30 Ağustos 2013 Cuma

Aykırı Kuş: Tarifi Mümkün Edebiyat Dergisi

Bu seneki hayalim sıfırdan başlayarak bir dergiyi hayata geçirmekti. Bunun için epey ter döktüm, farklı projeler ürettim ve hatta bir tanesi için gerekli bütün izinleri almışken temada yer alan başlıklardan birinin mevsimini geçirdiğim için ilk projemi bir müddeetliğine rafa kaldırmak zorunda kaldım.

Nisan ayında yayınlanan Aykırı Kuş isimli ortak kitabımızdaki ekibe ilavelerden ve aramızdan ayrılanlardan sonra oluşan grup ile yola devam etme kararı aldık. 

Alıştığımız edebiyat dergilerinden farklı bir yapı oluşturmaya çalıştık. Neler yapabileceğimizi görmek istedik, sonuç içimize sindi. "Tarifi Mümkün Edebiyat Dergisi" dedik; tanımlamaktan kaçındık, istedik ki her okuyan kendi tarifini yapsın. Deliler Teknesi Dergisi'nin Eylül/Ekim sayısına ek olarak uçurduk kuşu. Yeni şiirler, ülkemizde pek bilinmeyen şairler, kısa öyküler, sinemaya dair yazılar, oyunlarla yola koyulduk. İlk sayımız kısa olsa da, bir sonrakinde sayfa sayımızı arttıracağımızı biliyoruz. Salı günü ikinci sayı için ilk toplantımızı yapacağız. Kısa bir süre sonra özgürce uçmasını hayal ediyoruz Aykırı Kuş'un.  

İşte dergimiz. 
İçeriğe dair fikir sahibi olmak isterseniz bloğumuza bir göz atmalısınız: http://aykirikus.blogspot.com

22 Ağustos 2013 Perşembe

Hayvan N'apabilir?

Bir hayvan düşünün... Canı insanlara zarar vermek istiyor. 

Ancak bu hayvan bozuk değil,


Üstelik kuduz da değil.


Peki öyleyse hayvan ne yapabilir de zarar verebilir?

Fazla düşünmeyin, buyurun buradan bakın!






16 Ağustos 2013 Cuma

Üç Tane Satılık Araba

Araba satmak isteyenlerin yaratıcılıkları bazen sınır tanımıyor, samimiyetleri de insanı gülmekten öldürüyor desem...

1. Araba:


2. Araba:


3. ve Sonuncu Araba:


13 Ağustos 2013 Salı

Elysium

District 9 filmini izledikten sonra, yönetmeni Neil Blomkamp'ın adını aklımın bir kıyısına yazmıştım. Aylar evvel yeni filmi Elysium'un ilk fragmanını gördüğümden beri merakla gösterime girmesini bekliyordum. Film bir kaç gündür sinemalarda. (Yazının devamı filmi izlemeyi düşünenlerin keyfini kaçıracak bilgi içermemektedir)


Elysium 2154 yılında geçiyor. Ancak kocaman bir flashback ile başlıyor. Max ve Frey aynı yetimhanede rahibelerin gözetiminde büyüyecek iki yakın arkadaştır. Max'in en büyük hayali bir gün Elysium'a gitmektir. Dünya nüfusu dayanılmaz kalabalık hale gelip, üzerindeki kaynaklar tükenme sınırına dayandığında Dünya yörüngesine  bir uydu inşa edilmiş ve varlıklı insanlar gezegeni terkederek bu  cenneti andıran yerde yaşamaya başlamıştır. Ekonomik gücü Dünya'da yaşamaya yetenlerin bu uyduya girmemesi için alınan tedbirler çok sıkıdır. 


Max ile Frey'in yolları yetimhane döneminden sonra ayrılmış olsa da bir gün yeniden kesişir. Frey bir hemşire, Max ise şartlı tahliye edilmiş bir mahkumdur. Hayatta kalabilmek için en yıpratıcı işçiliklerden birinde para kazanmaya çalışmakta, artık suça bulaşmamaya gayret etmektedir. Elysium'a gitme hayalleri ise çocukluğundan beri azalacağına artarak devam etmektedir. 

