
Hava yağmurlu olmasa keşke diyorum.
Yola koyuluyorum.
Datça'nın nesi meşhur? Bilmiyorum.





1 Ekim 2013 Salı

Babil Kitaplığı'ndan Kum Kitabı'na

Borges “Kum Kitabı” adlı öyküsünde kendisini andıran, Arjantin Ulusal Kütüphanesi’nden emekli bir adamın başına gelenleri anlatır. Kapısını çalan gizemli bir kitap satıcısı ona kum kitabını uzatır.

“Çantasını açıp, kitabı masanın üzerine koydu. Birçok elden geçtiğine kuşku yoktu. İncelerken, alışılmamış ağırlığı beni şaşırttı. Rastgele açtım. Tanımadığım bir el yazısıydı. Sayfalar oldukça yıpranmıştı, İncil'de olduğu gibi iki sütun olarak basılmıştı. Metinler sıkışıktı ve bentler halinde düzenlenmişti. Sayfaların üst köşelerinde Arap sayıları yer alıyordu. Asıl ilgimi çeken, örneğin çift sayfalardan birinin 40514 numarasını, karşısındaki tek sayfanın ise 999 numarasını taşıması oldu. O sayfayı çevirdim; arkasındaki sekiz haneli bir sayıydı. Sözlüklerde olduğu gibi bir resimle süslüydü; bir çocuk elinden çıkmış gibi, mürekkep kalemiyle beceriksizce dizilmiş bir çapa resmi vardı. 
İşte o zaman yabancı bana: 
"İyi bakın, bir daha asla göremeyeceksiniz," dedi. 
Tam o sayfayı işaretleyip kitabı kapattım. Hemen yeniden açtım ve boşuna çapa resmini aradım sayfa sayfa.
Bir sır vermek istermişçesine sesini alçaltıp: 
"Bu cildi," dedi, “ovaların ortasındaki bir kasabada bir avuç rupi ve bir İncil karşılığında satın aldım. Sahibi en alt kasttan biriydi, okuma yazması yoktu. Kitabın adının Kum Kitabı olduğunu söyledi, çünkü bu kitabın da, kumun da, ne başı var ne sonu.” 
Benden ilk sayfayı aramamı istedi. 
Kendimi boş yere zorluyordum: Kapakla başparmağım arasında her zaman birkaç yaprak kalıyordu.
"Şimdi sonuncuyu arayın."
Denemelerim başarısızlığa uğradı. Artık kendi sesim olmayan bir sesle, dilim dolaşarak: 
"Bu olanaksız," diyebildim. 
"Olanaksız, ama gerçek. Bu kitabın sayfalarının sayısı tam olarak sonsuz. Hiçbiri ilk değil, hiçbiri sonuncu değil.

Kitap kendisine kalır ancak aylarca inziva çekilip kitapla baş başa kaldıktan sonra kitaptan kurtulmayı başarır.

Jorge Luis Borges, öyküde adı geçen kitaba daha sonra başka bir kısa öyküsünde, “Babil Kitaplığı”nın bir paragrafında yer verir. Devasa kütüphanelere gerek olmadığını, kitaplardaki tüm bilgileri içeren sonsuz sayıda sayfadan oluşan bir kitaba sahip olmanın hayalini kurar.

İlk okuduğum zaman, yani doksanlı yılların başında bana doğal olarak fantazi gibi gelmiş bulunan bu iki öykü günümüzde artık birden fazla biçimde gerçekliğe kavuştu. Başı sonu okuyana göre değişen kitaplar ya da bir kutudan çıkan oyuncak formlarını uygulayarak bunu deneyenler oldu. Bilginin elektronik ortama aktarılmasının kaçınılmaz sonucu olarak evlerde kitap yığınları biriktirmeksizin okuma keyfi yaşamanın yolları çeşitlendirildi. Bilgisayarların okumalar için pratik hale getirilmesi ile belki de bir ömür boyu uğraşsanız içindekileri okuyup, bitirmeyi başaramayacağınız, parmağınızın bir kaç dokunuşu ile istediğiniz kitaba geçebileceğiniz elektronik kitap kullananların sayısı hızla artar oldu. Yeni bir kitap aldığı zaman sayfaları burnuna yaklaştırıp kokusunu içine çekmeyi seven kitap severler için soğuk ve itici gelse de, daha ilk denemelerinde eski okuma alışkanlıklarını geride bırakanların sayısı hayli fazla. 


28 Eylül 2013 Cumartesi

Savaşın Yüzlerde Bıraktığı İzler

"Kardeşini öldüren bir genci yargıladılar dün. Bugün, annesini sevmiş birisini. Biri boğularak, kanı akıtılmadan soyluca öldü, diğeri yakıldı. Bir kediyi dövdüler ince söğüt dallarıyla... Seyrettik. Yarın savaştan askerler dönecek, öldürmenin verdiği gururun değiştirdiği yüzleriyle...

