27 Nisan 2013 Cumartesi

Kayıp... Aranmıyor!

İzmir Kitap Fuarı'nın sonuna geldik sayılır. Söyleşimiz güzel geçti, arkadaşlarımın ve benim moralim yerinde. Resimlere öyküler yazıyorum zaman zaman, ilk kitabımda yer alan bir öyküyü izmirli bir yazar/ressamın tablosuna bakarak yazmıştım yıllar önce. O zamanlar e-mail ile haberleşmiştik, tablosundan öykü çıkmasına memnuniyetle karşılamıştı. Fuar'da tanıştık ve kendi kitabımı ona armağan ettim. "Hatırlar mısınız seneler önce bir tablonuza bakarak öykü yazmıştı birisi..." der demez tablonun adını ve senesini söyledi. Böylece tanışmış olduk. 

Fuarın hoş sürprizleri, enteresan tuhaflıkları var. 

Mesela kendini ülkenin en iyi eleştirmeni zannedip terazisi kaykık yorumlar ile yazılanlar hakkında ahkam kesenler de var, iyi eleştirmen olup da alçak gönülllülüğü elden bırakmayan insanları da var. Kısa boylu olup da kendine uzun boylu süsü verdiğini sanıp aslında komik olduğunu farkedemeyenler bile var ki, izlemesi çok komik olur bir iki metre mesafeden. 

ENteresan tuhaflıklardan bir tanesi de şuydu. 

Yayınevlerinden birisi anaons yaptırdı. "Standımızda kitap poşetlerini unutan sevgili okurumuz sizi standımıza bekliyoruz." Espri konusu oldu bu anons aramızda, ancak asıl baş-anons henüz yapılmamış meğer. Bir kaç gün evvel yapılan bir kayıp anonsu sık tekrarlanır olunca birkaçımızın dikkatini çekti. Beş yaşında bir oğlan çocuğu kaybolmuştu ve kayıp anonsunun yapıldığı yerde anne/babasına teslim edilmek üzere bekletiliyordu. Defalarca yapılan tekrar merakımızı çekti. Gidip bekledik nasıl birileri alacak çocuğu diye. Dile kolay neredeyse iki saat boyunca yinelenmiş bir anonstu. Beklediğimiz yerden çocuğu da görebiliyorduk. Gayet sakindi. "Anne!" diye tutturmuyor, ağlamıyor, meraklı gözlerle etrafını izliyordu. Derken 25 yaşlarında bir kadın ve yanında akranı bir genç kadınla anne çıkageldi. Elleri poşet doluydu. Dolaşırken ayaklarına dolanmasın diye oğlancağıza kayıp süsü vermişler ve anons odasını kreş olarak kullanmışlardı. 

Garip... 

Mamafih reel. 



Meraklısına Linkler:

26 Nisan 2013 Cuma

Balık Ali

Öğrenciyken yurtta kalan bir çocuk vardı. Adı Ali. Sık yıkanmazdı sanırım. Balık gibi kokardı karşıdan çorapları. Bir grup arkadaş Kordon'da oturmuş bira içiyorduk. İsterse balığa dönüşebileceğini söyledi. Gülmekten yarıldık doğal olarak. Kimse inanmadı bu saçma iddiasına. Ama bu bir ıkındı, bir sıkındı, yüzü kıpkırmızı oldu gayretinden. Derken her iki kulağının arkasında, incecik çizgi gibi, birer solungaç çıkmasın mı?  Ne yalan söyleyeyim hepimiz etkilendik bu marifetinden.  Ama durmadı bizimkisi. Nereden bilelim. Meğer bundan sonra başlıyormuş asıl gösterisi. Ikındı, sıkındı bir kaç fasıl daha. Birden ağzının ortasından koskocaman bir balık fırladı masaya. Can havli ile çırpındı, çırpındı... 

Ya işte böyle günlerdi, o günler.  



22 Nisan 2013 Pazartesi

İşte Seçtiğimiz Cümleler...