Bilim kurgu filmlerinin bir dalı kaçış sineması örneği olma hedefi ile yola çıkıyor ve iki saate boyunca izleyenin aklında genellikle bir kaç görsel efekt numarasından başka pek bir şey kalmıyor. Elysium bu tarz filmlerden değil, gelecekteki bir kaç karakterin hayatta kalma mücadelesini izlerken günümüzün ağır bir alegorisi yapılmakta. Sınıflar arası sınırların kalın çizgilerle çekildiği, dahası bir sınıftan diğerine geçmenin mümkün olmadığı, varlıklı olanın güçsüz olanın sırtına basarak kendini yükselttiği, yükseldiği yerde, o yere tırmanmasına yol açmış kimselere yaşam şansı tanımadığı bir dünya var. Robot güvenlik görevlileri en ufak halk hareketine, yahut alışılmışın dışındaki duygu sergilemesine müsamaha göstermemeye programlanmış. Sağlık görevlisi robotlar yoksul insanlara kaç gün içinde öleceklerini müjdeliyor. Elysium sakinleri ise ölümcül hastalıklarından bile saniyeler içinde kurtulabilmekte. Bir yanda ağır bir yoksulluk diğer yanda göz kamaştıran bir zenginlik söz konusu. Böylesine ayrılmış iki dünyanın da iyileri ve kötüleri var. Kötü olanların kötü olma sebepleri her ne kadar farklı olsa da bulundukları noktada yaşamlarını devam ettirme güdüleri birbirine benzemekte. 

Öykünün ele alınışında bir çok referans söz konusu, öncelikle geçtiğimiz aylarda yeniden filme çekilmiş "Jack ve fasulye sırığı" masalı bu filmde farklı biçimde okunmuş diyebiliriz. Diğer yandan Neil Blomkamp ve Peter Jackson'ın yıllarca üzerinde çalıştığı ancak bir türlü tamamlanma şansı edinememiş meşum "Halo" filminden izler taşıdığını düşünmek de olası. Bu natamam film yönetmenin okulu olmuş diyebiliriz. Filmin önemli bir bölümünü Matt Damon'ın canlandırdığı Max karakterinin bakış açısından izliyoruz, başarılı oyunculuğu ile filmi sürüklüyor, Jodie Foster'ın canlandırdığı Delacourt karakteri günüzün önemli politik şahsiyetlerinden önemli izler taşıyor. Perdede göründüğü anlar kısıtılı olmasına rağmen minik detaylarla örülmüş inandırıcı bir karakter olmuş. ("Jodie Foster da yaşlanmış artık" diye düşündüm her göründüğünde) Filmin üçte biri bittikten sonra ortaya çıkan, District - 9'daki şaşırtıcı başrolünden anımsadığımız Sharlto Copley fiziksel güç kulanımı gerektiren "Kruger" rolünde inandırıcı ve başarılı. Daha çok televizyon dizilerindeki yardımcı karakterlerinden tanınan William Fichtner canlandırdığı J. Carlyle rolünde inandırıcılığını ekonomik oyunculuğu ile sağlamış. Bilim kurgu filmlerinin çoğunun aksine sefil bir dünyada geçen film gücünü minik detaylarından alıyor. Senaryodaki çatışma doğru kurulmuş ve perdeye düşen her görüntünün bir açıklaması var, izlerken akla düşen soruların hepsi yanıtını buluyor, ancak dikkatle izlenmeli. Beklentilerimin altına inmeyen filme dair tek olumsuz notumu; dövüş sahnelerinin uzun olduğu, şiddeti doğrudan göstermeksizin de aynı öykünün anlatılabileceği hususuna dikkat çekerek koymak istiyorum. Suya sabuna dokunmayan bilim kurgu filmi izlemek isteyenlerin nabzına göre şerbet verilmek istenmiş olabilir pekala. Bu kadar para harcanmış film için anlaşılabilir bir neden.  


Elysium - Yeni Cennet - 2013

Yönetmen & Senarist: Neil Blomkamp

Oyuncular:
Matt Damon
Jodie Foster
Sharlto Copley
Alice Braga
William Fichtner

Müzik: Ryan Amon

Meraklısına Linkler:


8 Ağustos 2013 Perşembe

Bayram Demek, Mani Demek

Gök mavi yer samani
Bayram geldi mi yani
Şeytan dürterse eğer
Sizlere yazarım mani

***

Bu bayram verdi esin
Düşündün beni kesin
Uzakta olsan bile
Eski dostum gönlümdesin

***

Ramazana, bayrama
Herse koydum kazana
Bari selam gönderin
Manileri yazana


Sarı arı bal arı
Saydık geçen yılları
Unutma bayramlarda
Ara eski dostları

***

Dil sürçtü fikir kaydı
Vladimir maniler yazdı
Yoksa inandınız mı
Hepsi birer şakaydı

