31 Ocak 2015 Cumartesi

Bir Japon Atasözü Der ki:

"Yedi kere düş, sekiz kere kalk."



Tabi burada kalkmaktan kastedilen, bir Türk düğün klasiği olan "haydi sen de kalk", "iki dönsen ne çıkar" olmamalı.   

29 Ocak 2015 Perşembe

Bir Konu, Üç Anons: Ya da Kentli Ciddiyeti Özledi Aziz'im

Acil yetişmem gerektiği için İzban'ı seçtim. Peron her zaman olduğundan kalabalıktı. On gün öncesine kadar gerçekle ilgisi olmasa da en azından bir takım rakamlar göstermişliği olan göstergeler artık birer kehanet levhasına dönüşmüştü ve şunu gösteriyordu:
"Tren on dakikada bir gelir".

Kalabalık epeydir tren geçmediği için tedirgin bir suskunluk içindeydi. Ben de şunlarla bir, bir on dakika kadar, peronunu bir kıyısına ilişip susayım dedim.

Bekledim, bekledim. 

Kelimelerin yarısını kusan, geri kalanını içine atan bir erkek sesi ananons yaptı; 

"Teknik bir arızadan ötürü, tren gecikmiştir."

İnsanlar sustu, ben bekledim. Yeni gelenler beleyenlere ne olduğunu soruyordu. Soru sorulamayacak bir bölüme ilerledim.Zira aklım gecikmemem gereken yerde konuşacaklarıma takılıydı.  

Beş dakika kadar sonra insanın kulaklarını burkan bir kadın feryadı anons yaptı:

"Yolcularımızdan birinin sağlık probemi yüzünden Cumaovası yönüne gidecek olan tren gecikmiştir"

Şuncacık perona sığamayacak kadar kalabalıktık artık. Olsun,beklemeye devam ettik.

Aynı kadın bekleyenlere yeni bir tren geçmesine yetecek kadar gelen bir süre sonra yine feverean etti.

"Yolcularımızdan birinin sağlık problemi yüzünden Cumaovası yönüne gidecek olan tren seferi iptal edilmiştir. Yeni tren Menemen'den hareket etmiştir." 

Yerseniz makamında bir tarafından uydurulan ve dahası birbiri ile çelişen anonslar; (hani on dakikadır tren geçiyordu demiyorum, geçen 20 dakikaya rapmen) 
Çalıştırılması akla hayale getirilmeyen göstergeler, 
Bunlara ve bir alay zevzekçe dayatılan uygulamalara rağmen iki üç haftadır kentli ile alay edercesine, sağa sola yapıştırılmış "bilin bakalım bu kentin sorunları kimi tırmalamıyor?" minvalindeki sorular listesi, 
Bu kalitesiz hizmetin bedelinin 2,25 TL'ye zıplatılmış olması, 
falan, filan. 

Bunların hiçbiri beni o anda şuradan şuraya yetiştiremezdi o yüzden acelesi olanın taksiye binmesinin gerekliliği öğretisi geldi aklıma. Derhal ikiledim oradan. 

Trene de hastaya da ne olduğunu bilmiyorum, ama bu kenti yönetenlerin bu kentin insanına zırnık saygısı kalmadığını ve asla da düzelmeyeceklarini artık çok iyi biliyordum. 
 ,
Olmazlarını posterlerden Okuduk bari bir olurunu söyle be Aziz!

Taksiye binip de gideceğim yere yetiştiğimi sanan varsa yanılır, Zira soğuktu ve yağmur çiseliyordu diyeyim gerisini siz hayal edin.

Bu fotoğrafı göstergelerin bir takım rakamlar gösterdiği yağmurlu bir günde çekmiştim. Tren 23 dakika sonra gelecek diyor. Ama beş dakika sonra gelmişti. 2 artı 3 eşittir 5 



28 Ocak 2015 Çarşamba

Her Şey Kiralık

...her şey, ama akla gelen her şey kiralık. 


Göründüğü gibi değil bir açıklaması var elbette:

Burası Yeni-Foça. Askerliğini yapmak üzere gelen gençler; nizamiyeye teslim oldukları ilk gün, cep telefonlarını bırakıyorlar ama sim kartlarını saklıyorlar. Hafta sonu çıktıklarında telefon kiralıyorlar. Sonra gelsin mesajlar, çağrılar...   

İstasyon

Balıkesir yakınlarında yılın ilk karı ve yolcusuz bir tren istasyonu....
"Bütün Anadolu şehirlerinin tren garları, istasyon binaları neredeyse birbirinin aynıdır. Venedik sarısına boyanmış duvarları, ne denli silinse de kirli duran camları, boyası soyulmuş ahşap sıraları, insanlardan daha kimsesiz duran denkleri, bavulları, hep aynı gurbet duygusunu uyandırır. Nedensiz yere burnu sızlar insanın."
Murathan Mungan - Tren adlı öyküsünden


Fotoğraf: İstasyon ve kar - D.M.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Wild

Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée'yi; "The Young Victoria" ile geçen senenin Holywood'un en yakışıklı aktörlerinden ikisini tanınmayacak hallerde izleyici önüne atarak risk aldığı "Dallas Buyers Club" filmlerinden anımsıyoruz. Her iki filmin ortak noktası yönetmeninin kamerayı belirli bir mesafe tutarak, yani tarafsızlığını koruyarak bir öykü anlatmaya çalışması; bunu yaparken klişelere başvurmaması, dahası filmlerinde farklı görüntü yönetmenleri ile çalışıyor olmasına rağmen artık kolaylıkla "Vallée Dili" diyebileceğimiz kendine has bir anlatım tarzı geliştirmiş olması. Bu tarz yönetim oyuncuya rahat soluk alacak alanlar bıraktığı gibi, perdeye yansıyan karakterleri daha gerçekçi, inanılır kılıyor. Böyle olunca seyirciyi en sert sahnelerde olan biteni sorgulamayı düşünmüyor, zira öykü de karakterler de tüm numaralardan arınmış biçimde insanların gözü önünde, cerayan ediyor. Wild filminde önceki filmlerinde yakaladığı ustaca dilin benzerini yakalamak mümkün ancak Wild kurgunun da anlatıcı olarak işlevsellik kazandığı bir film.