Böyle diyor Levent Yılmaz, "Söylemek" isimli şiirinin üçüncü bölümünde. 

Foto-muhabir Lalage Snow sekiz aylık bir süreç zarfında, Afganistan'da göreve gönderilmiş İngiliz askerlerinden bir kısmının yüzlerini gitmeden önce, görev sırasında ve ülkelerine döndüklerinde fotoğraflamış. "We are not dead" isimli fotoğraf serisinden bir kaç örnek aşağıda yer alıyor. Sütunlar farklı kişilere ait, ilk satırdakiler ülkelerindeyken çekilmiş, ikinciler operasyon sırasında, sonuncu satırlar ise ülkelerine döndüklerinden bir süre sonra. Savaşın insanın kalbinde bıraktığı izleri görmek henüz mümkün değilse de yüzlerde, gözlerde yol açtığı değişime tanıklık etmek mümkün. 



Meraklısına Linkler:

27 Eylül 2013 Cuma

Dikkat! Sözüm Kedi Sahiplerine'

Lütfen kedilerinizi taramayı ihmal etmeyiniz. 
Zira mevsim değişikliklerinde tabiatları gereği hayli tüy bırakıyor bu sevimli ve muzır şeyler.  
Tarayın onları mutlu olsunlar. 
Ama böyle değil...
Ananalerimize uygun biçimde.

İmza: Ananaleri uğruna "bana ne"lerinden taviz veren Vladimir. 




Kaptırdık Misafirperverliği

Türk kahvesi, baklava, Hacıvat ile Karagöz, şiş kebap, bozuk saz, döner... Anlamsızlık denizinde boğulup gitmiş basınımızın ifadesine göre bunları zaten kaptırmıştık. Mirasyediler gibi çarçur ettik; ne kahvenin tadı kaldı, ne gölge oyunlarını anımsayan, ne de dürümlerin içinde dönere rastlayan. Son yıllarda adını duyduğumuz ama kendisini görmeyeli hayli uzun zaman geömiş bulunan misafirperverlik de Ege'nin öbür yanına transfer oldu. Dilimizi konuşmaya çalışırken gözlerinin içi gülen, yorulanları evinden, dükkanından içeri buyur eden, alışveriş ettiğinizde bir hediyeyi poşetinize ne yapıp edip ekleyenlerden bu diyarda pek kalmadı. Unutulan, unutturulan ne varsa hepsi, suyun öbür yanında.   

Topakas ailesinin evi. 
Eleni ve güleryüzlü ailesine unuttuklarımızı anımsattığı için teşekkür ederim. 

26 Eylül 2013 Perşembe

Kıpkısa Öykü

Bu Trendeki Herkesten Nefret Ediyorum

En çok da senden!

Richard Grayson, yazarın aynı isimli öykü kitabından kıpkısa bir öykü.
(Çev.: D.M.)



4 Eylül 2013 Çarşamba

Dergimize Öykülerinizi Bekliyoruz

"Aykırı Kuş" isimli dergimizde "Fotoğraflara Öyküler" başlıklı bir bölüm var. Burada yayın kurulumuzun seçtiği fotoğraftan esinleyerek kaleme alınmış bir öykü yer alacak. 

Kasım/Aralık sayımız için "İsmail Ertin"in çektiği bir fotoğraf ı seçtik. Bu fotoğraftan yola çıkarak yazdığınız öyküler arasından seçeceğimiz bir tanesi gelecek sayımızda yayımlanacak. Öyküler word programı ile Times New Roman, 12Pt, 1,5 aralıklı yazılmalı ve bir A4 boyutunda olmalı. 

Yazdığınız öyküleri aykirikus@gmail.com adresine gerçek isim ve soy isminizi belirterek ve konu kısmına "fotoğraf öyküsü" yazdıktan sonra gönderebilirsiniz. 


(fotoğrafı büyütmek için üzerine tıklayınız) 

Fotoğraf lara öyküler dışında da 
yazdığınız kısa öykü, şiir, anı, düzyazılarınızı 
aynı email adresine gönderebilirsiniz. 

http://aykirikus@blogspot.com

30 Ağustos 2013 Cuma

Aykırı Kuş: Tarifi Mümkün Edebiyat Dergisi

Bu seneki hayalim sıfırdan başlayarak bir dergiyi hayata geçirmekti. Bunun için epey ter döktüm, farklı projeler ürettim ve hatta bir tanesi için gerekli bütün izinleri almışken temada yer alan başlıklardan birinin mevsimini geçirdiğim için ilk projemi bir müddeetliğine rafa kaldırmak zorunda kaldım.