Yazma işi ile haşır neşir olan kime sorsanız, neden yazdığına dair bir açıklamada bulunacaktır. Farklı kişilerden gelen açıklamaların birbirleri ile kesiştikleri ya da çeliştikleri noktalar mutlaka olacaktır. Ama şu var ki, yazmak insanın kendi kendine eziyet etmesinden başka bir şey değildir. Kim durduk yere kendine eziyet etmek, zora koşmak ister ki. Herkesin kendini ifade ediş tarzı, yola çıkış sebebi farklı ancak kurguda yer alanlar ne hayatın birebir aynısı, ne de tamamen hayal ürünü. Hayat ve hayal birbirlerinden beslenerek dökülüyor kağıda. 

Kitapların altını çizmek ya da beğendiğim cümleleri bir kenara not etmek alışkanlıklarımdan değildir ancak Semiha Ayverdi'nin seneler evvel bir mektubunda yazdığı şu sözleri bir yerlere not etmişim günü geldiğinde kullanmak üzere: 
"Hikâyeler hakkındaki sualinize gelince çok iyi bilir ve takdir edersiniz ki hayal ile hakikat daima el ele dizdizedir. Hangisinin nerede başladığını, hangisinin nerede bittiğini kalemi tutan el dahi bilemez.

Bunca dolandırdığım lafı bağlayacağım yer yine bizim "Aykırı Kuş". Bugünlerdeki sevincimizin kaynağı bu kitap. Kitapta emeği olan herkesin bir sözü var okurlara tez elden ulaştırmak istediği. Herbirimize ayrılan bölüme kendimizden bir cümle ile başlamak istedik. Her birimizin seçtiklerine baktığımda, benim de, arkadaşlarımın da neden yazdığımızın ve nelere dair yazdığımızın işaretlerini bıraktığımızı gördüm bu cümlelerin içine.  

İşte seçtiğimiz cümleler: 

"Her ayrıntıyı hesapladım. Bu kez hiçbirimize bir şey olmayacak!" Hüsamettin Köseoğlu

"Ben de görevlerimi tamamladın, Hayat." Nedret Çelebi

"Yaşamla aramdaki tek bağ orada olan bitendi." Alin Kazgaş

"Öykü, size küsmüş 'görürsen söyle dedi." Figen Uğur Dölek

"Hanginizden başlasam anlatmaya..." Deniz Moralıgil

"Kediler tırmalıyor mu hâlâ sırtını..." Turan Horzum

"Artık boy aynasında kimi görecekti?" Seher Kaya

"Karnavalda kaybettim maskemi" Utkun Büyükaşık

"Evler, şiir okur pencerede..." Özer Alptekin

"Sözü vardı, dönecekti..." Ahu Güzeldiyar

"Nasılsa dokunamadıkları bir yer kanıyordu..." Erhan Söğüt

"Ağzımda bir kahve ile taşıdım onu..." Burçin İvren

"Refika saatlerdi suya bakıyordu..." Duygu Fırat




20 Nisan 2013 Cumartesi

Kitapların İzmir Yolculuğu


Kitabın Ege'ye yolculuğu yani İzmir Tüyap Kitap Fuarı bugün başladı. 

İstanbul, Adana ve Bursa kitap fuarlarından sonra ilk kez yaşadığım şehirde bir fuara katılıp kitaplarımı imzalayacak ve İzmir Kitap Fuarı'nda ilk kez söyleşi yapacağım.

"Gölge Falı" ve "Aykırı Kuş" isimli kitapları imzalamak üzere; 

25 Nisan 2013 saat 14:00 - 15:30
27 Nisan 2013 saat 14:00 - 16:00 

belirtilen tarih ve saatlerde, Kanguru Yayınları'nın Salon 2'deki 707/C nolu stadında olacağım. 



Ayrıca Kanguru Sanat Merkezi İzmir bünyesinde kurulan "Aslolan Edebiyattır" grubu üyelerinden bir kısmı Sayın Aydın Şimşek ile birlikte söyleşeceğiz. Söyleşimizin detayları şöyle: 

"Öykünün İzmir Bahçesinde
Konferans Salonu - I
25 Nisan 2013
Saat 15:45 - 16:45

Konuşmacılar: 
Aydın Şimşek, 
Hüsamettin Köseoğlu, 
Figen Uğur Dölek, 
Deniz Moralıgil, 
Turan Horzum, 
Seher Kaya.



Ben ve arkadaşlarım tüm dostları bekliyoruz. 