Wild filminin ilk görüntüleri gözlerimin önünde akmaya başladığında "işte" dedim "Sean Penn'in müthiş başyapıtı 'Into the Wild'a bir kardeş geldi. Zira ikisi de benzer dili konuşan, gözlerini karartarak yaşamlarının o ana kadarki bölümünü geride bırakarak bilinmeyenin kollarına kendilerini atmış iki kahraman odaklanıyor ve yola çıkış nedenleri ne olursa olsun, ikisi de gerçek yaşam ve yol öyküsü.

Film Cheryl Strayed'in anılarından senaryolaştırılmış. Yazarın filmde kısacık bir rolü olduğu gibi, 6 yaşındaki halini kızı Bobbi Strayed Lindstrom canlandırıyor. 

Cheryl ile Reese

Wild'ın kolayca özetlenebilecek bir öyküsü var. Başarısız bir evlilik yaşayan ve annesini trajik biçimde kaybeden Cheryl'in hayattaki tek arzusu artık; sanki kendisine zarar vermek ve hızla yok olmaktır. Önüne gelenle yatmakta, kimisi ile uyuşturucu kullanmayı da deneyimlemektedir. Kocası bazen onu bu sonu belli bataktan kurtarmaya çalışsa da yıllar hızla geçer. Bir gün annesinin istediği gibi bir kadın olup olamayacağını öğrenmek üzere PCT diye adlandırılan Pasifik Zirve Yolculuğu'na çıkar. Meksika sınırından, Kanada sınırına kadar yürüyecektir. Aşması gereken 1100 mil üç aydan biraz fazla zaman alacaktır. Cheryl yolda önceden hazır olmadığı, hayal bile etmediği şeyler ile karşılanır. Film en çaresiz kaldığı anda, yaralandığı ve öfke ile botlarını attığı anda açılır. Karakterimizi anılarından oluşan flasbackler sayesinde tanırız. 

İlk günlerde havlu atacak gibi olsa da giderek azim kazanır. Onu bekleyen sınavlar sadece yolun bilinmeyenleri değil, kendi içinde bir türlü yüzleşemediği sorulardır. Sınırdaki "Tanrıların Köprüsü"ne gelinceye kadar onu iç yolculuğunda neler beklemektedir. Fİlm boyunca sadece doğanın tuzakları ve olağanüstü dingin görüntüleri, karın, çölün güzellikleri değil; Cheryl'in iç yolculuğuna dair manzaralar da yolculuğa eşlik ediyor. Kurgu; gerçek ile anıların ustaca birbirine dokunmasını, ya da teğet geçmesini sağlıyor. Günler geçtikçe Cheryl'in anlamaya başlıyoruz. Filmin başarısı izleyicinin hiçbir anında baş karakteri yargılamaya kalkacak ruh haline sokulmamasından geliyor.

Reese Witherspoon abartısız oyunculuğu ile içine düştüğü her durumda karakterini inanılır kılıyor. Oyuncu olarak onun da yolculuğu enteresan "Sarışın Aptal görünümlü Fettan" genç kız rollerinden, Oscar ödülünü de kucaklamayı içeren uzun bir yol var arkasında bıraktığı. Sadece oyuncu değil yapımcı olarak da başarılı işleri kariyer defterine kaydediyor. Örneğin: bu senenin kimilerince nefret edilen, kimilerince hayran kalınan filmi "Gone Girl"ün yapımcısı olan yıldız; böylelikle kendi finanse ettiği film ile en iyi kadın oyuncu dalında Rosamund Pike" ile kendi rakibini de kendi yaratmış oluyor. Bu yarışta ikinci kez Akademi Ödülünü alacaksa 38 yaşındayken canlandırmış olduğu 26 yaşındaki bu karakterden ziyade, Holywood'a yarattığı kaynak ile bu başarıyı ihtimal dahilinde görüyorum. Bu filmde başarılı bir oyunculuk sergilemiş olsa da, bence adayların arasında oyunculuk bakımından bu ödüle daha yakın duran başka isimler var.



Filmin önemli sürprizi. Laura Dern'in canlandırdığı anne karakteri Bobbi, olay örgüsü içinde çok fazla yer tutmamakla ve sadece Cheryl'in anılarında görülmekle birlikte, baş karakterin itici gücünü inanılır kılan, üstelik yıllarca akıldan çıkmayacak başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Aday olduğu yardımcı kadın oyuncu dalında şansının hayli yüksek olduğuna inanıyorum.

Sonuç olarak bu film için güzel ve yürek burkan, sinema üzerine kafa yormayı seven yönetmen eseri filmlerden diyebilirim.



Wild - 2014
Yönetmen: Jean-Marc Vallée
Senarist: Cheryl Strayed'in 
"Wild: From Lost to Found on the PCT" adlı anı kitabından 
Nick Hornby

Oyuncular:
Reese Witherspoon, 
Laura Dern, 
Thomas Sadoski

Görüntü Yönetmeni: Yves Bélanger

Editör: Martin Pensa ile John McMurphy adı altında Jean-Marc Vallée


Meraklısına Linkler:

Pazarlama Müdürü

Tuhaf mamafih hakiki:
Sundaying Manager


Buna çeviri hatası demeye dilim varmıyor. Başka türlü bir şey bu.

22 Ocak 2015 Perşembe

Müthiş Bir Belge

Stanley Kubrick MGM'in "2001: A Space Odyssey" filminin devamını çekmeyi planladığına dair edindiği malumat üzerine üst düzey yöneticilerden James T. Aubrey, Jr.'a yazdığı mektubun resmidir.
Mektup, her ne kadar saygı sözleri ile bitiyor olsa da; bu filmi gerçekten çekmeleri halinde, yönetmenin filmde maymunların gökyüzüne fırlattığı devasa femur kemiğini aldığı gibi ne yapacağına dair, dönemine göre oldukça yaratıcı sayılabilecek bir tehdit içermekte.