***

Aşk kapını çalarsa
Ev, sokak sana darsa
Bayram yeri seyrandır
Eğer sevgilin varsa




Bayram mübarek olsun
Gönüller neşe dolsun
Ne demişti atalar:
“El öpenin çok olsun”

***

Bayram yeri şenlendi
Yorgunlar hep dinlendi
Nur yağdı gök yüzünden
Melekler yere indi

***

Bugün bayramdır ancak
Kaçarım köşe bucak
Telefonda kulağım
Sevdiğim arayacak

***

İnekleri tosunu
İnsan yer mi yosunu
Gerçek bayram istersen
Frenle nüfusunu

***

Doğru söylerim sana
Yalan malan arama
Ramazan senin olsun
Ben razıyım bayrama 

***

Hep genç kaldı bir yarım
Bal yapar benim arım
Vladimir’i okuyanların
Bayramını kutlarım


 (Görseller: Yetmişli yıllardan muhtelif askerli bayram kartopostalları) 


5 Ağustos 2013 Pazartesi

Rüyalar, Bay Badalamenti ve Psikojenik Füg

Rüyalar: Rüyalardaki mantığa ve zamanın akışına bayılırım. Ama rüyalarım pek işime yaramaz, ben fikirlerimi genellikle müzik dinlerken ya da yürüyüş yaparken yakalarım. Ama Blue Velvet‘in senaryosu üzerinde çalışırken, dört farklı taslak yazmıştım ve hepsinin finalinde problem vardı. Derken bir gün kendi ofisimden çıktım, yandaki ofisteki biri ile görüşmem vardı. İçeriye adım attığım anda bir gece önceki rüyamı anımsadım, sekreterden bir kağır rica ettim. Yazmaya koyuldum, rüyamda üç minik detay vardı ve her şeyi çözmüştü. Rüyalarım şimdiye kadar bir kez zişime yaradı.

Angelo Badalamenti: Blue Velvet‘i yaparken tanıştık ve o günden beri bütün filmlerimin müziğini o yazdı. Artık kardeş gibiyiz. Onunla çalışma biçimiz şöyle: beraberce piyanonun önünde otururuz, ben konuşurum Angelo bir şeyler tıngırdatır. Sözcüklerimi müziğe tercüme eder. Bazen, dediklerimi özümseyemediğinde, çaldığı da bir şeye benzemez. O zaman “Yok Angelo, olmadı” derim. Sözcüklerimi biraz değiştiririm, sonra biraz daha değiştiririm. O da notalarını değiştirir. “Yok” derim “hayır, olmuyor Angelo”. O daha farklı çalmaya başlar ve böyle, böyle bir şeyler yakalar. “Tamam” derim “işte bu!” Sonra yakaladığı doğrultuda sihirini devam ettirir. Onunla çalışmak çok eğlenceli. Eğer birbirimize yakın oturuyor olsaydık, her gün böyle çalışalım isterdim. Ama o New Jersey’de oturuyor; ben Los Angeles’da.


Kayıp Otoban: Barry Gifford’la beraber Lost Highway (Kayıp Otoban) filminin senaryosunu yazarken kafamı O. J. Simpson duruşmasına takmıştım. Barry ile bu konuda konuşmuşluğumuz olmadı ama sanırım film bir biçimde, bu dava süreci ile ilgili oldu. O.J. Simpson ile ilgili olarak aklımın almadığı, adamın hala gülebiliyor, dahası kahkahalar atıyor olmasıydı. Olan biteni, yaşadıklarını kafaya takmaksızın gidip golf oynuyordu. Bir insan bir şey olmamışcasına rutinini nasıl devam ettitir, nasıl normal yaşantısını sürdürebilir diye düşünüyordum. Sonra bazı insanların kendilerini korkutan şeylerden kaçmak için zihinlerinin onları aldatmasını ifade eden şu güzel psikoloji terimini buldum “psikojenik füg”. Yani, Lost Highway bir anlamda bununla ve hiçbir şeyin ilelebet gizli kalamayacağı ile ilgilidir diyebilirim. 



3 Ağustos 2013 Cumartesi

Fiske

Bu karikatürü seneler evvel beğenip blogda kullanabileceğim resimlerin arasında "Fiske" ismi ile kaydetmişim. Ama ne yazıktır ki bunu yaparken karikatürü yapanın ismini not etmemişim. Fiske'nin yaratıcısı benim için meçhul. 