19 Nisan 2013 Cuma

Seviye

Kedinin hayalinde bir turuncu balık var. Kedinin en nefret ettiği şey su; kendi rızası ile dokunamaz bile. Hayalindeki balığa ulaşmasının tek yolu var. Suyu içmek. 

Balığın korkusu; kedinin hevesi; su seviyesinin giderek aşağılara inmesi...


17 Nisan 2013 Çarşamba

Eğer Sophia...

Beyazperdenin sihrini en güzel ispat eden fiziksel karışıma sahiptir Sophia Loren. Genel kabul görmüş güzel tanımlarının dışında fiziğine rağmen ekrandaki yerini aldığı anda yanındaki her şeyi görünmez kılan bir kadındır o. Diğer teferruat birden önemini yitirir. Görüntüsünün yer aldığı bölge ete kemiğe bürünür, seyirci ile birlikte soluk alır. 

Yok, yok.. Yanlış söyledim..... 

O nefesini tutunca seyirci de nefesini tutar...

Zaman zaman düşünmüşümdür, film yönetmenliğini denemiş bir çok aktör ve aktrist gibi şayet o da yönetmen olarak kameranın arkasına geçmiş olsaydı eğer... Perdenin diğer bölümlerindeki oyuncular da görünür olur muydu? Onlar da Sophia gibi ete kemiğe bürünürler miydi diye? 




16 Nisan 2013 Salı

Filmin Sonunu En Başından Söylemek


"Olağan Şüpheliler" filminin bir anında Kevin Spacey, Verbal Kint rolünde der ki  "Şeytan'ın en büyük marifeti... insanları varolmadığına ikna edebilmesidir."  

Dün film afişlerine göz atarken bazı afişlerin neden başarılı bazılarınınsa neden başarılı sayılabileceğini örnekleri ile gördüm. Bazıları oyuncuları öne çıkarırken, bazıları film ile ilgisi olmayan yönleri öne çıkarıp aldatıcı bile olabiliyor. Dahası bazı filmleri izlediğine pişman oluyor izleyici afişe kanıp da bu kararı aldığı için. Bazı afişlerinse kendileri en başından hüsran. 

Aşağıdaki afiş ne kadar zekice hazırlanmış değil mi? Filmi izleyenler için filmin özeti, izlemeyenlere açıklamak ise adeta kasten adam öldürmek gibi bir eylemle eş değerde tutulabilir. 

Altıncı His filmini İzmir Sineması'nda izlemiş ve merdivenlerdeki kalabalığın peşinde salondan çıkıyordum ki, önümde yürüyen biri filmin sırrını bilet almak için gişede bekleyenlere bağırmıştı: "Bruce Wİllis aslında filmin başında...... ". 

Film önceden izlemiş, hoşuna gittiği için tekrar izlemeye arkadaşları ile gelmiş tipler vardır. Film boyunca "şimdi şu olacak", "şimdi bu buna böyle böyle diyecek" diye vızıldar dururlar. Ne beraber geldiklerinin, ne de çevresindekilerin filmi keyif içinde izlemelerine müsaade ederler. Bu afiş bu ses çıkarmadan yapılan ifşaat nedense hoşuma gitti. 







13 Nisan 2013 Cumartesi

Cambalik

Avuç avuç cebime indiriyordu kazandığı cambalikleri, meydan okudum.

“Arka mahalledeki arsada görüşürüz“ dedi “Yarın okul çıkışı“

Elimi cebime soktum. Cambaliklerimi okşadım. Şıkırdadılar mutlulukla. Biliyordum, yenilmeyi hazmedemiyordu. Ama kararlıydım ütecektim ortasında masmavi göz olan iri cambaliğini.

Fazla sürmedi gelmesi. Bakışlarnın rengi değişmişti. Karaydı gözleri ama cebimdeki uğur cambaliğim gibi kırmızı öfke rengine dönmüşlerdi arsaya adım attığında. Hırslıydı. Bütün cambaliklerimi alacağına yeminler etti. Küfrettim. O sinirle başladık oynamaya.