Hoş 2010 isimli film çekildi de ne oldu sanki? Sıkılmaktan sonuna dek izlemeye fırsat bulan olmamıştır.


Mektuba gelince büyük ihtimalle sahte.
Yandan, kenardan gölgeler filan...
Cık, cık, cık...
Hiç inandırıcı gelmedi bana.

Müthiş ama belge sayılmaz, sahte.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Whiplash

Bunun Jazz müziğinden hoşlanmayanların ve bilhassa "Big Band" ve nefesli çalgı icralarını uzun süre dinlemekten rahatsız olanların ilgi duyabileceği bir film olmadığını en başından söylemek lazım.  

Film; adını Justin Hurwitz bestesi Whiplash'den alıyormuş gibi görünse de, bütün önemli anlarında kelimenin İngilizce'de (argo dahil) taşıdığı bütün anlamları barındırıyor.

François Truffat yönetmenliğe başlamadan iki sene kadar önce kaleme almış olduğu, geleceğin film yönetmelerini konu edinen bir metinde şuna benzer ifadeler kulanır:
"Yıllar sonra yönetmenler kendi hayatlarını ve kendi kişisel deneyimlerini çekinmeksizin filme aktarmayı başaracaklar ve bunların çekmiş olduğu filmler izleyiciye alışık oldukları kurgusal olay örgüsüne sahip olanlardan daha cazip gelecek.
Yönetmen Damien Chazelle kendi müzik eğitiminin ona kazandırdığı deneyim ve gözlemleri, dram türüne giren filmine tıpkı Truffut'un seneler evvel öngördüğü biçimde katmayı başarıyor.

Damien Chazelle


Whiplash ilk kez JK Simmons'un da içlerinde yer aldığı kadro ile 2013 yılında kısa film olarak çekilmiş. Gördüğü ilgi üzerine uzun versiyonu hazırlanmış. Filmin senaryosu, Damien Chazelle'e ait. Müzik filmin içinde önemli bir yere sahip, Alfred Hitchcock'un "The Man Who Knew Too Much" filminin ikinci versiyonunda filmin finaline doğru çalınacak müziğin önemli bir anına izleyicinin dikkatini çekebilmek için yaptığı cambazlıklara başvurmadan seyirciyi notaların arasında gezdiriyor. Ayrıca geçtiğimiz yıl izlediğimiz Grand Piano filminin kotaramadığı gerilimi filme ustalıkla katmış. Film başarılı sayılmak için ne kadar ileri gidilebileceği sorusuna yaıt arıyor, soruya her cevap bulduğunuzda gerilim çıtası bir miktar daha yukarıya çıkıyor. İki ana karakter arasındaki çatışmanın gerilimi, son sahnede davulun son notayı vuracağı ana kadar tırmanıyor.  

İlk gençlik yıllarında davul çalmış olan Miles Teller filmin baş karakteri davul öğrencisi Andrew'ün yolculuğunu başarıyla canlandırıyor. 2013 yılının sürpriz filmi;  artık bir klişeye dönmüş konusunu, seyircinin gözüne batmayan sağlam oyunculuklardan destek alarak kendine has bir dille aktarması ile "The Spectacular Now" olmuştu ve daha evvel canlandırdıkları rollerde rüştlerini ispat etmiş ancak adlarını fazla duyuramamış iki genç oyuncusunu ana akım sinemanın aradığı yıldız adayları arasına taşımıştı. Bunlardan biri Shailene Woodley, diğeri Miles Teller idi. Bu filmden sonra canlandırdığı karakterlere farklı yorumlar katmayı başaran Woodley'in yıldızı giderek parlarken. Teller aynı karakterin versiyonlarını canlandırmaya devam etmiş ve iki yıl içinde kendini yeni "John Cusack" olarak adlandırabileceğimiz bir şablona dönüştürmüştü. Ancak bu filmde Teller önceden canlandırdığı tiplere dair en ufak benzerlik taşımadığı gibi fiziksel olarak geçirdiği değişimin de rolüne katkısı büyük, zira çekimlerin yapıldığı sırada 27 yaşında olan aktör 19 yaşında bir müzik öğrencisini canladırmalıydı. Miles Teller rolünün altından vücut diline ağırlık vererek kalkıyor, ki bu ana akım sinemada erkek oyuncuların fazla yararlandığı bir teknik değil. İyi bir müzisyen olma hayallerini hayata geçirmeye azimli Andrew karakteri filmin başından finaline kadar bir takım testlerden ve değişimlerden geçerek, hırsının farklı boyutlarını açığa çıkıyor. Filmin yükü Andrew adındaki öğrenci ile Fletcher isimli müzik öğretmeninin sırtında. J.K.Simmons ekonomik oyunculuğu ile: gözlerini ve ellerini kullanarak; insanları manipüle edebilen, yalancı ve aynı zamanda iyi müzisyen olan baskın Fletcher katrakterini inanılır kılıyor.



   
Baş karakterinin hayallerine yaklaşma ve uzaklaşma öyküsünü tıpkı başarılı bir davul solosu izlettirir gibi seyircisine sunan filmin konusuna kısaca değinecek olursak; Andrew (Miles Teller) ülkenin en iyi müzik okulunda öğrencidir, bir gece geç vakitlere kadar davul çalışırken efsanevi öğretmen ve okulun yarışmaarda derece almaya odaklı büyük caz orkestrasının şefi Fletcher ona çaılışı ile ilgili bazı öğütler verir. Kısa bir süre sonra da orkestraya yedek davulcu olarak dahil eder. Fletcher iyi bir müzisyendir ancak çalışılması zor bir öğretmendir, orkestradakilere sürekli hakaretler yadırır, hata ihtimaline bile toleransı yoktur, yetenek kırıntısı sezdiği öğrencilerinin sınırlarını zorlamak için seçtiği teknikler ise psikolojik işkence seanslarını andırmaktadır. Film sürekli sınanan Andrew'ün başarılı bir davulcu olarak kendini ispat edip edemeyeceği sualine odaklanır. 