Nisan ayında yayınlanan Aykırı Kuş isimli ortak kitabımızdaki ekibe ilavelerden ve aramızdan ayrılanlardan sonra oluşan grup ile yola devam etme kararı aldık. 

Alıştığımız edebiyat dergilerinden farklı bir yapı oluşturmaya çalıştık. Neler yapabileceğimizi görmek istedik, sonuç içimize sindi. "Tarifi Mümkün Edebiyat Dergisi" dedik; tanımlamaktan kaçındık, istedik ki her okuyan kendi tarifini yapsın. Deliler Teknesi Dergisi'nin Eylül/Ekim sayısına ek olarak uçurduk kuşu. Yeni şiirler, ülkemizde pek bilinmeyen şairler, kısa öyküler, sinemaya dair yazılar, oyunlarla yola koyulduk. İlk sayımız kısa olsa da, bir sonrakinde sayfa sayımızı arttıracağımızı biliyoruz. Salı günü ikinci sayı için ilk toplantımızı yapacağız. Kısa bir süre sonra özgürce uçmasını hayal ediyoruz Aykırı Kuş'un.  

İşte dergimiz. 
İçeriğe dair fikir sahibi olmak isterseniz bloğumuza bir göz atmalısınız: http://aykirikus.blogspot.com

22 Ağustos 2013 Perşembe

Hayvan N'apabilir?

Bir hayvan düşünün... Canı insanlara zarar vermek istiyor. 

Ancak bu hayvan bozuk değil,


Üstelik kuduz da değil.


Peki öyleyse hayvan ne yapabilir de zarar verebilir?

Fazla düşünmeyin, buyurun buradan bakın!






16 Ağustos 2013 Cuma

Üç Tane Satılık Araba

Araba satmak isteyenlerin yaratıcılıkları bazen sınır tanımıyor, samimiyetleri de insanı gülmekten öldürüyor desem...

1. Araba:


2. Araba:


3. ve Sonuncu Araba:


13 Ağustos 2013 Salı

Elysium

District 9 filmini izledikten sonra, yönetmeni Neil Blomkamp'ın adını aklımın bir kıyısına yazmıştım. Aylar evvel yeni filmi Elysium'un ilk fragmanını gördüğümden beri merakla gösterime girmesini bekliyordum. Film bir kaç gündür sinemalarda. (Yazının devamı filmi izlemeyi düşünenlerin keyfini kaçıracak bilgi içermemektedir)


Elysium 2154 yılında geçiyor. Ancak kocaman bir flashback ile başlıyor. Max ve Frey aynı yetimhanede rahibelerin gözetiminde büyüyecek iki yakın arkadaştır. Max'in en büyük hayali bir gün Elysium'a gitmektir. Dünya nüfusu dayanılmaz kalabalık hale gelip, üzerindeki kaynaklar tükenme sınırına dayandığında Dünya yörüngesine  bir uydu inşa edilmiş ve varlıklı insanlar gezegeni terkederek bu  cenneti andıran yerde yaşamaya başlamıştır. Ekonomik gücü Dünya'da yaşamaya yetenlerin bu uyduya girmemesi için alınan tedbirler çok sıkıdır. 


Max ile Frey'in yolları yetimhane döneminden sonra ayrılmış olsa da bir gün yeniden kesişir. Frey bir hemşire, Max ise şartlı tahliye edilmiş bir mahkumdur. Hayatta kalabilmek için en yıpratıcı işçiliklerden birinde para kazanmaya çalışmakta, artık suça bulaşmamaya gayret etmektedir. Elysium'a gitme hayalleri ise çocukluğundan beri azalacağına artarak devam etmektedir. 

Bilim kurgu filmlerinin bir dalı kaçış sineması örneği olma hedefi ile yola çıkıyor ve iki saate boyunca izleyenin aklında genellikle bir kaç görsel efekt numarasından başka pek bir şey kalmıyor. Elysium bu tarz filmlerden değil, gelecekteki bir kaç karakterin hayatta kalma mücadelesini izlerken günümüzün ağır bir alegorisi yapılmakta. Sınıflar arası sınırların kalın çizgilerle çekildiği, dahası bir sınıftan diğerine geçmenin mümkün olmadığı, varlıklı olanın güçsüz olanın sırtına basarak kendini yükselttiği, yükseldiği yerde, o yere tırmanmasına yol açmış kimselere yaşam şansı tanımadığı bir dünya var. Robot güvenlik görevlileri en ufak halk hareketine, yahut alışılmışın dışındaki duygu sergilemesine müsamaha göstermemeye programlanmış. Sağlık görevlisi robotlar yoksul insanlara kaç gün içinde öleceklerini müjdeliyor. Elysium sakinleri ise ölümcül hastalıklarından bile saniyeler içinde kurtulabilmekte. Bir yanda ağır bir yoksulluk diğer yanda göz kamaştıran bir zenginlik söz konusu. Böylesine ayrılmış iki dünyanın da iyileri ve kötüleri var. Kötü olanların kötü olma sebepleri her ne kadar farklı olsa da bulundukları noktada yaşamlarını devam ettirme güdüleri birbirine benzemekte. 