Ancak karikatüre tekrar rastlayınca pek bir sevdim. 

Kim yaptı ise helal olsun..



2 Ağustos 2013 Cuma

Kırmızı Dudaklar, Yeşil Bahçeler ve Blue Velvet Şarkısı...

Müzik: 
The Elephant Man (Fil Adam) filmi üzerinde çalıştığım günlerden birinde radyo dinliyordum. Birden Samuel Barber’ın Yaylılar için Adagio isimli eseri çalınmaya başladı. Hiçbir müzik filmin son sahnesi ile bundan daha iyi örtüşemezdi. Prodüktörümüz Jonathan Sanger’dan bu müziği bulmasını rica ettim. Geldiğinde yanında parçanın dokuz farklı kaydı vardı. Hepsini dinledim, hiçbiri radyoda dinlediğim gibi değildi. Dokuzu da aradığım hissi vermiyordu. Jonathan gitti ve bir sürü kayıt ile geri döndü. Dinledim, dinledim. Nihayet André Previn’in versiyonuna denk geldim. “İşte bu!” dedim. Diğer dinlediklerim de bu da aynı notlardan oluşmakla birlikte bu öyle bir çalınmıştı ki, sonuç muhteşemdi.

Müzik film ile iç içe geçmeli, onu daha da geliştirmeli. Elinizin altındaki bir müzik kaydını filminize katıp da işe yaramasını bekleyemezsiniz. Bu en sevdiğiniz şarkı bile olsa çoğu zaman işe yaramaz. Müzik o sahneye hizmet etmelidir. Sahne ile müzik iç içe geçtiğinde bunu hissedersiniz. Sahne büyür, büyür. 

Sinema: Sinema aslında bir dildir. O dili konuşarak çok şey anlatabilirsiniz: büyük şeyler, saçma şeyler… İşte bu yüzden sinemayı seviyorum.

Kelimelerle aramın pek iyi olduğunu söyleyemem. Öyle insanlar var ki sanki doğuştan şairler, kelimeleri olağanüstü güzel bir biçimde kullanıyorlar. Sinemanın kendi dili var. Bu dili kullanarak kelimeler ile anlatılabilecek olanlardan fazlasını anlatabilirsiniz. Bu dilin içinde zamanın akışı var, zaman bölümleri var, diyaloglar, müzik, ses efektleri ve daha bir sürür enstrüman var. Bu sayede başka hiçbir biçimde ifade edemeyeceğiniz duygu ve düşünceyi izleyicinize geçirebilirsiniz. Sinema büyülü bir araçtır.
Aklıma bir film fikri geldiğinde bunu sinema dilinde nasıl ifade edebileceğimi düşünmek benim için, aşka benzeyen bir duygu. Soyutlamalara izin veren öykü fikirlerine bayılıyorum. 
Fikirler: Fikir bir düşünce biçimdir. Öyle bir düşüncedir ki aklınıza ilk geldiğindeki hali düşünebildiğinizden daha fazlası ile doludur. Bir kıvılcım gibi belirir. Çizgi romanlarda biri bir fikir yakaladığında tepesinde bri ampul yanar. Gerçek hayatta da böyledir, bir anda gelir fikir.

Eğer bütün bir film tek seferde akla gelseydi bu harika bir şey olurdu. Ancak bana parçalar halinde geliyor. İlk parça sanki Rosetta Taşı (*) gibidir. Sanki bir bulmacanın gizemini ele veren parçasına benzer. .

Blue Velvet, (Mavi Kadife) filmine dair ilk fikir şuydu: kırmızı dudaklar, yeşil bahçeler ve Blue Velvet şarkısının Bobby Vinton versiyonu. İkinci fikir ise çimenlerin üzerinde atılı bir kulaktı. Geri kalanı bunlardan çıktı.

Küçücük fikir parçalarına aşka benzer bir duygu ile tutunursunuz. Gerisi zamanla gelir.


(*)Rosetta Taşı: M.Ö. 196 yılında yazılmış bir taştır. Üzerinde aynı bilginin üç farklı dilde yer almaktadır. Hiyeroglif, Demotic ve Yunanca. M.S.1799 yılında Nil Deltası’ndaki köylerden biri iolan Rosetta (Raşit) Köyü’nde bulunmuştur.