Filmin en önemli kozu Fletcher karakterinin başarısı ancak bu rolün aslında bir zamanlar hayli sık kullanılmış bir şablon olduğunu da anımsamakta yarar var. Kameranın askeri eğitime döndüğü her filmden kolaylıkla anımsayacağınız eğitim başçavuşu tiplemesinde görürüz bunu. İyi bir askere dönüşmesi gereken baş karaktere hayatı zindan eder bu baş çavuş karatekteri, onunla o denli uğraşır ki, karakterimiz nihayetinde çok başarılı bir asker ya da subaya dönüşür (Subay ve Centilemn, Full Metal Jacket, vb). Film başarılı anlatım diline rağmen zaman zaman klişe görsellerden yararlanmakta. Rocky ve Kızgın Boğa filmlerinden ödünç alınmış anları dikkatli gözler kolaylıkla yakalayabilir. 

Öykünün başarısı içine sızan gerçek yaşamdan alınma öğelerin yanısıra, diyaloglara fazla yer vermeyen senaryosundan geliyor. Sinemanın özü olan, görsel öğelerin ustaca kulanımı öykünün akışına ivme kazandırıyor. Diyaloglardaki ekonomik hal filmin en önemli artılarından bir tanesi. Bir diğeri de görüntü yönetmeni Sharone Meir'ın kamerasını ustaca planlanmış bir kareografiden milim aydırmaksızın gezdirmiş olması. Böylelikle izleyici olaylara orkestranın içindeki müzisyenler kadar yakından tanık oluyor. Filmdeki çatışmanın ritmini de belirleyen kurgu, Tom Cross'un eseri. İzleyicinin Fletcher'ı da, Andrew'u da ete kemiğe bürünmüş biçimde hissetmesini kurgunun cesur haline borçlu. Gerekmediği halde üstüste yapılan bindirmeler filmi bir anda MTV müzik klibine döndürebilecekken, giderek yükselen tansiyon ve baş karakterin kişiliğindeki başkalaşma ritimde aksamalr olmadan ekrana yansıyor.



Daha en başından farkına vardığımız gibi Fletcher gerçekleri işine geldiğince kullanan, dahası her konuda acımasızca yalanlar uydurabilen bir kişi.  Filmin bir yerinde Andrew'a Charlie Parker'ın öyküsünü anlatıyor. "Parker henüz tanınmamış ve genç bir müzisyen iken bir gece aralarında Count Basie Orkestrası'nda çalan ünlü davulcu Jo Jones'un da olduğu tanınmış müzisyenlerle bir "jam session"a katılıyor. Charlie Parker o kadar kötü çalıyor ki Jones sinirlenip zilleri aldığı gibi ona doru fırlatıyor. Eğer denk gelse bir uzvunu kaybedebilecek olan Parker bunun üzerine çok hırslanıyor. Aylarca pratik yapıyor, bir sene sonra aynı yerde aynı grupla çalmaya başladığında efsanevi "Bird" doğuyor. Eğer o gece Jones Parker'a "aferin" deseydi jazz müziğinin tarihi başka türlü yazılabilirdi."

Filmin içinde durduğu yere baktığınızda çok hoş bir zamanlamaya sahip olan bu öykü aynı zamanda anlatılanın gerçek olmadığını bildiğinizde apayrı bir işlev kazanıyor. Filmin geldiği o noktada karakterin böyle bir yalan söylemiş olması dahiyane bir buluş ve finalin tahmin edilmesi demek aynı zamanda. Mamafih gidilecek yolun bilinmesi, seyirciyi bu kez başka bir gerilimli bekleyişin içine sokmakta. Yalan yahut değil, öykünün geldiği o noktada atılan adım filmin keyfini öldürmüyor. Yalanı yakalamış olmak sadece bir hediye diyebilirim.     

Bir iki cümle dışında diyalog içermeyen finaldeki performanslar olağanüstü, seyircinin film boyunca dinlemeye alıştığı klasik bir Juan Tizol bestesi Caravan; kimin av, kimin avcı olduğunun birbirine karıştığı kedi fare oyununa eşlik ediyor. J.K. Simmons'un Fletcher karakterinin zihnindekileri son bir jest ile açığa vurması ve kameranın Andrew'e ani dönüşündeki zamanlama için söylenebilecek tek şey var: mükemmel.    

Damien Chazelle bu filmi ile izlenmesi gereken yönetmenler hanesine adını yazdırmayı başarıyor. J.K. Simmons'un bu rolü ile en İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Akademi Ödülü'nü almaması büyük sürpriz olur. Miles Teller'a gelince iyi yönetmenler ile buluştuğunda ilginç işlerin altından kalkabilecek, ilerisi için ümit veren bir oyuncu olduğu artık kesin diyebilirim.


Whiplash - 2014

Senaryo: Damien Chazelle
Yönetmen: Damien Chazelle

Oyuncular:
Miles Teller
J.K. Simmons
Paul Reiser
Melissa Benoist
Nate Lang

Görüntü Yönetmeni:
Sharone Meir

Kurgu:
Tom Cross

Meraklısına Linkler:


12 Ocak 2015 Pazartesi

Sam'in Tiradı

Kamera Sam'in yüzüne odaklanır,
Sam babasının gözlerinin içine bakar, bağırarak konuşur:
"Kimin için bir anlam taşıyormuş? Başarılı bir kariyerin vardı baba; şu çizgi roman filminden önce, insanlar o kuş kostümünün ardında nasıl biri oluğunu unutmadan önce. Şimdi altmış sene evvel yazılmış bir kitabı tiyatroya uyarlıyorsun. Kim izleyecek seni? Aklında oyun bittikten sonra nerede pasta yiyip, kahve içeceğinden başka bir şey olmayan bin tane yaşlı, zengin ve beyaz insan. Senden başka hiçkimse için bir anlam taşımıyor! Artık yüzleş şununla baba, sanat aşkı ile yapmıyorsun bunları. Yine bir işe yaradığını sanmak için yapıyorsun. İşin doğrusu ne biliyor musun? İnsanların her gün bir işe yarar gibi görüneyim diye her gün birbirlerini yediği, ama senin yok saydığın koskocaman bir dünya var orada. Hepsi de senin yok saydığın bir yerde oluyor. Bu arada oradakiler de seni unutalı çok zaman oldu. Hem kimsin ki sen? Blogculardan nefret ediyorsun. Twitter ile alay ediyorsun. Bir Facebook sayfan bile yok. Esas var olmayan sensin.  Bu oyuna neden böyle asılıyorsun biliyor musun? Çünkü sen de hepimiz gibi önemsiz biri olmaktan ölesiye korkuyorsun ve biliyor musun? Korkmaktan çok haklısın. senin hiç, ama hiçbir önemin yok. Önemsizsin tamam mı? Ö-NEM-SİZ! Artık alış bu duruma!"


Birdman (or the Unexpected Virtue of Ignorance)

Kuşadam ya da Cehaletin Umulmadık Erdemi:

Geçen sene izlediğim en iyi film Boyhood idi. Ahım şahım bir öyküye sahip olmamasına rağmen ve 12 yıla yayılmış çekim süresine karşın ritmindeki tutarlılık, başarılı oyunculuklar, yaş almalarının filme görsel oyuncaklar kullanılmaksızın dahil edilmiş olması, dahası tıpkı hayat gibi bir film olması beğenme sebeplerim arasında idi. Seneler sonra, hiç ummadığınız bir anda, bir zamanlar en yakınınızda olan eski bir dosta rastlarsınız hani: hayat sizi bir şekilde ayrı ayrı ayrı yönlere atmıştır, biririnizden haber bile almamışsınızdır. AMa arada yıllar yokmuş gibi kaldığınız yerden deavm ettiğinizi sansanızda eskimiş, gtmiş bazı şeyler vardır. Oysa ilk sorular ve yanıtları hazırdır. "Nasılsın?" diye sorulur "İyiyim" denilir önce, ardından soru yinelenir. İyiyimlere rağmen neler olmuş, neler bitmiştir,  dahası neler neler atlatılmıştır, hayatın karşımıza her zaman iyi insanlar çıkarmadığını öğrenmişizdir sözgelimi, ihanet nedir onun tadını tatmışızdır, sevdiklerimizin aramızdan ayrılması yazılmıştır tecrübe hanemize. O iyiyim kelimesinde gizli olan, söylenmemiş şeyleri; melodramın tuzaklarına, klişenin kolaycılığına sapmaksızın anlattığı için sevdim o filmi. Müthiş müzik kullanımını da unutmamak lazım.

Film bütünlüğü anlamında Boyhood ile başabaş yarışan, geçen yılın en iyilerinden bir diğeri de; müthiş senaryosu, olağanüstü oyunculukları, kameranın delice diyebileceğim imkansızın peşinde dört nala koşar misali filme dahil olması ve tabi saymış olduğun üç unsuru bir araya getiren usta bir yönetmenin mevcudiyeti ile "Birdman" filmi oldu. Üstelik izlemeye başlamadan evvel aklımda yönetmen Alejandro González Iñárritu'nun ismi "aman dikkat" sinyalleri çaldırıyordu. Zira filmlerinin senaryolarını da yazan usta; kesişen öyküler filmlerinin tekrar ivme kazanmasına yol açan isimdi aynı zamanda ve benim içimdeyse bir daha üç öykünün bir tesadüfün etrafında toplandığını izlemeye dair en ufak istek yoktu. Neyse ki filmin böyle bir senaryosu olmadığı gibi bütününe yakın bir bölümü New York'da Times Meydanı'na çok yakın bir yerdeki St. James Tiyatrosu'nun içinde geçiyordu.


Michael Keaton iyi bir oyuncu olmasına rağmen, kariyerinin ilk basamaklarında Tim Burton ile yaptığı Beetlejuice ve iki Batman dışında ses getiren fazla filmde rol almamış, Holywood'un pek yüz vermediği starlardan olmuştur. Sıradan görünümlü bir adamın yarasa adama dönüştüğü iki çok başarılı süper kahraman filminden sonra sinema izleyicisinin özlediği aktörler arasına karışmıştır. Geçen yıl "Nuh" filminde sadece sesi ile yer almıştı.



Yönetmen Iñárritu öyküsünün merkezine işte tam da Michael Keaton'ı andıran bir adamı yerleştiriyor. Riggin snemada üç kez canlandırdığı süperkahraman: Birdman karakterinden sonra, yirmi yıla yakın bir süre sinema oyuncusu olarak doğru düzgün iş bulamamış bi oyuncudur. Asistanlığını yapan kızı bağımlılığından kurtulmak üzere gönderildiği rehabilitasyon merkezinden yeni çıkmıştır. Riggin Raymond Carver'ın "Aşktan Sözettiğimizde, Sözünü Ettiklerimiz" öyküsünden kendi uyarladığı ve kendisinin de önemlş rollerinden birini üstlendiği oyunu Broadway'de sahnelemenin arifesindedir. Kuliste, kendi odasında, hazırlanmak üzere aynanın karşısına geçtiğinde arkasındaki duvardan Birdman onu izlemektedir. Riggin'in tiyatro sahnesinde başarısız  olacağına dair endişesi büyüktür. Birdman'ın sesi, yalnız kaldığında, insanların yanında yüzlerine söyleyemediklerini ona sanki ensesinin kökünden bağırır gibidir. Riggin'in bir sırrı vardır, sırrı filmin sonunda herkes tarafından öğrenilecek midir, yoksa Riggin aslında hayaller mi görmektedir? Film seyriciyi bu beklenti ile final anına adım adım hazırlamaktadır. Riggin'in endişe seviyesi sürekli dalgalanmakta ve bu endişe filmin bütününe yayılmaktadır. Bilhassa tiyatro eleştirmeni ile olan sahne ve filmin finaline yakın bir yerde sadece dikkatli izleyicinin gözüne takılabilecek minik bir detay. Ama yakalayabilene de büyük bir ödül. Beyazlar içindeki eleştirmenin sahnede gördüklerine tepkisi; nefret, hayranlık, kıskanma bir arada bundan daha güzel biçimde filme alınmamıştır.