İlk vuruşta, tutturamadı. İkinci atış benimdi. Aldım benim uğur kırmızımı avucuma hohladım, gömleğime sürdüm, iyice parlattım. Tekrar baktım. Kıpkırmızı. İşaret parmağımla sıkıca kavradım. İttim başparmağımla. Gitti vurdu mavigözü tam ortadan. Cambaliklerimiz çukurdaydı. Aldım cebime koydum ikisini de. Köpürdü, küfürler etti peşimden. Aldırmadım, Mavigöz artık cebimdeydi. Kazanmıştım. Ertesi gün yine arsaya geleceğini biliyordum. Yenilen doymazdı yenişmeye.

Koşarak eve vardım. Odama girip kapıyı kapattım. Elimi cebime attım. Bir avuç cambaliğin arasında onu hissettim; ılıktı tenim gibi. Çıkarıp baksam biliyordum rengi masmaviydi. 




Not: Manisa'da bilye/miskete cambalik denir. 

12 Nisan 2013 Cuma

Akvaryumda Hayat

Bir duvardan diğerine varmam bir saniyemi almıyor. Şişman da olmadığıma göre hücrem dar demek ki. Her taraf cam. Durup dışarısını izlemekten başka yapacak iş yok. Bir keresinde bir bebek ve bir de kedi gördüğümü zannettim. Merakla beni izliyorlardı. 

Sonra mı? Sonrası hep aynı sıkıcı hikaye...




Körlük

Goethe demiş ki; "Düşünmek; bilmekten daha ilginç, bakmaktan daha az ilginçtir." Aşağıdaki fotoğrafa bakınca bu söze katılmamak elde değil.




Ben sıradan olana bakıp da kimsenin göremediklerini gören insanları ilginç buluyorum, bir de herkesin anlattığından daha farklı konularda söyleyecek sözü olanları.

Hayata farklı biçimlerde bakmayı denersek, olağanın içinde yitip gitmiş, gözden kaçmış detayları yakalama şansına sahip olabiliriz. Körlükten kurtulmanın başka çaresi yok.

10 Nisan 2013 Çarşamba

Böyle mi Başlar Öyküler?

Sana da olur mu hiç, hani uzanmış yatıyorsundur,  aniden boşluğa düşermiş gibi hisseder insan?

Başındaki siyah beresi, üzerine siyah kaküllerin döküldüğü siyah güneş gözlükleri, siyah kabanının içinden görünen siyah bluzunun yakaları ve dizlerini örten siyah etekliği ile kapıdan içeri adım atar atmaz şık görünse de gözüme; karşımda masallardan çıkıvermiş gibi duran siyahlığı darmadağın eden kırmızı rugan çizmelere gözlerim takılınca yüksek sesle gülüvermişim, gayrı ihtiyari.

İlk duyuşta “ne nefret şarkı” dersin, bir de bakarsın yarım saat sonra diline dolanmıştır; dilinden atsan, kafandan çıkartamazsın; aynı nakarat döner döner, başa sarar.

“Ya kazanırsa?” diye düşündü kadın “Nasıl gücümüz yetecek o pahalı okula?”

“Ne yazıyor burada?” diye sordu “Okuyamıyorum”

“Ne güzel tişört gözlerinin mavisini daha da çekici kılıyor” demesiyle kalbi pır pır atmaya başladı.

Tiksinmişti kadının burnunun ucundaki ıslaklıktan, ama kibarlığı elden bırakmaması gerekiyordu.

Artık yüzünü bile görmek istemiyordu.

Bankacıların hayal dünyası çorak olur derler…

Karşıma geçmiş inanması güç hikayeler uyduruyordu yine.

“Soğanları hafiften öldüreceksin hayatım” diyen cırlak sesi duyduğu anda pişman oldu sorduğuna, soracağına.

Havadan sudan konuşurken aniden bana döndü ve “Neden bu kadar öfkeyle dolusun?” diye sordu.

Güle koşa tepede ilerlerken piknik alanının çok gerilerde kaldığını da elindeki papatya demetinin ne kadar irileştiğini de fark etmemişti.

“Hop!” diye bağırdı arka tarafta duran yaşlı adam “Ağır ol da molla desinler.”
 