Öykünün ele alınışında bir çok referans söz konusu, öncelikle geçtiğimiz aylarda yeniden filme çekilmiş "Jack ve fasulye sırığı" masalı bu filmde farklı biçimde okunmuş diyebiliriz. Diğer yandan Neil Blomkamp ve Peter Jackson'ın yıllarca üzerinde çalıştığı ancak bir türlü tamamlanma şansı edinememiş meşum "Halo" filminden izler taşıdığını düşünmek de olası. Bu natamam film yönetmenin okulu olmuş diyebiliriz. Filmin önemli bir bölümünü Matt Damon'ın canlandırdığı Max karakterinin bakış açısından izliyoruz, başarılı oyunculuğu ile filmi sürüklüyor, Jodie Foster'ın canlandırdığı Delacourt karakteri günüzün önemli politik şahsiyetlerinden önemli izler taşıyor. Perdede göründüğü anlar kısıtılı olmasına rağmen minik detaylarla örülmüş inandırıcı bir karakter olmuş. ("Jodie Foster da yaşlanmış artık" diye düşündüm her göründüğünde) Filmin üçte biri bittikten sonra ortaya çıkan, District - 9'daki şaşırtıcı başrolünden anımsadığımız Sharlto Copley fiziksel güç kulanımı gerektiren "Kruger" rolünde inandırıcı ve başarılı. Daha çok televizyon dizilerindeki yardımcı karakterlerinden tanınan William Fichtner canlandırdığı J. Carlyle rolünde inandırıcılığını ekonomik oyunculuğu ile sağlamış. Bilim kurgu filmlerinin çoğunun aksine sefil bir dünyada geçen film gücünü minik detaylarından alıyor. Senaryodaki çatışma doğru kurulmuş ve perdeye düşen her görüntünün bir açıklaması var, izlerken akla düşen soruların hepsi yanıtını buluyor, ancak dikkatle izlenmeli. Beklentilerimin altına inmeyen filme dair tek olumsuz notumu; dövüş sahnelerinin uzun olduğu, şiddeti doğrudan göstermeksizin de aynı öykünün anlatılabileceği hususuna dikkat çekerek koymak istiyorum. Suya sabuna dokunmayan bilim kurgu filmi izlemek isteyenlerin nabzına göre şerbet verilmek istenmiş olabilir pekala. Bu kadar para harcanmış film için anlaşılabilir bir neden.  


Elysium - Yeni Cennet - 2013

Yönetmen & Senarist: Neil Blomkamp

Oyuncular:
Matt Damon
Jodie Foster
Sharlto Copley
Alice Braga
William Fichtner

Müzik: Ryan Amon

Meraklısına Linkler:


8 Ağustos 2013 Perşembe

Bayram Demek, Mani Demek

Gök mavi yer samani
Bayram geldi mi yani
Şeytan dürterse eğer
Sizlere yazarım mani

***

Bu bayram verdi esin
Düşündün beni kesin
Uzakta olsan bile
Eski dostum gönlümdesin

***

Ramazana, bayrama
Herse koydum kazana
Bari selam gönderin
Manileri yazana


Sarı arı bal arı
Saydık geçen yılları
Unutma bayramlarda
Ara eski dostları

***

Dil sürçtü fikir kaydı
Vladimir maniler yazdı
Yoksa inandınız mı
Hepsi birer şakaydı

***

Aşk kapını çalarsa
Ev, sokak sana darsa
Bayram yeri seyrandır
Eğer sevgilin varsa




Bayram mübarek olsun
Gönüller neşe dolsun
Ne demişti atalar:
“El öpenin çok olsun”

***

Bayram yeri şenlendi
Yorgunlar hep dinlendi
Nur yağdı gök yüzünden
Melekler yere indi

***

Bugün bayramdır ancak
Kaçarım köşe bucak
Telefonda kulağım
Sevdiğim arayacak

***

İnekleri tosunu
İnsan yer mi yosunu
Gerçek bayram istersen
Frenle nüfusunu

***

Doğru söylerim sana
Yalan malan arama
Ramazan senin olsun
Ben razıyım bayrama 

***

Hep genç kaldı bir yarım
Bal yapar benim arım
Vladimir’i okuyanların
Bayramını kutlarım


 (Görseller: Yetmişli yıllardan muhtelif askerli bayram kartopostalları)