Michael Keaton gelgitler yaşayan bu eski sinema oyuncusunu, en akıl dışı, doğa üstü sahnelerde bile inandırıcı biçimde canlandırıyor. Sevgiye aç ve yeniden seyircinin ilgisine mazhar olmak, sevgilerini kazanmak ve bu sefer gerçek bir oyuncu olarak kabul görmek hayalinin gerçekleşmesi dıındaki alternatifler onun için söz konusu değil.

Naomi Watts ve Edward Norton her zamanki gibi rollerinde inandırıcılar. Filmin Keaton'dan başka parlayan iki yıldızı daha var Riggin'in kızı Sam'i canlandıran Emma Stone ile komedi filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz ("The Hangover"serisi, It's Kind of a Funny Story)Zack Galifianakis, Riggin'in yakın arkadaşı jake karakterinde.

Seyircili provalardan önce erkek aktörlerden biri kaza geçirince Edward Norton'un canlandırdığı metod aktörü karateri, kendini beğenmiş Mike kadroya dahil edilir. Norton'un çalışma arkadaşlarına davranışlarının filmdeki karakterinkini andırdığı düşünlürse, oyuncu seçimlerinin hayli isabetli olduğu ortaya çıkıyor.

Sam ve Mike arasındaki diyaloglar ekonomik yazılmış ancak filmin bütününde çok fazla gözükmeyen bu iki oyuncunun karşılıklı konuşmalarında canlandırdıkları karakterleri bütün zaafları, artıları, olanca numaraları ve gerçeklikleri ile başbaşa kaldıkları anlarda okumak mümkün.  Bir de sadece Sam'in yüzünü gördüğümüz baba-kız sahnesinde Emma Stone oyunculuğu ile parlıyor.


Filmin bir diğer oyuncusu da kamera. Görüntün yönetmeninin Emmanule Lubezki olduğunu bilmek kameranın filme bir oyuncu gibi dahil olmasını açıklıyor elbette. Geçen yıl Gravity filmindeki olağanüstü yenilikçi çalışması ile Akademi ödülünü almışken bir sene sonra bu sefer delice bir kamera kullanımı ile karşımızda. Delice dememin sebebi filmin sadece upuzun, tek çekimde yapılmış gibi durması. Kameranın oyuncuların kah ağzının içine kadar girmesi, kah etraflarından dolaşıp, dışarıya çıkması ve göklerde turlar atıp şehrin üzerinde bir kuş misali dolaştıktan, bir iki kere de sonunda seyircisini aldatacak beklentiler içine soktuktan sonra, Times Meydanı'nın en civcivli saatlerinde kalabalığın arasından ilerleyerek tiyatroya geri dönüyor olmasından değil, bütün bunları izleyicinin gözüne sokmadan olay örgüsünün bir gereği olarak yerine getirmesinden. Öylesine çekimler var ki geceden gündüze geçişler gözümüzün önünde oluyor. Filmin başlarında bu tarz kamera kullanımı alışık olmayanlara itici gelse de vaad ettiklerini izleyicisine fazlasıyla, veren bir film söz konusu. (Sahiden de upuzun bir tek çekimden oluşan; yüzlerce oyuncunun sıraları geldikçe kamera önünden geçerek Rusya tarihinden yüzlerce yılı gözümüzün önünden geçirdiği, Akeksandr Sokurov filmi Russsian Ark'ı da anımsamak yerinde olabilir şu an.)



Film oyunlarını, bilmecelerini daha jenerikte izlyeicisine sunmaya başlıyor, oyuncuların isimleri harf harf silinirken, geride kalan harfler filmin kanramanının yoksunluğunu çektiği "şey"leri ifade eden kelimeleri oluşturuyor. Filmin müziğine gelince, alışık olduğumuz türden olmadığı bariz: vurmalı çalgıların çıkardığı seslerden, hızlanıp yavaşlayan ritimlerden oluşuyor. Velhasıl davullar da filmin bir anında soyunma odalarında atağa kalkıp, artık zıvanadan çıkmış olan öyküye, az evvel gördüklerinden ötürü şaşkına dönmüş seyirciye tam da olay mahallinden olanca gümbürtüsüyle eşlik ediyor.  Film büyülü gerçekçilik türüne dair anlatım öğelerini kulanarak izleyicisini ve başlarına gelecekten henüz bihaber kahramanlarını filmin finaline işte böyle bir ölümcül şenlik havasında taşıyor. Final elbette seyircisine bir  yanıt vermiyor, onun yerine bir takım sorular bırakıyor. Artık gördüklerine mi inanacak, aklına mı, yoksa kalbine mi orası izleyenine kalmış. 


Birdman - 2014
Yönetmen:
Alejandro González Iñárritu

Senaryo: 
Alejandro González Iñárritu,
Nicolás Giacobone, 
Alezander Dinelaris, 
Armando Bo

Oyuncular:
Michael Keaton,
Emma Stone,
Edward Norton,
Zack Galifianakis,
Naomi Watts,

Andrea Riseborough

Görüntü Yönetmeni
Emmanuel Lubezki

Müzik:
Antonio Sanchez

Meraklısına Linkler:
Filmin Fragmanı
Michael Keaton'ın Altın Küre, ödül konuşması
Sam'in Tiradı



11 Ocak 2015 Pazar

Sanal Ağaç

Gövdesi, dalları, yaprakları vardır ama kökleri yoktur sanal ağaçların. Dallarının rüzgarda salınmaya başlaması gitme zamanlarının geldiğini gösterir. 