Kolaj: Thomas Allen

9 Nisan 2013 Salı

Kitap Adı

Kitap kağağı konusunda görüşlerini bildiren herkese teşekkür ediyorum. Cumartesi günü yaptığımız toplantıda kuşlu kapak grubumuzda en fazla oyu aldığı gibi, kapaktaki durumun iyi bir kapak adı olacağı önerisi üzerine son anda kitabımızın adı da değişti. Bu antolojinin adı Aykırı Kuş olacak. Kitapta benim dört öyküm yer alıyor, geçtiğimiz haftalarda bu öykülerden ikişer paragrafı aşmayan paylaşımlarda bulunmuştum. Bunlarda bir tanesi; "Sır" aslında ilk öykü kitabıma ismini kazandıran. Gölge Falı'na dair gizemli, kasvetli bir öykü 



İşler yolunda giderse kitap İzmir Fuarı'na yetişecek gibi. Aykırı Kuş'da çalışması olanlardan beşimiz Tüyap İzmir Kitap Fuarı'nda  "Öykünün İzmir Bahçesinde" başlıklı bir söyleşi yapacağız. Hafif bir heyecan sardı şimdiden. 


8 Nisan 2013 Pazartesi

İzmir Bir Ulaşım Problemini Daha Çözdü

Belediyenin kötü hizmetlerinden; beni vatandaş olarak rahatsız edenlerinden arada yakınıyorum ama sonunda çok şahane bir çözümlerini görüp sevindim. Kötü yanlarını yazdığımı gibi iyi yanlarını da söylemek lazım. Yoksa nankörlük olur. Hem Non-Körlük iyi değildir. 

Ülkemizin güya üçüncü büyük kenti olduğu isminin önüne yapışıp kalmış İzmir'de ulaşım için ola ki yağmurlu günü seçtiyseniz, kendi arabanızla da yola çıksanız bir yerlere gitmeniz zordur, zor.. Rüzgarlı havada vapura da binmeniz zordur, zor. Zira rüzgar münasebetiyle vapur seferlerini durduranların aklına o güne mahsus ilave otobüs seferleri koymayı getirmesi de zordur, zor. Binlerce insanın vapur bulamayıp zaten tıklım tıkış gelen otobüse binmeye çalışmasını izlemek bile ayrı bir zorluk zaten. Birde o dolu otobüse binmekten başka çaresi kalmamış kalabalığın parçası olduğunuzu düşünün ki zorluğun boyutu gözünüzde canlansın. (Düşman başına)

Metromuzun maşallahı var. Yapımı yıllar sürdü, hizmete tam olarak alınması ise daha çooook uzun yıllar süreceğe benzer. (Burada "benzemez kimse sana" şarkısını mırıldanıyorum, çünkü çağrıştı.) Bir de metronun kaç dakika sonra geleceğini gösteren tabelaların dijital olmasına gerek yok zira o tabelalar kafalarına göre rakam ruleti çeviriyor. Onun yerine dededen kalma usullerle bir teneke alıp üzerine "T(i)ren 7 dakika sonra gel(i)cek" yazsalar. Günde onlarca defa bir dakikalığına doğru bir şey göstermiş olurlar hâlka, tıpkı bozuk saatler gibi. Ama bu dijital tabelanın doğruyu gösterdiği ana ne denk geldim ne de böyle bir ana şahit gelenini gördüm. Trenleri sürenler de otobüs sürenler gibi kafalarına göre takılıyorlar zaten, "canın istediğin de sür git, yolcudan bana ne" mantığı. 

Lafı uzattım farkındayım. gelelim metro sistemimizin insanı hayranlığa düşüren kısmına. Halkapınar aktarma istasyonunda Bornova, Üçyol, Menemen(Aliağa) hatları arasında geçiş yapılabiliyor (eskiden bir de Alsancak hattı vardı, o güzelim hattı kış aylarında Belediye'ye emanet etmeye karar verdiler ya; artık oradan da ümidi kesintiye uğratın.). Her bir hat ayrı bir ray hattı üzerinde sefer halinde. Halkapınardaki durakta indiğinizde hatlar arası geçişi şöyle yapıyorsunuz. 