Sanal ağaçlar sanal dostlara benzerler.

Sanal dost; iş işten geçtikten, sen bir defteri kapatıp başka aleme daldıktan sonra "öyle yapma böyle yap" diyendir. Araba devridikten sonra yol gösteren "çoklar tabakasına" dahildir. İki sene evvel söylemediği sözü bu sefer, sanki bir marifetmiş gibi yüzüne yerleştirdiği sahte bir gülümseme ile yüzüne edendir sahte dost. Onu sahte yapan verdiği asla tedavül yüzü görmeyecek öğüt değil, yüzüne aklı sıra zekice yerleştirdiği  sahte gülümsemesidir.


Hiçbir aklı başında insanın lüzumsuz insanlardan zamanlı, zamansız öğüt almaya ihtiyacı olmadığını bilemeyecek denli egosuna gömülmüş ve orada çürümektedir bu zavallılar. İşte bu yüzden ne gövdelerini bir yere bağlayan kökleri, ne de gerçek bir dostları yoktur.





5 Ocak 2015 Pazartesi

Kafaya Koydular: İzmirliye Hayat Zorlaşacak!

Daha yeni bahsetmiştim İzmir'in derdinin Belediye Reisi'ni germediğinden, 

Meğer kendilerine sosyal demokrat diyen bu acımasızların kentliye reva gördükleri sıkıntılar orada anlattığım kadar değilmiş. Aşağıda gördüğünüz kart var ya;




İşte bu kart 15 Ocak 2015 tarihinden itibaren kart dolum makinelerinde doldurulurken bozuk para kabul edilmeyecekmiş. İstanbulluların kıskıs güldüğünü görür gibiyim, bizde zaten kağıt para ile dolduruluyor bunlar, diye.

İyi de İzmir'deki cihazların kağıt para kabul bölümünün çalışanına rastlamak mümkün değil ki, Haftanın en az yarısında cihazların banknot kabul eden bölümleri arızalı; görevliler sürekli "bozuk para atın" uyarısı yapıyorlar. Bozuk parası olmayan bazen metroya, izbana binemiyor bile. Kağıt para kabul etmeyen kent kart dolum makinelerinde bozuk para geçmeyecekmiş. 

Allah size vicdan ve izan ihsan eylesin.

Aziz, Aziz, benim bütün beddualarım seninle: 
İzban'da yürüyen merdivenlere binesin, 
Halkapınar'da metroya aktarma yapasın inşallah!


Bundan sonrakinde Aziz'in yürümeyen yürüyen merdivenlerini de anlatayım tam olsun.

Meraklısına Linker:

3 Ocak 2015 Cumartesi

İzmir'in Derdi, Mütevazı Belediye Reisi'ni Germiyor

İzmir'in ülkenin üçüncü büyük şehri olduğu söylenir söylenmesine de son on yıl süresince, iki yılda bir kaldırım taşlarının yenilenmesinden ve Devlet Demir Yolları hattı üzerindeki rayların sökülüp üzerine yeniden ray döşenip, eski istasyonların adam edilmesi ve de Üçyol'dan Fahrettin Altay'a metro hattı çekilmesi dışında bu kent için adı anılacak başarılı bir uygulama hayata geçirilemediğinden, hâlâ aynı sırayı muhafaza ettiğinden şahsen kuşkuluyum. Kaldı ki, ne izban, ne metro hatları adam gibi çalıştırılmadığı için buralardaki araçlara inmek, binmek, seyahat etmek, aktarma yapmak çoğu zaman işkenceye dönüşebilmektedir. 

Sadece metro/izban hattı mı? Belediye otobüslerinde de, vapur hatlarında da başıbozukluk almış yürümüştür. Düzeleceklerine dair emare malesef görülmemektedir. 

İzmir'de; belediye otobüs şoförleri ile belediye reislerinin hoş, ancak şehir için boş bir ittifak içerisinde olduğunu düşünmeme yetecek kadar uzun süredir yaşamaktayım. Bu kentte otobüs şoförlerinin üzerine titrenir. İnsanlar onlarca, yirmilerce dakika duraklarda bekler, derken aynı hatta ait üç, dört otobüs peşpeşe durağa dizilir. Saat boyu bekle, beğendiğine bin. Bu gecikmesiz gitme nosyonu sıfır numara şoförler; muhtemelen hat başındaki duraklarında oturup o anda televizyonda hangi program ya da maç varsa ona takıldıklarından, ya da hasbıhal derdine düştüklerinden hatlarını aksattıklarının farkında bile değildirler. Neredeyse bir saat bekleyip nevri dönen bir yolcu ola ki sesini yükseltmeye kalkışırsa bunların birleşip, itiraz edeni oracıkta benzettikleri de görülmedik hadiselerden değildir. Yine de şoförleri suçlamıyorum, bir yerde kontrol yoksa nizamsızlık olması kaçınılmazdır. Hayal ettiğim ittifakın adını: 
"bana sülalenin oyunu taşı, ben de seni dengine bırakayım, dahası gerektiğinde hat sayısını arttırıp, erkek evladına da iş bulayım." 
koyuyorum müsadenizle. 

İzmir'de onlarca yıldır hizmet veren bazı otobüs hatlarını sözümona "tasarruf edeceğiz" saçmasapan gerekçesiyle yerel seçimlerin hemen ardından darmadağın etti sayın belediye reisi Aziz Kocaoğlu. Hayatında belediye otobüsü ile seyahat ederek işe ve okula yetişme derdi yaşamamış sosyal demokratların izmirliye zulmü böylece bariz bir biçim kazandı.  Aynı semtin bir ucundan bir diğer ucuna aktarma yapmaksızın gidememek son derece gereksiz bir çiledir halka dayatılan. Gün boyu indi bindi yaparak seyahat etmesi gerekmektedir izmirlinin. Hat ve otobüs sayısını arttırarak tasarruf ettiğini iddia etmek de nasıl bir saçmalıktır? Hat sayısı artınca asıl artması gerekenin otobüs şoförü sayısı olduğu ve bunlara verilecek maaşın yekûn tutacağı da açıktır üstelik. 

Dünyada mazot fiyatları düşerken en pahalı ulaşımı sunan belediye hala ulaşımdan zarar ettiğini söylemeye devam ediyor. Belediyelerin amacı kâr değildir oysa ki, geçtiğimiz yıllarda başka ülkelerden aldıkları kredilerin geri ödemeleri geliyor benim aklıma. Alınan kredinin koşulları ve nereye akıtıldığına dair bilgi yok. Üstelik otobüs, vapur, izban, metronun bir günlük getirisinin ve maliyetinin ne olduğunu açıklayan da olmadığına göre bu konuda bir hesap yapma şansımız yok. 

Aziz Bey'in son seçimler öncesinde bir televizyon kanalında kendine yöneltilen soruya verdiği yanıt aklımdan uzun yıllar çıkacak gibi değil. Şöyle demişti: 
"ben çok şey yapıyorum bu kent için, ama alışmamışım, doğamda yok, anlatmayoı sevmiyorum yaptıklarımı"
Çıktığı ağızın sahibinin basiretli olduğuna dair kuşku uyandıran, çekingen, ergen lafları bir belediye reisi söylememeliydi. Dahası böyle lafların devri ergenlik çağındakiler için bile kapanalı yıllar oluyor. Yok efendim mütevazı tabiatı icraatini dile getirmesine mani olmakta imiş. Olur mu öyle şey? Kalkıp kendin anlatmayacaksın kendini hemşerim. Bir alay insan çalıştırıyorsun "hâlkla ilişkiler" dairesinde: onlar senin ekibinin icratini adam gibi anlatacaklar. Mazeret hazırda var mıdır, "onlar  da çok yoğun olup o kokteyl senin, bu açılış benim gezerken yorgun düşmekteler" midir bilemem. "Yapılmış bir şeyi anlatmanın ne haceti var" ataletinin içine yuvarlandıkları kesin. Kentin kültürel yaşamını birbirine kattılar birirnden kibirli kifayet yoksunu muhterisler ile. Belediye otobüs şoförlerinde gördüğümüz kontrol mekanizmasının çalıştırılmaması hadisesinin bir benzerini mevcut halkla ilişkiler kadrolarının doğru ve yeterli kullanılmamasında ve bunların denetlenmemesinde gözlemleyebiliyoruz. Eminim bir çok birim kendi başına buyruk biçimde bir şeyleri birbirine katmakta, kontrol eden, bu da ne diye sual eden olmadığı için de hata yaptıklarının bile farkına varan olmamaktadır. 

İzban hattı dersen, o artık en başından beri "kim kime tum tuma". Ne trenin ne zaman geleceğini gösteren göstergelerin çalıştığını görebilirsin, Ne tarifeye uygun saatte boy gösteren tren geçer, Göstergenin çalışacağı tutsa, sıradaki trenin 24 dakika sonra geleceğini gösterir ama bir de bakarsın tren bir dakika sonra çıkar gelir.  Tıkış tıkış dolu olduğu saatte iki vagonlu tren geçer, sakin saatlerde vagonlar dizi dizi, boş boş akar. Halkapınar'daki aktarma istasyonundaki aktarma rezilliğinin arkasındaki ekibin sorumlusunu ve fikir sahibi tanımak isterdim, bundan daha salakça bir projeyi düşünebilecek kapasiteleri var mıydı suratlarına bakıp şıp diye anlamak iyi olurdu. Şimşekli havalarda İzban çalışmaz, Rayların bakımı diye bir şey, için tek bir şey söylenebilir:
"Yok öyle bir şey"
CHP'li yerel yönetimin halkın istek ve ihtiyaçlarına duyarsız olmakla eş anlamlı olduğun ispata yarayan icraat bolluğu bu rehavet ve sorumsuzluğun temenlini oluşturuyor olmalı. Haka yararlı olma konusunda ufku dar bu ekip İzmir'e yaptığı kötülükler ile yetinmemiş olmalı ki, yeni yılın ilk gününe ulaşıma yapılan %12,5 seviyesindeki zamla başladı. Mazot fiyatı inerken, güya hat sayısını arttırarak tasarruf ettiyseniz nereden çıktı bu fahiş zam?  İstanbul'da İzmir'deki nin kat kat fazlası yolu daha ucuza gidebilirken kimse utanmadan İzmir'in daha ucuz ulaşım hizmeti veridğini söyleyemez. Kartal - Kadıköy arası 1.07 TL. Söğütlüçeşme'den Beylikdüzü'ne (Neredeyse İzmir- Akhisar arası kadar yol) son derece uygun fiyata gitmek mümkün. 

Eğer Aziz'in amacı, CHP'nin İzmir'de bir daha asla belediye seçimlerinde yeterli oy almaması ise bu konuda kendisinin bu defa azimle çalıştığını söyleyebiliriz. 

Hazretin yaptığı zam İzban hattındaki göstergelerin çalışmasını bile sağlamayacak ben size söyleyeyim. 


2 Ocak 2015 Cuma

Isınmak

Rakamlarla haşır neşir olduğum dönemde yeni yılın son hanesindeki rakamı doğru yazmaya, okumaya üçüncü ayın sonlarından itibaren ısınırdım.





1 Ocak 2015 Perşembe

Yeni Yıla Bir Şarkı ile Başlayalım

Yeni yılın ilk şarkısı Sezen Aksu'dan. Sene 1976. Kusura Bakma. Kırkbeşliğin kapağındaki fotoğrafa bakınca sanatçının kulaklarının şimdiki hallerinden daha iri oldukları fark ediliyor.  



Şarkı için buraya...
kulaklar için şuraya