(Resimdeki gibi)




Yani trilyonlarca lira değerindeki bu yatırımda hatlar arası geçişi tahta köprülerde itişip kakışmak sureti ile gerçekleştiriyorsunuz. Ben bu fotoğrafı günün en sakin saatlerinde çektim. O anı gördüm ya... Sabah işe gidilen ya da akşam işten dönülen saatlerde buraya adım atmamak için elimden gelen tedbiri alırım. İşe bir gece önce giderim mesela, hafta bitene kadar da geri dönem metro ile döneceğime. Diyelim Karşıyaka'dan trene bindiniz (allah muhafaza) burada aktarma yapıp Konağa gitmek istiyorsunuz. Köprüden geçmeniz lazım. Hiç acele etmeyin burası boş iken bir dakika almayacak yolu köprüden 15 dakikada geçerek kat ettiğiniz için en az iki iç treni kaçıracaksınız. Kalabalığı görünce paniklemeyin, oturun bir izmirli gibi sakinlenin. "Adam sen de tren bu gelir geçer, köprüden geçelim ona da bineriz." ruhiyatınızı takının.  

Köprüden geçerken üzerindeki yüzlerce kişini ahesteliği o canım tahta mühendislik eserini garç ve gurç sesleri arasında bir o yana bir bu yana beşik gibi sallamıyor mu o anın tadını çıkartın. Bir yere yetişmeye çalıştığınızı unutun, "carpe diem" diyen iç sese kulak verin. Hatta hayal bu ya farz edin ki lunaparktasınız. Köprüden geçmenin tadını çıkartın. 

Ben Belediyemizi bu zekice ve izmirliye yakışan bu pratik çözümünden ötürü tebrik ediyorum. İnşallah her yere ulaşımda bu mühendislik harikası tahta demir karışımı köprülerden kullanırlar.

Yalnız bu köprüden geçerken bir an falına baktım da pek de uzun bir ömür biçemedim kendisine. O köprü gidici bence. Facia şeklinde gider. Üzerindeki bir kaç yüz kişide feci hasar bırakır kanısındayım. Dahası "Son Durak" serisinin sondan bir sonraki devam filmine mevzu olur. Zira yükseklik hayli, alttan geçen şeyler de tren. Allah korusun ve mazallah diyelim ama varsayalım korumadı: köprü çöktü ve insanlar düştü. O an tren seferini durdurmayı aklı edecek çapta bir görevlinin orada olması tesadüfünü tahayyülünüze bırakıyorum. Bütün görevlilerin aval aval olan bitene bakma olasılığı hayli kudretli bence. Bir de panik halindeki izmir halkı ile bir arada kalma ihtimalini de katın bu olasılık hesaplamasına, facianın boyutu canlansın gözlerinizde. İyisi mi şimdilik uzakta durun. Aktarma durağında inseniz bile aktarma yapmayın. Orada ilelebet bekleyin daha iyi. 


Halkapınar Metro İtasyonu Köprüsü'nün 
sakin bir anının resmidir. 
Bakın. İbret alın. Hizmet nasıl olurmuş ezberleyin. 

4 Nisan 2013 Perşembe

Tanıdık Sularda Tanımadık Yüzme Biçimleri


Yedi Öykü Başlangıcı arasından, heyecan verici öyküler gelmeye başladı. "Gaybubetinde çok kitap okudum" iki öykü yazdı bile. Bana haber verip, "Kaşları olmayan, şaşırmış bir surat aynanın içinden bana bakıyordu." cümlesinin altına bir öykü yazdım dediğinde çok şaşırdım. Yedi cümle içinde en merak uyandırıcısı ve altını doldurabilecek öyküyü hayal edemediğim o idi. Hemen bloguna gidip şu şahane öyküyü okudum. 


Mümkün olmazmış gibi gelen başlangıç bu öyküde çok güzel bir yere bağlanıyor. 

Ayna olur da gerçek olmaz mı? 

İşin gerçeği arkadaşım "G." 2012 sonunda Akgün Akova'nın öykü kitabı projesi içinde "Mona Lisa" öyküsü ile yer aldı. 

Kitabın adı. "Bir Müzede On Bir Pilot"

Bu da benim facebook'da paylaşmış olduğum tanıtım yazım. 


Uzun zamandır böyle keyif veren bir öykü kitabı okumamıştım. 

Durun! En başından başlamalıyım. 

Oyuncak Müzesini Bilirsiniz, Göztepe'de; bembeyaz, ahşap bir konak. Önündeki iki devasa zürafa heykeli ve bahçesinde dev bir kedi ile Keloğlan ve eşeğine ters binen Nasreddin Hoca olunca gözden kaçırması güç bir yapı. Sunay Akın'ın gönül verdiği işlerden bir tanesi. Daha bahçe kapısından geçerken anlıyorsunuz dev kentin içinde çocuklar için de, yetişkinler için de bir vahaya ayak basmakta olduğunuzu. Her yaştan çocuk burada kendini kaybedebilir. Ama büyükler kaybettikleri bir çok şeyi burada yeniden bulabilir. Yaşı otuz beşin üzerinde olanlar, yetmişli yıllara doğru bir zaman yolculuğuna çıkabilir. Saksı yerine boş "vita" kutularının pencere önlerinde sıralandığı kullanıldığı mahalle arasında unutulmuş o eski bakkalın önünden geçebilir. Her şeyin eski yerli yerinde sıralandığını görüp hafiften hüzne kapılabilir. 

Hüzün dediğinden bu müzede kurtulması kolay. Şöyle bir silkelenirsin: çikletinden çıkan kartı başkasınınkiyle değiştirip, lastik topun peşinde koşarken Turist Ömer'e bir selam çakabilirsin. Hooop! Deme mişmiydim ben? Geçti işte. 

Zaman yolculuğuna çıkınca yetmişlerde takılıp kalmak yok elbette. Bunun 1870'leri var. Daha da öncesi var. Yüzlerce yıl evveline ait başka coğrafyalardan sabırla toplanıp vitrin camlarının arkasında sükuneti tercih etmiş oyuncakların arasında kaybolmak pekala da mümkün. 

Oyuncak Müzesi Yayınları'nın ilk kitabı "Bir Müzede On Bir Pilot". On bir yazar, müzeden seçtikleri bir oyuncağı, bir geceliğine evlerine alarak her bir oyuncağın çağrıştırdıkları ile bu kitabı vücuda getirmiş. Akgün Akova'nın bu projesi yeni yazar adayları ile tanıştırıyor bizleri. Sunay Akın'ın hoş bir sunum yazısı var, her zamanki gibi okuyanı zenginleştiren. 

Mona Lisa'nın öyküsünü okurken hayale gerçek arasında yitmiş bir genç kadına yol arkadaşlığı ediyorsunuz mesela. Müzenin en nadide oyuncaklarından bir tanesi görkemli ama sade tablonun arkasında gizli çok önemli üç sırrı teker teker fısıldarken genç kadının kulağına, haydi ne olduğunu anlamadan bir bakmışsınız, takılmışsınız peşlerine, diyar diyar dolanıyorsunuz. Bir atlı karınca, sarı bir değirmen, bir gergedan, bir piyano, Uzay Gemisi Atılgan'ın mürettebatı ve unutulmuş ama çok tanıdık çehreler ile birlikte zamanda yolculuğa çıkmanın sonucu baştan belli. Çocukluğunuzu yanınıza alıp şimdiki halinize muzipçe göz kırparken yakalıyorsunuz kitabın en gizemli yerlerinde kendinizi. Tanıdık sularda, tanımadık yüzme biçimleri denemek için ideal bir kitap. Korkmayın gevezeliğimden, daha fazla konuşup kitabın sürprizlerini açık etmek istemiyorum. 

Ha unutmadan, bu kitabı bir tek şekilde temin edebiliyorsunuz: Oyuncak Müzesi'nden. 



Meraklısına Linlkler:

3 Nisan 2013 Çarşamba

Korkak

.....

Akşam karanlığında evine adım atar atmaz göreceği ilk şey bu gül olacaktı. Kapıyı usulca kapatarak uzaklaştım oradan.

Gül solmaya yüz tuttuğunda mesajımın manasını çözdü…

Aşktan kaçmanın en zarif yolunu yalnızca korkaklar biliyordu.  

.....




D.M.'in "Meslekler" isimli öykü dosyasındaki 
"Korkak"tan kısa bir alıntı

2 Nisan 2013 Salı

İki Heyecan Bir Arada: Nisan ve Yeni Kitap

Çoğu kişi gibi ben de Nisan ayını pek severim. Çünkü ılık, ılıman mevsimler, aylar tam bana göredir. Terazinin aradığı böyle iki arada bir derede iklimlerdir; bilen bilir.Sevdiğim aya girmiş olmanın heyecanı iyi geldi. Aylardır üzerinde uğraştığım dergi işi gereksiz yere uzadı da uzadı, hevesim kısa bir süreliğine daha kursağımda kaldı. Ama fikrin peşini bırakmış değilim. Dergi  işini tatlı bir sona bağlayacağım. 

İkinci heyecanım yeni bir kitap..

"Aslolan Edebiyat" isimli bir grubumuz var, öyküler, şiirler yazıyor, söyleşiler yapıyoruz. Bir noksanımız ortak kitabımızdı. O da İzmir kitap fuarına yetişmek üzere. Son düzeltmeleri yaptık, sıralama belli oldu, özgeçmişlerimizi yayınevine teslim ettik. 

Bu arada son bir kaç ayda bir kaç aydır kitap kapakları hazırlama şansım oldu. Yaptığım amatörce çalışmaları kitap kapaklarında görmek hoşuma gidiyor. Yavaş yavaş öğreniyorum kapak yapma işini. Öyle alengirli yöntemler kullanmıyorum, pratik çözümlerimi kendime saklıyorum elbette. Arkadaşlarım ortak kitabımızın kapağı da benden olsun isteyince oturdum bir kaç kapak hazırladım. 

Ve işte kapaklarımız aşağıda. Cumartesi günü oturup aşağıdakilerden bir tanesini seçeceğiz. 


Bunlar da arka ve ön kapaklar bir arada.



Fikrinizi almak isterim, sizce hangisi "Aslolan Edebiyat" grubunun ilk kitabı için uygun bir kapak olur?  

1- Lunapark neden boş?
2 - Eskiden daktilolar vardı... 
3 - Bowling lobutları ilk topa hazır
4 - Kalabalıkta bulut giyinmiş iki insan, bir de kelebek
5 - Eski İzmir'den kartpostallar, mektuplar ve martılar 
6 - Bu kuş aykırı

Yardımlarınız ve görüşleriniz için kendim ve arkadaşlarım adına şimdiden çok teşekkür ediyorum. Sevgiler.  


1 Nisan 2013 Pazartesi

Yedi Öykü Başlangıcı

Bazı öyküler daha ilk cümlesinden alır okuru içine. Merak uyandırıcı cümlelerdir bunlar. Aşağıdaki cümlelerin peşinden entersan öyküler geliyor. 

1 - Uyanır uyanmaz kötü bir gün geçireceğimi anlamıştım.

2 - Kaşları olmayan, şaşırmış bir surat aynanın içinden bana bakıyordu. 

3 - "Sakın oturma!" diye bağırdı "O koltuk Şanslı'nın"

4 - Odaya adımımı atar atmaz akvaryumdaki japon balığını gördüm: ölmüştü.

5 - Kapı arkamdan kapandı: artık tek başımaydım. 

6 - Karısı kıvrılmış uyuyan kedilerini gösterip "gözleri tıpkı sen" demiyor muydu, cinleri tepesine çıkıyordu Ertuğrul Bey'in. 

7 - Kedinin kürkü eflatuna çalıyordu ve işin garibi benden başka kimse bunu fark etmemişti. 

Ne dersiniz? Bu cümlelerden bir tanesinin altına bir öykü yazmaya var mısınız? 


2 Nisan tarihli edit: 
Gülçin 7. cümlenin peşine kıs abir öykü yazmış bile. Teşekkürler Gülçin. Öyküyü okumak isteyenler buraya....

Yedinci cümlenin ardından Eren'den de inanılmaz güzel bir öykü geldi. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Eflatun kedinin peşine düşmek isteyenler hemen buraya gelsinler.

4 Nisan tarihli edit:
Gülçin'den şaşırtıcı bir öykü daha. Buradan okuyabilirsiniz...

5 Nisan tarihli edit:
Evren'den hüzünlü bir öykü, kısa yoğun öykü türünde başarılı bir örnek olmuş. Çok teşekkürler. Öyküyü okumak isteyenler Evren'in bloguna buradan ulaşabilir...



Resim: John Nolan - Purple Cats